Arşiv

Determinizm Üzerine

AYLARDAN EKİM. Yaz kapımızı çalalı epey oldu. Güller soldu, papatya ve menekşelerden eser kalmadı. Bahçelerde şeftaliler, erikler, yerlerini ayvaya ve nara bıraktı. Toprak renk renk elbiseler giyiniyor, soyunuyor. Gökyüzü yeni simalara bürünüyor. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, daimî bir ‘nevruz-u sultanî’ yaşıyoruz. Neşeli bir bayram gününde gibiyiz. Manzaralar, sinema perdeleri gibi birbiri ardı sıra gelip geçiyor. Güneş her gün bir yanımızdan doğuyor, bir yanımızdan batıyor. "Dünya daimî bir tagayyürde [değişmede];" "kâinat mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanıyor.... harp ve hicret içinde kaynıyor... mevt ve hayat içinde yuvarlanıyor."1 Kendi vücudumuz tavırdan tavıra giriyor. Kararında kalan hiçbir şey yok. Uzayda yıldızlar ölüyor, yıldızlar doğuyor. Gökyüzünde ay ve güneş nöbetleşiyor. Bulutlar toplanıyor, bulutlar dağılıyor. Yeryüzünde her an yeni bir canlı hayata gözlerini açıyor, bir diğeri hayata veda ediyor. Mevsimler geliyor, geçiyor.

Bunların her biri, günü birlik meşgalelerimizin telaşı içinde belki de biz hiç farkında olmadan olup bitiyor. "İşte," diyor Bediüzzaman, "nasıl elimizdeki saat sûreten sabit görünüyor, fakat çarklarının harekâtıyla içinde daimî bir zelzele ve alet ve çarklarının ıztırabı vardır. Aynen onun gibi, kudret-i ilahiyenin bir saat-ı kübrası olan şu dünya, zahiren sabitiyetiyle beraber daimî bir zelzele ve tagayyürde, fena ve zevalde yuvarlanıyor."2

Ancak, bu değişimlerin altında ‘hükmeden hayretengiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin’ vardır.3 Bu tahavvüller, bu değişimler gelişigüzel, başıboş, birbirinden kopuk değildir. Herşeyi ilk bakışta dakik bir nizam ve hassas bir ölçü içinde görürüz. Değişimlerde, dönüşümlerde bu nizam ve ölçü hep korunur. "Yani, birisi intizam ile o nizamı değiştiriyor ve tartı ile o mizanı tazelendiriyor."4

Kainatta hangi olaya bakılsa, başından sonuna kadar bizim anlayabileceğimiz bir ölçü, bir denge, bir intizam içinde yürüdüğü görülür. Olaylar, bizim ‘dengeli, ölçülü’ dediğimiz bir tertip içinde ilerler. Meselâ, bahar gelir, gün ışıkları yeryüzüne daha dik düşmeye başlar, havalar ısınır, ağaçlar yaprak açar, çiçek verir, meyvelenirler. Tohumu toprağa atarız; sonra sularız, bekleriz; filiz verir, fidan olur. Bir taşı bırakırız, yere düşer. Herşeyin bir sebebi vardır. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, ‘her bir şey bir sebeple bağlanmış’tır.5 Kainatta bir ‘tertib-i esbab,’ yani sebepler çizgisi vardır. Belli sebepler belli sonuçlardan önce gelir. Ve sonuçlar, belli sebepleri takip eder. Bu, her yerde ve her zaman böyledir.

İşte bu her yerde ve her zaman oluştur ki, bize değişimlerin altında hükmeden nizamı gösterir. Sözgelişi, bütün sebepleri hazır edip tohumu toprağa attığımızda, her zaman değil de bazan filiz verseydi, bazan da vermeseydi, burada bir nizamdan söz edemezdik. Ya da taş bazan düşüp bazan düşmeseydi, ‘yerçekimi kanunu’ diye bir kanun sözkonusu olmazdı. Veyahut bir insanın vücudu başka türlü, bir diğerininki başka türlü çalışıyor olsaydı, bugün elimizde tıp bilimi ve tıbbî kanunlar olmazdı. Ama çok şükür ki, kainat böyle değil. Her bir olay, kâinatın her köşesinde aynı tarzda gerçekleşir. Yani, kâinatta ‘yeknesak bir istimrar [kararlılık]’6 vardır.

Tabiat kanunlarını da işte bu kararlılığa dayanarak keşfederiz. Bediüzzaman’ın deyişiyle, ‘küllî kaideler,’ yani kanunların her yerde ve her zaman aynı şekilde oluşu, kâinattaki nizamın yüksekliğini ve güzelliğini gösterir. Ve bu da değişik bilim dallarını doğurur. Nitekim, "fen kavâid-i külliyeden [küllî kaidelerden] ibarettir."7

Kanun demek, birbirinden ayrı iki ya da daha çok olayın arasında sabit bir bağ kurmak demektir. Öyle ki, bu bağ zamanla ya da mekanla değişmemelidir. Meselâ, elimizdeki taşı tarttık, kütlesini bulduk. Ve dünyanın da kütlesini biliyoruz, diyelim... Sonra taşı elimizden bırakıyoruz ve yere düştüğünü görüyoruz. Zamanla anlıyoruz ki, taş her defasında belli bir hızla yere düşüyor. Demek ki, burada zamanla ve mekânla değişmeyen bir bağıntı var. Bunun üzerine Newton gibi çalışıp çabalıyor ve taşın kütlesi ile dünyanın kütlesi arasında hiç değişmeyen sabit bir bağlantı buluyoruz. Artık elimizde ‘yerçekimi kanunu’ var. Bu kanun, bundan böyle bize taşın bir özelliği ile dünyanın bir özelliği arasında değişmez bir ilişkinin varlığını hatırlatır. Demek ki, Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘eşyanınóörneğimizde taş ve dünyanınó hususatı [özellikleri] intizam altına alınmış.’8 İşte, fenler bu gibi kavâid-i külliyeyi, her yerde ve her zaman geçerli küllî kanunları keşfederek, ‘mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faydaları gösteriyor.’9

Özetlersek, kâinatta ‘mevcudat silsilesi’ vardır. Bu silsileyi ‘tertib-i esbab,’ yani sebepler silsilesi, sebep-sonuç bağlantıları çizer. Bu bağlantılar küllîdir; her yerde ve her zaman aynıdır; istisnası olmaz. Olaylar daima bir sebep-sonuç çizgisini takip ederek vücuda gelirler. Etrafımıza baktığımızda gözümüze ilk çarpan, bu çizgidir, olayların birbirini belli şekilde izleyişidir. Meselâ, bir tarla önce sürülür, sonra tohumlar ekilir, tarla yeterince sulanır ve üzerine kâfi miktarda güneş ışığı düşerse, sonunda tohumlar filizlenir ve olgun buğday başakları vücuda gelir. İşte buradaki olaylar belli bir sırayı izliyor. Her zaman, tohumların filizlenmesi tarlanın sürülmesinden sonra gelir ve tarlanın sürülmesi tohumların filizlenmesinden öncedir. Burada tarlanın sürülmesi, sulanması, güneş ışığı.. buğday başaklarının ‘mukaddemat’ıdır;10 başlangıcıdır, öncesidir. Başakların olgunlaşması da, tarlanın sürülmesini.. takip eder, onlardan sonra gelir.

Olayların bu şekilde birbirini nasıl izlediğini görmek, sebep-sonuç bağlantılarını ortaya çıkarmaktır. Sözgelimi, biliriz ki, ne zaman güneş ışıkları dünyaya dik düşmeye başlarsa, o zaman havalar ısınır, bahar mevsimi gelir ve çiçekler açar. Demek ki, güneş ışıklarının daha dik gelmesi havaların ısınmasına sebep gözükür, ondan önce gelir; havaların ısınması da çiçeklerin açmasından öncedir, çiçeklerin açmasına sebep gözükür. İşte, buradaki sebep-sonuç zincirini ortaya çıkarmakla, ya da diğer deyişle görmekle, güneş ışıklarının dünyaya dik düşmeye başlamasından bahar çiçeklerinin açmasına kadarki olayları açıklamış oluruz. Bu sayede, "Havalar nasıl ısınıyor?" gibi bir soruya, ondan önce gelen olayla cevap veririz:

"Gün ışıkları dünyaya daha dik geldiği için."

"Çiçekler nasıl açıyor?"

"Havalar ısındığı için."

"Niye güneş ışıkları dünyaya daha dik gelir?"

"Havalar ısınsın diye."

"Baharda havalar niye ısınır?"

"Çiçekler açsın diye."

Bediüzzaman’ın kısaca ‘hikmet-i insaniye’ tabir ettiği bütün bilim dallarının kâinatla ilgili bu kabil soruları ve cevapları, işte bu sebep-sonuç bağlantılarına dayanır. "Belki, hikmet-i insaniye kâinattaki intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır."11 Olayların hikmetini, nereye doğru yöneldiğini, olayların akışında hangi maksadın hedeflendiğini sebep-sonuç çizgisini takip ederek anlayabiliriz. Böylece, olayları yürüten ‘Saniin kast ve hikmetini’ anlarız. Demek ki, kâinatın nasıl yaratıldığına bakarak Yaratıcının kâinatı niçin yarattığını anlıyor; yaratıştan maksadının ne olduğunu öğreniyoruz.

Nitekim, Kur’ân da, kâinattan söz açtığında, dikkatimizi bilhassa olayların tertibinde güdülen maksatlara ve menfaatlere çekerek, kâinat Yaratıcısının kast ve hikmetini anlatır. Onun için de, Said Nursî’ye göre, bu gibi maslahatlardan ve menfaatlerden bahseden bütün Kur’ân âyetleri, kâinattaki nizam üzerine yürür; olayları kâinattaki tertip sırasıyla anlatır. Bir olaydan söz ederken ardından gelen olayı hatırlatarak, o olayla neyin kastedildiğini ima eder. Böylece, nizam, bir Nâzımın varlığına delil olmakla beraber, o nizamın gerisindeki kasd ve hikmeti de anlatır.12

Dilerseniz, örnek olarak, Kur’ân’da güneşin anlatılışını ele alalım. Kur’ân, "Güneş döner" diyor. Nitekim, güneş değil dünya döndüğü halde, ilk bakışta herkese öyle gelir ki güneş döner. Her gün doğudan doğar, başımız üzerinde gün boyu dolanır, batı ufkunda gözden kaybolur. Böylece, Kur’ân herkesin ilk bakışta gördüğü bir nizamı hatırlatır. Sonra der: "Güneş döner bir lambadır." Kur’ân ‘lamba’ tabiriyle âlemin bir saray suretinde olduğunu ima eder. İçinde olan eşyanın ise insana ve diğer canlılara hazırlanmış yiyecekler, malzemeler ve süslemeler olduğunu; ve güneşin de o sarayın Sanatkârının emrinde çalışan bir mumdar olduğunu hatırlatır. Böylece o Sanatkârın rahmet ve ihsanını anlatır.13

Demek ki, O’nun güneşi döndürmedeki maksadı, bizim iyiliğimiz, bizim rahatımızdır. Bu dönüşün ucunda, bizim için sayısız bahar çiçekleri, buğday başakları asılmış. İşte, Cenab-ı Hak bize bu sayısız meyveleri hatırlatarak güneşin dönüşündeki bir hikmeti anlatır. Tâ ki, biz de "Güneşi döndüren Sâni bize merhamet ediyor, bize ihsanlarda bulunuyor" diye anlayalım.

Dilerseniz, biraz daha açalım. Güneş hemen başımızın üzerinde dönüp duruyor, değil mi? Peki, ne maksatla dönüyor derseniz, bildiğimiz kadarıyla, bu olaydaki ‘tertib-i esbab’ı, sebep-sonuç çizgisini sonuna kadar izleyelim ve bu soruya cevap verelim. Güneş yeryüzünün ısınmasına bir sebep olarak gözüküyor. Yeryüzünün ısınması da diğer birtakım sebeplerle beraber, meselâ bir bahar çiçeğinin açmasına, bir buğday başağının olgunlaşmasına sebep gözüküyor. Çiçekler bütün alımlılığı ile bize, bizim duygularımıza hitap ediyor. Buğday başakları ise açlığımıza çare oluyor, doymamıza sebep gözüküyor. Sonuç; çiçekle sevinmemiz, buğdayla da doymamızdır. Sevincimizin ve tokluğumuzun sebebi olarak, nihayette güneşin dönmesi gözüküyor. O halde, diyebiliriz ki, güneşin döndürülmesiyle hedeflenen maksatlardan biri, bizim sevincimiz ve tokluğumuzdur.

İşte, Kur’ân güneşin dönüşüyle birlikte çiçek ve buğday başakları gibi nimetleri de hatırlatarak, güneşin döndürülmesindeki kasd ve hikmeti anlatır. Ancak, bu mesajı anlamak için, yukarıda sıraladığımız gibi, çiçeğin açışının veya başağın olgunlaşmasının sebepler çizgisiyle güneşin dönüşüne bağlandığını görmemiz gerekiyor. Yoksa, güneşin dönüşü ile çiçeklerin açmasını birbirinden kopuk ayrı ayrı olaylar olarak bilseydik, yani güneşin dönüşü ile çiçeklerin açması birbirini izleyen olaylar olmasaydı, güneşi döndürenin çiçekleri açtırmayı ve sonunda da sevindirmeyi kasdettiğini anlayamazdık.

Burada haklı olarak şu soru akla gelebilir: Yaratan çiçeği açtırmak veya başakları olgunlaştırmak için onları illâ da güneşin dönüşüne bağlamak zorunda mı? Çiçeği açtırmak, başağı olgunlaştırmak için güneşe mi muhtaç?

Cevap: Kesinlikle HAYIR! O isterse çiçeği hiç sebepsiz açtırır. İsterse başağı topraksız, susuz, güneşsiz, havasız olgunlaştırabilir. Kudreti, kâinatın da şahit olduğu gibi, sonsuzdur. Sonuçları sebeplere; yalnızca öyle irade ettiği ve hikmeti öyle gerektirdiği için bağlamıştır. Şu anda yaşadığımız kâinatta böyle bir düzen irade etmiştir. Bu âlemde hikmeti icabı başağı toprakla, suyla, güneşle, havayla v.s. olgunlaştırır. Burada çiçeklerin açması mutlaka bir sebebe bağlıdır. Biz insanlar başağı ya da çiçeği başka türlü yetiştiremeyiz. Başağımız veya çiçeğimiz olsun istiyorsak, bu şartlara riayet etmek zorundayız; isteklerimizi ona göre ayarlamak durumundayız. Başka türlüsü imkânsızdır.

Ancak bazıları sadece biz yaratılanlar için geçerli olan bu imkânsızlığın Yaratıcı için de geçerli olduğunu sanmışlar. Yani, onlara göre, madem ki burada eşyanın başka türlü olması imkansızdır, o halde Yaratıcı da ancak bu şekilde yaratabilir. Bu hataya, İslâm âlimleri Cenab-ı Hakkı ‘mucib-i bizzat’ sanmak demişler; yani O’nu kendi tercihine mahkûm görmek.

Ancak gerçek o ki, kâinat bütün ayrıntıları ile Yaratıcının bir tercihidir. Kaldı ki, kâinatta her bir varlığın bir diğerinden derin hatlarla ayrılması; her bir varlığın kendine has bir şekilde, yapıda, karakterde olması, meselâ bir insanın yüzünün diğer bütün insanlardan farklı yaratılışı bile O’nun iradesinin sonsuzluğunu ispatlar. Herşeyi bir diğerinden başka yaptığı gibi, istese tümüyle başka türlü bir kâinat da yaratabilir. Ama içinde bulunduğumuz şu âlemi böyle irade etmiştir; eşyanın tabiatını, olayların işleyişini böyle takdir etmiştir. Bu işleyişin aksini yapmıyor; ama yapamadığından değilóyapmayı irade etmediği için. Yine iradesiyle, başka türlü irade etmiyor.

Sonuç olarak: Cenab-ı Hak dilediği şekilde yaratabilir, ama bu âlemde belli bir yaratma şeklini irade etmektedir. İşte bu iki hükmün birbirleriyle karıştırılmaması gerekir. Yaratanın bu âlemde eşyayı belli bir nizamda yaratması, O’nun başka türlü yaratamayacağını göstermemektedir.

İslam âlimleri bu karışıklığı önlemek için meseleyi ‘sebepler dairesi’ ve ‘itikad dairesi’ kavramlarıyla izah ederler. Buna göre, içinde yaşadığımız âlem sebepler dairesidir; burada yaratılış sebeplerle beraber olur, sebep-sonuç çizgisini takip eder. "Cenab-ı Hak bu âlemde müsebbebatı [sonuçları] esbaba [sebeplere] bağlamakla intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz etmiştir [kurmuştur]. Herşeyi o nizama müraat etmeye [uymaya] ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da o daire-i esbaba müraat ve merbutiyete [uymaya ve bağlı kalmaya] mükellef kılmıştır."14 Sebeplerle yaratmak sadece bu dünyaya mahsustur. Aslında, yani itikad dairesi açısından bakılırsa, Cenab-ı Hak sebepsiz de yaratabilir. Ama hikmeti icabı, bu dünyada sebepler çizgisi içinde yaratıyor. "Buna binaen" der Said Nursî, "bu dairelerin her biri için ayrı ayrı hükümler vardır, ve her makamın iktiza ettiği [gerektirdiği] hükme göre hareket lâzımdır."15 Meselâ, birisi kalkıp sebepler dairesinin şartlarını iyice bellediği için, "Buğday başağının toprak olmadan olgunlaşması imkânsızdır. O halde, Yaratıcı buğday başağını ancak böyle olgunlaştırabilir, başka türlü olgunlaştıramaz" diyemez. Çünkü, buğday başağının topraksız olgunlaşması, sadece sebepler dairesinin şartlarına uymakla yükümlü bizler açısından imkânsızdır. İmkânsızlık, sadece insanı bağlarósebepler dairesini yaratan Allah’ı değil. Buğday başağının bu dünyada toprak olmadan olgunlaşamaması, bu dünyada tercih edilen yaratış şeklinin gereğidir; haliyle, bu tercih, tercih Edeni bağlamaz. O, pekâlâ başka türlü de tercih etmeye muktedirdir. Diğer taraftan da, birisi kalkıp, "Madem ki Yaratıcının sonuçları yaratmak için sebeplere ihtiyacı yok, o halde toprak olmadan da buğday başağını olgunlaştırsın" diyemez. Çünkü bu hüküm itikad dairesine aittir, ama o kişi bunu sebepler dairesinde söylüyor. İtikad dairesinde geçerli olan bu hükmün gereği, sebepler dairesinde geçmez.

Bu kişilerden birincisi, Said Nursî’nin ifadesiyle, "daire-i esbabda iken daire-i itikada bakar ki, tesiri esbaba verir." İkincisi ise, "daire-i itikadda iken daire-i esbaba bakar, esbaba kıymet vermeyerek tenbelcesine bir tevekkül ile kâinattaki nizama muhalefet eder."16 Nitekim İslâm tarihinde de bu iki uca kaçan görüşler çıkmış, iki ayrı akım oluşmuştur: Mu’tezile ve Cebriye. Mu’tezile, sebepler dairesinin hükümlerini itikad dairesine götürmüş; Cebriye itikad dairesinin hükümlerini sebepler dairesine getirmiştir. Yani Mu’tezile tesiri sebebe vermiş; Cebriye ise ‘cüz’î irade’yi bile reddetmiştir.

Bediüzzaman, İşaratü’l-İ’câz’da Mu’tezile ve Cebriye’nin nasıl yanıldıklarını şöyle açıklar:17

Bir âdam bir aletle başka bir adamı öldürdü diyelim. Burada sebebióyani adamın aletle diğerine saldırmasınıóyok farzetsek, sonucun, yani diğer adamın öldürülüşününódurumu ne olur? Ölür mü, ölmez mi? Mu’tezile "Ölmez" der. Cebriye "Ölür" diyor. Bunu başak örneğine uygularsak: Toprak, v.s.’nin yok olduğunu farzetsek, buğday başağının durumu ne olur? Mu’tezile’ye göre cevap verirsek: "Başak olgunlaşamaz." Sadece sebepler dünyasını düşünürsek, Mu’tezile’nin cevabı doğrudur. Evet, sebepler dünyasında başak, toprak olmaksızın olgunlaşamaz. Ancak Mu’tezile bu hükmü itikad dairesine taşırarak, "Yaratıcı başağı olgunlaştırmayı toprağa havale ediyor" sanır. Toprağa tesir verir. Cebriye’ye göre ise "Başak olgunlaşır." Bu hüküm de yalnızca itikad dairesi için doğrudur. Ancak, Yaratıcı sebepler dairesinde toprak olmadan başağı olgunlaştırmamayı irade ettiğini, bize daima başağı toprak ile olgunlaştırarak göstermektedir. Cebriye, bu hükmünü, sebepler dairesi için de söyleyerek sebepleri hiçe sayıyor. Dünyadaki nizamı inkâr ediyor. Yaratıcının kâinatı yaratıştaki hikmetine muhalefet ediyor.

Demek ki, ne sebeplere tesir vermeyeceğim diye sebepler yok sayılıp, bu âlemin nizamı inkâr edilmeli; ne de sebeplerin varlığını kabul ederken, onlarda bir tesir, sonucu belirleyen bir güç vehmedilmeli. Sebep yok değildir, ama tesir sahibi de değildir. Sebep vardır ve tesiri yoktur.

Peki, bu durumda yukarıdaki soruya ne cevap vermeliyiz? Toprağın, suyun, ışığın olmadığını farz etsek, başak olgunlaşır mı, olgunlaşmaz mı? Bediüzzaman’a göre, bu soruya cevap verilmez. Soru yanlıştır. Çünkü suyun, ışığın, toprağın olmadığını farz edersek, başağın da olmadığını farz etmek zorundayız. Çünkü, bu dünyada sebep ve sonuç beraber yaratılır; ya ikisi de var kabul edilip, ya da ikisi de yok kabul edilip, soru öylece sorulmalıdır. Birini yok farzedip diğerini var farzetmek fâsit bir kabullenmedir, yanlıştır.

Bu beraberliğe biz muhtacız. Yaratıcı biz kâinatı anlayabilelim, böylece kendisini tanıyabilelim diye, sebep-sonuç çizgisi içinde yaratmayı irade etmiştir. Yaratanın sonuçları yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur, ama biz O’nun nasıl yarattığını anlamak için sebeplere muhtacız.

Güneş örneğine tekrar dönersek: Gördük ki, güneşin döndürülmesinde biz canlıların sevinmesi ve doyması hedefleniyor. Demek ki, güneşi döndürenin maksatlarından biri, bizi sevindirmek ve doyurmak. Merhamet ve ihsan etmek. Demek, O merhamet Eden [Rahman] ve İhsan Eden [Muhsin]’dir. İşte, kâinattaki nizamı izleyerek kâinatın Yaratıcısının iki ismini öğrendik: O Rahman’dır, Muhsin’dir. İşte, ‘müsebbebat esbaba,’ bu iki isim gibi ‘çok esmanın tezahür etmek istemesiyle bağlanmış’tır.18

Sebeplerin sonuçlara bağlanması demek, sonuç ve sebebin beraber olması demektir. Aklın nazarında ikisinin ‘mukarin ve muttasıl,’ yani birbirine yakın ve bitişik gözükmesi demektir. "Sebebiyet ve mukarenet zahirîdir, hakikî değil."19 Sebep sırf zahirîdir.20 Yaratan sonuçları doğrudan doğruya sebeplerle beraber yaratır. Ki, Bediüzzaman’a göre, sebeplere tesir vermek isteyenleri aldatan da bu beraberliktir. O yüzden sebebi sonucun ‘illet’i, yani o sonucun yaratıcı sebebi sanırlar. Oysa, "İktiran ayrıdır, illet ayrıdır." Yani, beraber olmak ayrıdır; asıl sebep olmak ayrıdır. "İllet, kudret ve irade-i Rabbaniyedir."21

Said Nursî’nin örneğiyle, uzaktan baktığımızda dağların tepeleri ile gökyüzünün eteklerini ufukta birbirine yakın ve bitişik görürsünüz. Ama bir de dağların yanına varıp tepelere çıkarsanız, göreceksiniz ki, dağların tepesinden gökyüzüne kadar uçsuz bucaksız bir mesafe var. Öyle ki, bu mesafe sayamadığımız kadar yıldızın doğduğu, bizlere göründüğü yerdir. Bu örnekte dağların tepesi ile gökyüzünün etekleri, sebep ve sonuca karşılık gelir. Nitekim, biz de kâinata baktığımızda sebep ve sonuç gözüken şeyleri birbirine öylesine yakın, öylesine bitişik görürüz ki, biri birisiz olmazmış gibi gelir. Ağacı ve meyvelerini düşünüyoruz diyelim. Burada meyve bize göre bir sonuç; ağaç, toprak, hava, su gibi şeyler de meyvenin sebepleridir. Ki bu sebepleri sınamak da kolaydır: Ağacı mesela topraksız bıraktığımızı düşünürüz. "Toprak olmasaydı, ağaç meyve vermezdi" deriz. Bir de susuz bıraktığımızı farzederiz: "Su olmasaydı, ağaç meyve vermezdi" deriz. Hele ağaç havasız, ışıksız kalınca, bizim tecrübelerimize kalırsa, hiç meyve vermez. Yine, ağaç olmazsa meyvenin esâmesi bile okunmaz. Ve en sonunda kararımızı veririz: "Su, toprak, hava, ışık, ağaç.. olmazsa, meyve de olmuyor. O halde meyveyi su, toprak, hava, ışık, ağaç yapıyor."

Oysa, bu sebeplerin yanına varıp, bir bir sorsak: "Sen meyveyi yapabilir misin?" Cevap "HAYIR" olur. Ne toprakta, ne suda, ne havada, ne ağaçta, ne ışıkta meyveyi yapacak ilim, kudret, irade, rahmet göremeyiz. Ama yine de bu sebepler bir araya gelmeden meyve olmuyor, doğru. İşte bu, sözkonusu sebeplerle meyvenin beraberliğini gösterir. Meyvenin onlar olmaksızın olmaması, bu beraberliğin hiçbir zaman bozulmadığını gösterirósonucun sebepsiz yaratılamayacağını değil. Kâinata baktığımızda bizim gördüğümüz, sonucun sebepten sonra oluşudur; sebebin sonucu yaptığı değil. Kaldı ki, sebeplerin kendisinde meyveyi yapabilecek hiçbir kabiliyet yok ki, Yaratan meyveyi yapmak için onlara muhtaç olsun!

Sormadığımız soru şu: Toprak olsa, su olsa, hava v.s. olsa meyve olur mu? Olamaz. Çünkü, meyvenin mükemmelliği, planı, düzeni, güzelliği nerede; suda, toprakta, havada, vesairede bu mükemmelliği düşünme özelliği nerede? Sebeplerin kabiliyeti ile sebebi oldukları sonuçtaki mükemmellik birbirinden sonsuz derecede uzaktır. Sebebe ve sonuca yakından bakarsak, Bediüzzaman’ın ‘mesafe-i maneviye’22 dediği bu uzaklığı rahatça görebiliriz. Onun için de, bir taraftan sonuçtaki güzellikleri, mükemmellikleri göreceğiz; bir taraftan da ona sebep olarak gözüken şeylerde, acaba bu mükemmellikleri ve güzellikleri verecek kabiliyet var mı, diye bakacağız.

Nitekim, Bediüzzaman, kâinatta sebepler ve sonuçlar olarak görünen eşyaya bakar ve görür ki, "Sebep gayet aciz, âdi ve ona isnad edilen müsebbeb ise gayet sanatlı ve kıymetli." Müsebbebin bir gayesi, faidesi var; fakat esbab cahil ve camid... Müsebbebin gözünde tezyinat ve maharetler var, ancak sebeplerde bu tezyinat ve mahareti becerebilecek hiçbir kabiliyet yok.23

Meselâ, yağmur damlaları gökyüzünden gelir ve yeryüzünde bizim gibi canlıların rızıklarının yetişmesine sebep olarak görünür. Oysa, suda biz canlılara acıyıp şefkat edip rızık yetiştirme kabiliyeti yoktur. Meselâ, toprak bütün bitkilerin açılmasına, yetişmesine beşiklik eder. Canlılar da, rızıklarını bitkilerden elde eder. Oysa, toprak hissiz, şuursuzdur; canlıların rızkını düşünüp şefkat etme kabiliyetinden çok uzaktır. Suyun şuursuzluğu, âcizliği nerede; canlılara şefkat etmek nerede? Toprağın hissizliği, şuursuzluğu nerede; canlıların ihtiyacını düşünüp acımak nerede?24 Alâkaları yok, değil mi? Sebebin özelliği ile sonucun özellikleri tam birbirinin zıddı. Karanlık ve aydınlık gibi. İki zıt şey arasındaki uzaklık ölçülmez; yani uzaklık sonsuzdur.

İşte Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘esbab ve müsebbebat mabeynindeki [arasındaki] mesafeyi’ bütün sonsuzluğu ile gördük. O halde şöyle diyebiliriz: "Suda biz canlılara acıyıp şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su kendi kendine geliyor değil. Hem hissiz, şuursuz toprak bizim rızkımızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılıyor değil."25

Peki, böyle oluyor değilse, nasıl oluyor? Cevaba beraber gidelim: Yağmurun yağmasından başlayıp bitkilerin yetişmesine kadar gidersek, orta yerde sebep-sonuç zinciriyle bağlı bir olay, bir fiil görürüz. Ve bu fiilin hedefi, canlıların rızıklanmasıdır. Yani bu fiil gayet hakîmâne gayeleri ve mühim semereleri hedefleyen bir fiildir. Görünüşte, bu fiilin sahibi, sebepler gibi görünür. "Alt tarafı, yağmur yağdığı için bitkiler açmıştır" deyip geçiştirebiliriz. Ama yağmurda, yani fiilin zahirî sahibinde, böyle bir fiili yapacak hiçbir kabiliyet görmedik; aksine böyle bir fiili yapamayacağını gösteren bir sürü kabiliyetsizlik gördük. İşte şimdi, Said Nursî’nin vardığı sonuca geldik: "Demek ki, müsebbebleri yapan başkadır;"26 müsebbebleri yapan sebepler değildir. Sebepler zahirî bir perdedir. Yağmur geliyor değil, gönderiliyor. Toprak açılıyor değil, birisi o toprak kapısını açıyor; nimetleri ellerimize veriyor. Çünkü, gözümüz önündeki şu gayet hakîmâne gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gayet Alîm, Hakîm Birinin işi olmak gerekir.27

İşte, hem sebep-sonuç çizgisini, hem de sebep ve sonuç arasındaki sonsuz mesafeyi gördük; ve bu mesafeden, meselâ Alîm ve Hakîm gibi iki esma-i hüsna doğdu, bize göründü. Sonuçlara bakarak orada ilim ve hikmeti gerektiren bir sanat gördük. Sonra, geri dönüp sebeplere baktık ki, hepsi cahil, hepsi şuursuz. Bu fiile fail olmaktan çok uzaklar. İşte, sebebin cahilliğinden Alîm ismini, sebebin şuursuzluğundan da Hakîm ismini çıkardık. Demek ki, sebeplerin cahilliği ve şuursuzluğu ile sonuçlardaki mükemmellik ve sanatı ne kadar iyi anlarsak, ikisi arasındaki sonsuz farktan Allah’ın sonsuz ilim ve hikmet sahibi, yani Alîm ve Hakîm olduğunu o kadar net görebiliriz. Ve sebep-sonuç arasındaki bu uzun mesafenin, ‘esma-i ilâhiyenin matla‘ları,’ yani doğup da görünme yerleri olduğunu anlarız.

Nitekim Bediüzzaman Said Nursî, Allah’ın kâinattaki fiillerini anlatırken, bilhassa bu sebep-sonuç zıtlığına dikkat çeker. Meselâ, ‘ikram-ı Rahmanî’ bize "zehirli bir sineğin eliyle balı yedirir ve elsiz bir böceğin eliyle ipeği giydirir."28 Burada Said Nursî, bir taraftan balın ve ipeğin icadındaki sebep-sonuç bağlantısını verir; bir taraftan da sebep ve sonuç arasındaki mesafeyi açar: Bal tatlıdır, ama ona sebep olarak gözüken arı zehirli bir böcektir. İpek harika bir giyecektir, ama ona sebep gözüken tırtıl elsiz bir böcektir. Yine Said Nursî, bir üzüm salkımındaki taneleri bir bir sayar, onların lezzetini hatırlatır ve hemen onların sebeplerine dikkat çeker: ‘kuru bir toprakta duran ağacın kuru bir çubuğu’na asılı bir lezzetli salkım... Keza, halis, temiz, safi, besleyici, hoş beyaz sütün, Kur’ân’ın tabiriyle ‘kan ve dışkı ortasından’ geldiğini hatırlatır ve sözünü şöyle bağlar: "Nihayetsiz bir hikmeti, nihayetsiz bir kudreti iktiza eden şu fiil, ancak O’nun fiilidir."29

Buraya gelmişken, hemen şu soru akla geliyor: Peki, sebep gözüken şeyler de mükemmel değil mi? Meselâ, arı çok harikulâde bir canlıdır; ipek böceği de mükemmel bir sanat eseridir. Üzüm asması ve sütün geldiği meme de onların yaradılışından güdülen gayeyi mükemmelen ifade ederler. Evet, bu mükemmellikler inkâr edilemez. Ama dikkat edilirse, Said Nursî burada mükemmellikte arı ile balı birbiriyle kıyaslamıyor. Yani bal çok mükemmeldir, arı ise bunun yanında çok adi, çok basittir demiyor. Arı da, bal da iki mükemmel eserdirler. Ancak, bu eserlerin gerisinde bal yapmak diye bir fiil görünüyor. Balın mükemmelliği bu fiilin mükemmelliğini gösterir. İşte arı âcizdir, cahildir demek, arı bu fiili yapmaktan âcizdir, arı bu fiildeki hikmetin cahilidir demektir. İşte, sonucun gayet sanatlı ve kıymetli oluşu, sebebi tesir sahibi olmaktan azleder. Bediüzzaman’ın tabiriyle söylersek, arı ‘izhar-ı acz’ eder, bu fiili yapamayacağını, buna gücü olmadığını gösterir. Bir Sâni-Hakîm’e ‘teslim-i umûr’ eder, bal yapma işini O’na teslim ve tevdi eder.30

Hem sonra, sebep de, nihayette bir başka şeyin sonucu değil midir? O da, bir sonuç olarak, mükemmel bir sanattır. Meselâ, arı, hedefi arıya hayat vermek olan bir fiilin tezahürüdür. İşte arının hayatına sebep olarak gözükenlerin tamamı, arıya hayat verme işinden âcizdir. Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, "sebeplerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i sanat var." Yani, sebep de üzerindeki intizamıyla, muntazam bir fiilin eseri olduğunu ilan eder. O halde, onlar da "sair mahlûkat gibi masnudurlar." Yani doğrudan doğruya Saniin kudretinin taallûku ile yaratılırlar. Onları öyle sanatlı yapan Zât, onların neticelerini dahi yapıyor, beraber gösteriyor.31

Yani, herşey, Said Nursî’nin sık sık kullandığı tabirle bir ‘mucize-i kudret’tir, kudret mucizesidir. Mucize, Allah’tan başka bir kimsenin veya bir şeyin, yaratmada aciz kılındığı şey demektir. Kâinatta en basit bir sonuca en büyük bir sebebin eli yetişmediğine ve kuvveti yetmediğine göre, bütün sonuçlar, yani sebep-sonuç bağlantısıyla açıkladığımız her olay, her fiil, adı üzerinde birer mucizedir; kudret mucizesidir. Doğrudan doğruya Yaratıcının kudreti ile yapılırlar. Meselâ, "Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı O yapar. Ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi O icad eder."32 Yani, tohum ağaç yapmaktan; ağaç meyve vermekten acizdir. Ancak, Yaratan ağacı tohumla beraber yaratıyor, meyveyi ağaçla beraber icad ediyor.

Fakat, çok insan bu beraberliğe kanmıştır. Meselâ, Hıristiyan bilim adamları, buradaki sebep-sonuç ilişkilerine aldanmışlar, şöyle düşünmüşler: "Ağaç o kadar mükemmel meyve veriyor ki, bu ağaç kendi kendine olamaz, mutlaka bir Yaratıcı vardır. Ve Yaratıcı, ağacı meyve verecek bir kabiliyette yaratmıştır." Dikkat edilirse, burada sebeple sonucun arasını açmak diye birşey yoktur. Aksine, sonucun, yani meyvenin mükemmelliği sebebe, yani ağaca atfediliyor; ağacın bu meyveyi yapacak harika bir kabiliyetle yaratıldığı söyleniyor. Bırakın ağacı meyveyi yapmaktan azletmeyi, aksine ona meyveyi yapma görevi veriyorlar. Gerçi bunu düşünenler iyi niyetlidir. Nitekim ağaca bu görevi Allah’ın verdiğini söylüyorlar. Niyetleri, böylece ağacın Yaratıcısını yüceltmektir. O Yaratıcı ki, böylesine mükemmel meyveler verebilecek kadar harika bir ağacın Yaratıcısıdır, demek istiyorlar. Ancak fahiş bir hataya düşüyorlar. Çünkü burada sadece eserler, yani ağaç ve meyve seviyesinde düşünülüyor. ‘Meyve yapmak’ diye bir fiil sözkonusu değil. Dolayısıyla, meyve yapma fiilini Yaratıcıya vermek de sözkonusu değil. Yani, "Allah sadece ağacı harika bir mekanizma ile yaratır, ağaç da bu harika mekanizması ile meyveleri yapar." Böylece, meyveyi yapma fiili Allah’a verilmiyor; bu düşünceye göre, o işi ağaç yapıyor .

Hıristiyanlıktaki ógüya onu reddeden modern bilimin de aynen tevarüs ettiğió mekanik kâinat anlayışı, işte böyle bir hatayı netice vermiştir. Muharref Hıristiyanlığın kabul ettiği ‘Yaratılış’ bahsine göre, Allah kâinatı altı günde yaratır ve yedinci gün, dinlenir. Yani onlara göre, yedinci gün kâinat Allah’ın kudretinin doğrudan taallûkuna ihtiyaç duymadan da işleyebiliyor! Allah kâinatı bir saat zembereği gibi ilk altı günde kurmuş ve ondan sonraóyedinci gün boyuncaókendi kendine çalışmaya bırakmıştır. Hıristiyanlara bakarsanız, öyle görünüyor ki, halihazırda yedinci günü yaşıyoruz. Kâinat baştan yaratılıp kurulmuş; şimdi ise kendi kendine Allah’ın kudretinin taallûku olmaksızın işliyor. Allah ancak arasıraómucize göstereceği zamanókâinata müdahale ediyor.

Bu düşünce, ağaç ve meyveye gelince şöyle der: "Allah ağacı bir mekanizma ile kurmuş, ağaç da bu mekanizma ile meyve yapıyor." Yani Allah ilk altı günde ağacı yaratmış, yedinci günde o ağaç, o fevkalâde mekanizma ile kendi kendine meyve veriyor! Yani, meyvenin yapılması için Allah’ın kudretine ihtiyaç yok. Daha basit bir ifadeyle, Hıristiyanlıktaki mekanik kâinat anlayışı, "Allah sebepleri yapıyor, sebepler de sonuçları yapıyor" demeye gelir.

Buna benzer bir düşünce, İslâm dünyasının yabancısı değildir. "Kul, fiilinin hâlikıdır" diyen Mu’tezile mezhebini hatırlayın. Yani, Mu’tezile’ye göre, Allah insanı yaratır, insan da kendi fiilini yaratır. Bu düşünce insanı Allah’ın yarattığını reddetmiyor. Peki, o zaman Mu’tezile İslâm dünyasında niye reddedildi? Demek ki, "İnsan, fiillerinin yaratıcısıdır" dediğinizde, insanın kendisini Allah’ın yarattığını kabul etseniz bile, hakikî tevhide ulaşmış olmuyorsunuz; ‘sapıtmış’ sayılıyorsunuz. Hakiki tevhid, Allah’ın insanı da, insanın fiillerini de kendi sonsuz kudretiyle aynı anda birlikte yarattığını görmeyi gerektirir. Ehl-i Sünnetin tesbiti budur. Nitekim Kur’ân bu gerçeği "Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan, Allah’tır" (37/96) âyetiyle bize hatırlatır. Sebepleri Allah’ın yarattığını kabul ediyor, ancak sonuçları da sebeplere havale ediyorsanız, gerçek tevhidden çok uzaklardasınız demektir. Mu’tezile’nin düştüğü hataya düşüp, eksik bir Allah’a iman anlayışı içinde kalırsınız.

Oysa, "Hiçbir şey yoktur ki, onun kilidi Allah’ın elinde olmasın" (Kur’ân:14/21); "Hareket eden hiçbir şey yoktur ki, onun tasarrufu ve idaresi O’nun elinde olmasın" (11/56); "Herşeyin melekûtu O’nun elindedir" (36/83); "Göklerin ve yerin kilitleri, O’nun elindedir" (39/12).

Haliyle, Allah’ın herşeyin her halini her an kudret elinde tuttuğu bir tevhid anlayışından mahrum bir dünyada düşünen Galile, Kopernik, Newton ve Einstein gibi dindar bilim adamlarınınóki muhatap oldukları din itibariyle, gerçekten dindardırlaróYaratıcı anlayışlarında hep Hıristiyanlıktaki bu eksik Allah inancının izleri vardır. Bu bilim adamları, Allah’ı sadece sebeplerin Yaratıcısı olarak tanıyabilmişlerdir. Sebepleri bile Allah’a vermeyenlerin yanında, bu da takdir edilmesi gereken önemli bir adımdır. Bu noktada her biri tebrik edilmelidir. Ne var ki, onların takıldığı noktada bizim de takılıp kalmamamız gerekiyor. Çünkü, meselâ Newton sonuçların yaratılışına gelince, sebeplerden söz açar. ‘Kâinatın Büyük Mimarı,’ oóki ‘mimar’ planı çizer; inşaata, hele hele inşaattan sonra binanın işleyişine hiç karışmazóona göre, kâinatı kurmuş, kâinatın bütün hareketlerini mekanik kanunlara emanet etmiştir. Yani Allah kâinatı yaratmış, kâinat da kendi hareketlerini yaratıyor. İşte, Müslümanlar olarak, Newton’la yollarımızı ayıran can alıcı nokta burası. Yollarımız ayrılmalı da. Çünkü biz mükemmel bir tevhideóveya daha doğrusu, kelimenin saf ve gerçek anlamıyla tevhid’eómuhatabız. Ki bu tevhidin yolunu Bediüzzaman çeşitli vesilelerle tekrar eder. Özetle: Önce yeryüzünde ‘âsâr’ı, eserleri görürüz; ağaç ve meyve gibi. Bu eserlerin gerisinde ‘ef’âl,’ fiiller vardır; meyve yapmak gibi... Sonra da, bu fiilleri yapanın ismine, sıfatına, şe’nine ve nihayet Zâtına varırız.

Bu tevhid yoluna göre şöyle düşünmeliyiz: Şu güzel ve tatlı meyveler bu ağaçtan çıkıyor. Demek ki, iki eser görüyorum: ağaç ve meyve. Bu eserlerin gerisinde meyve yapma fiili var. Bu fiil mükemmel ve muntazam bir fiildir. Görünüşe bakılırsa, bu fiili ağaç yapıyor. Oysa, ağaç meyve yapmak gibi mükemmel bir fiilden âciz; bu fiilin gayesinden habersiz; bu fiildeki hikmetin cahilidir. O halde, bu fiili yapan, ağaç değil, başkasıdır... O da Allah’tır. Sonuç: Ağacı Allah yaratır. Ve meyveyi de Allah yaratır. Hikmeti icabı, ikisini beraber yaratır. "Ağacı yapan kim ise, üzerindeki meyveyi icad eden de O’dur. O herşeyin Hâlikıdır" demenin yolu işte buradan geçer.

"Öbür yol nereye gidiyor?" derseniz, söyleyelim: "Allah sebepleri, sebepler de sonuçları yapıyor" diye düşündüğünüzü farz edelim. Siz "Nasıl olsa sebepleri, o sonuçları yapacak şekilde yaratan yine Allah’tır" diye bildiğiniz için, gönlünüz rahat. Ama unutmayın ki, sizin Allah yapıyor diye bildiğiniz her bir sebep, aynı zamanda bir başka sebebin sonucudur. O zaman, eğer hâlâ sebeplerin sonuçları yaptığı fikrinde ısrarlıysanız, onu da bir başka sebep yapıyor olmalı, size göre. Bizden söylemesi: Bu gidişle, herşey mutlaka bir başka sebebin sonucu göründüğüne göre, geriye, sizin Allah yapıyor diyeceğiniz birşey kalmayacak. Meselâ, bir kere "Ağaç çok harikulâde bir mekanizma ile kendi meyvelerini yapıyor" diye düşünseniz, ondan sonra "O halde, ağacı bu harikulâdelikte yaratan Allah’tır" deme hakkınızı kaybettiniz. Çünkü meyveleri nasıl harikulâde bir mekanizma ile ağaç yapabiliyorsa, ağacı da başka bir harikulâde mekanizma ile başka birşey, meselâ tohum yapıyor olabilir. Ve tohumu da yapan başka harikulâde birşey mutlaka vardır... Bakın, yolunuz nereye çıktı: "Herşeyi sebepler yapıyor, yani Allah’ın doğrudan yarattığı birşey yok."

İşte o yüzden, önemli olan, sebep-sonuç çizgisini aşmaktır. Ancak böylece Allah’ın herşeyin Hâlikı olduğunu görebiliriz. Yoksa, sebepleri Allah’a verip, sonuçları da sebeplere verirsek, o sebeplere de sahip çıkacak başka sebepler çıkar. Sonuçta "Allah bazı şeylerin Hâlikıdır" bile diyemeyiz. Ya da, olsa olsa, ancak kimi filozofların, kimi ‘mütekellimîn’in ve de Hıristiyan akidesinin kabul ettiği şekilde, Allah’ı ancak ‘İlk Muharrik,’ ‘Müsebbib-i evvel,’ ‘sebepler arasında Birincisi’ olarak tanırızóyani aslında yine tanıyamamış oluruz.

Oysa, Bediüzzaman’ın kesin ifadesiyle, "Allah ya herşeyin Hâlikıdır, ya da hiçbir şeyin Hâlikı değildir. Başka ihtimal yok."33




Dipnotlar

1. Lem’alar, 289-90.

2. Sözler, 407.

3. Lem’alar, 290.

4. Mektubat, 212.

5. Sözler, 568.

6. Mesnevî-i Nûriye, 227.

7. İşârâtü’l-İ’caz, 96-7.

8. age, 96-7.

9. age, 96-7.

10. age, 97.

11. Lem’alar, 290.

12. İşârâtü’l-İ’caz, 103 vd.

13. Sözler, 226-7

14. İşârâtü’l-İ’caz, 20.

15. age, 20.

16. age, 20.

17. age, 82 vd.

18. Sözler, 569.

19. bkz. Tabiat Risalesi.

20. Sözler, 650.

21. Lem’alar, 124.

22. Sözler, 393.

23. age, 635.

24. age, 394.

25. age, 394.

26. age, 635.

27. age, 394.

28. age, 305.

29. age, 131.

30. age, 634-5.

31. Lem’alar, 305.

32. age, 305.

33. Mesnevî-i Nûriye, 167.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut