İLMÎ BİRİKİMİ, Risale’ye nüfuzu, ahlâkı ve yaşayışıyla Risale-i Nur’dan ders alan bir entelektüel nasıl olur sorusunun örnek cevabını teşkil ettiğini düşündüğüm bir ismin, Refik Yıldızer’in bir yazısının sonunda ‘milliyetçilik’le ilgili bir analizin hâtimesi olarak şu husus vurgulanır: Mutlakçı bir söylem, kişisel tasavvurların genelgeçer hakikatler imiş gibi anlaşılması riskini doğurur. Bu tehlikeye karşı, dinî anlatılar gibi, milliyetçi anlatıların da nisbîleştirilerek sunulması gerekmektedir.
Yıldızer’in siyaset bilimi kavramları ışığında dile getirdiği ve kabaca yukarıdaki şekilde özetlediğim bu nokta, kanaatimce, bu toplumda ve bütün toplumlarda özellikle siyaset ve din üzerinden yaşanan gerilim ve ayrışmaların çözümü niteliğindedir.
Açacak olursak, siyasette mutlakçı bir dil belli bir kişinin veya bir zümrenin ağzından çıkmış bir ‘mutlak doğru’ üretir; ve başka herkes, bu mutlak söyleme itaat veya muhalefet kriteri üzerinden ‘bizden’ ve ‘öteki’ muamelesine tâbi tutulur. Dinin hakikatini kendi şahsına, kendi mürşidine, kendi cemaatine münhasır kılan teşebbüsler için de aynısı geçerlidir. Siyaset dilinin mutlakçılığı kolayca ‘düşman’lar ve hatta ‘hain’ler üretir; din dilinin mutlaklığı ise kolayca ‘tekfir’ söylemi üreterek ‘kâfir’ler ve ‘mürted’lerle dolu bir dünya tablosu çıkarır önümüze.
Ehl-i Beyt’in yaşadığı büyük acı, her iki alanda mutlakçı bir dilin hâsıl ettiği tehlikenin boyutlarını ele vermesi bakımından ne kadar da manidardır!
Neticede bu dünya, bizatihî Peygamber aleyhissalâtu vesselam tarafından Peygamber ‘ilim şehri’ ise ‘onun kapısı’ olarak tarif edilen Hz. Ali’nin bir Haricî tarafından ‘mürted’ kabul edilerek katledildiği bir dünyadır. Din dilini kendi ağzına dolayanlar, işi, Hz. Peygamberin amcasının oğlu, damadı, Müslüman olanla ilklerden, Resûlullah nezdinde Hz. Musa’nın yanında Hârun ne ise o derece kıymet taşıyan Hz. Ali’yi ‘katli vacip’ ilan edip bilfiil katletmeye kadar vardırmışlardır.
Ve siyaset dilini mutlaklaştıran Emevî zihniyeti, ‘ümmetin birlik ve beraberliği’ söylemi altında kendi saltanatını ibka etmek için, yine Emevîler içinden çıkabilmiş Ömer b. Abdülaziz halifeliği zamanında kaldırıncaya kadar, onlarca sene Cuma hutbelerinde Peygamber aleyhissalâtu vesselamın Ehl-i Beyt’ine lânet okumuş ve okutmuşlardır! Niye? Çünkü onlara göre, ümmetin kalbi bugün iki parçaysa, sebebi Ehl-i Beyt’in daha en başta yönetimi Emevîlere terk etmemesi, sonrasında da Emevîlere itaattan serfürü etmesidir.
En başta Asr-ı Saadet’in hemen akabinde Âl-i Beyt’in yaşadığı bu acı tecrübe, Yıldızer’in ilgili makalesinde de vurgulandığı üzere, ‘mutlakçı dil’in âfetleri konusunda açık bir tehlike işareti niteliğindedir.
Bu tecrübeden dolayıdır ki, mutlakçı bir dil beni her zaman ürkütür. İster siyasete dair olsun, ister sosyal hayata dair, isterse doğrudan dine dair, farketmez; mutlakçı dilden oldum olası endişe duyarım. Bu dilin kendi düşüncemle uyum veya çatışma halinde olmasının önemi yoktur; ister muvafık olsun ister muhalif, mutlakçı bir dil her hal ve şartta tehlikedir, tehlikelidir.
Kaldı ki, mutlakçı dil, bir hakikatin çok vecihleri olduğu gerçeğine gözü kapalı olduğu, hakikati yalnızca mutlakçı dile sahip kişinin gözünün gördüğü veçheden ibaret bildiği için; dolayısıyla hayatı siyahlar ve beyazlardan ibaret olduğu için, bir uçtan öbür uca savrulmalara da açık haldedir. Bugün hakikatin bir veçhesini hakikatin tamamı gören, yarın başka bir veçheyi hakikatin tamamı görebilir; bugün bir ismi bir açıdan yücelten, yarın aynı ismi başka bir açıdan yerin dibine batırmaya yeltenebilir. Mutlakçının düşmanlığı amansızdır, dostluğuna da güvenilmez bu yüzden. Hz. Ali’yi ‘mürted’ ilan edip katli vacip fetvası verecek ve de katledecek kadar alçalan Haricîler, Sıffîn savaşında onun adına savaşmak üzere onun ordusuna katılmış insanlar arasında yer almış değil midir? Sözümona uğruna ölümü göze aldıkları Hz. Ali, onların hoşuna gitmeyen bir karara ulaştığında bir anda onların gözünde ‘katli vacip’ bir ‘mürted’e dönüşebilmiştir!
Ve her hâlükârda, siyaset âleminde hakim mutlakçı dilin ‘düşman’ları ve ‘hain’leri; din dairesindeki mutlakı dilin ise, mü’min olduğu halde tekfire uğramış sözümona ‘sapık’ ve ‘mürted’ kurbanları vardır.
Mutlakçı dilin içerdiği bu riski kat kat büyüten ise, başka bir arızalı ruh halinin de işin içine girmesidir. Mutlakçı dil, ister siyasete, ister dine dair olsun, tehlikelidir. Ama onun tehlikesini asıl büyüten, bu dilin ürettiği söylemin ‘hesapçı’ ruhların kendi maddî veya psikolojik menfaatleriyle örtüşmesidir. Mutlakçının dili ile hesapçının maddî veya psikolojik çıkarı birleştiğinde ortaya çıkacak fitnenin boyutları akılların alacağı her türlü tahminin üstündedir.
Mutlakçı ile hesapçının ittifakı, her zaman ve zemin için, şerrinden Allah’a sığınılacak derecede tehlikelidir. İkisi de tek başlarına zaten tehlikeli iken, birleşip buluştuğunda tehlike ziyadesiyle katmerlenir.
Ergenekon yapılanması dahilinde ortaya dökülen bilgilere ve insanın küçük dilini yutturan kirli ilişkilere bu açıdan bakabilirsiniz.
Daha küçük ölçekte, cemaatî hayatlarda yaşanan felâketlere ve kıyımlara da bu ‘mutlakçı-hesapçı’ ittifakı adesesinden bakabilirsiniz.
Hatta daha da küçük dairelerde mutlakçı ile hesapçı bir husumet ittifakı kurduğunda hasıl olan fitne kazanının hararetinin yüzünüzü ve yüreğinizi yakan ateşini çok uzaklardan dahi hissedebilirsiniz.
Mutlakçılık ve hesapçılık, gerek siyaset alanında, gerek din dairesinde yılandan ve akrepten kaçar gibi kaçınılması gereken haller ve söylemlerdir.
Rabb-ı Rahîm cümlemizi bu iki halin şerrinden muhafaza buyursun.
Hele ki ittifak ettiklerinde...