Senin Rabbin nasıl biri?

Mona İslam

İBN-İ ARABİ “Kibrit-i Ahmer’in Peşinde” giderken ben de onun peşine düştüm. İzlerini takip ediyorum. Açık olmak gerekirse bazen bir Nur Talebesi için yadırganacak şeyler de söylüyor Şeyh; ancak, hüsnüzanla, ve anlayışsızlığım için himmet dileyerek, edeple yola devam ediyorum. Kesin olan şu, bu farklı bir dünyanın farklı bir dili ve o nazarla bakmak gerekiyor. Bambaşka şeyler de söylüyor, bildik şeyler de ancak, bildik şeylerde dahi bambaşka bir nokta-i nazar sahibi bu Zat-ı Muhterem ve ben irfanından bir pırıltıyla, kenzinden bir minik yakutla dönersem kendimi bahtiyar addedeceğim.

“Men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehu”, Nefsini bilen Rabbini bilir sözünde duruyoruz bir müddet. Ben durunca O da duruyor, anlatmaya başlıyor. Her bir şey hususen o şeye rububiyet eden ve tecelli mahallini o şeyde bulan bir ilahi ismin hükmü altındadır; bu sebeple hiç kimse kendi Rabbinden, yani kendisine hükmeden ilahi isimden başkasını bilemez ve “Kendini bilen Rabbini de bilir” hadisinin tam olarak manası budur diyor.

Her birimizde tecelli eden babamız Adem (as)’dan tevarüs ettiğimiz, Esma-i Külliha dışında bir de İsm-i Azam var. Bu bizim hususi ism-i Azamımız. Belki Nefs’ül Emirdeki ism-i Azam değil ancak biz tüm isimleri bu ismin penceresinden müşahede ediyoruz. Bu müşahede ise öyle mistik bir şeyi görmek değil, kendimize dair bir görmeden ibaret. Şöyle ki, biz insanlara karşı nasılız? Biz eşyaya karşı nasılız, meleklere karşı nasılız, ölüm karşısında ve hayat karşısında tavrımız nasıl? Bunlara ilişkin bir kendini tanıma bize Rabbimize dair de bir tanımayı netice veriyor. Yani biz şefkatli isek Rabbimiz de şefkatli, biz kusur arayan isek Rabbimiz de bizim için öyle, biz zalimsek Rabbimiz de bize öyle (haşa Rabb zalim olmaz ama bizim okumamız böyle olur, başımıza gelen her bir olayda bize zulmediliyor, haksızlık yapılıyor gibi hissederiz), biz sevgi dolu ise O da bize karşı öyle, biz gözümüz her türlü kusuru görmeyecek şekilde aşk ile bağlıysak o da bize karşı kusurlarımızı hiçe indirecek kadar aşk ile bağlı olacaktır. Biz Rabbin emrine iki elimiz kanda olsa koşuyorsak O da bize her anda her halde koşacaktır. Biz insanlarla ilişkilerimizi küsme ve sırt çevirme üzerine bina ediyorsak Rabbimizin bize yüzünü dönmesini nasıl bekleriz? Bu bizim hususi Rabbimizdir. Bizimle kalp telefonumuzdan hep bu hattan konuşur. Kendimizle kavga ettiğimizde Rabbimizle kavga ederiz. Bu yüzden cehennem azabı çekeriz. Rabbimiz rengini bizim aynamızın rengine boyar.

Bu Rabb için böyle olduğu gibi mahlukat için de böyledir. Evren siz ona dostsanız dosttur, siz ondaki kıymeti takdir ediyorsanız sizi takdir edecektir. Zira evren dediğimiz şey Hz. Mikail’in suretinden ibrettir. Biz ona nasıl bir sevgi ve hürmetle yaklaşırsak o da bize öyle yaklaşacaktır. Eşyaya gösterilen vefa bize dönük bir vefa ile sonuçlanacak ve mahlukat biz ölünce ardımızdan ağlayacaktır. Bu Hz. Azrail için de geçerlidir. Hükmü altında bulunan ölüm ve dar-ı berzah bizim Onun hakkındaki düşüncelerimiz, Ona yönelik hazırlığımızı, Ona sevgimizi yansıtacaktır. Biz burada rabıta-ı mevt yaparken yaptığımız Azrail (as) ile irtibat kurmaktan başka ne olabilir? Biz gelen misafire evimizi ne kadar hazırlar ne kadar güzel yemekler pişirirsek biz de Ona gidince öyle karşılanacağız, hiç Azrail ihsanın altında kalır mı? Sure-i Rahmanda denildiği üzere, “İhsanın karşılığı ancak ihsandır.” Yevm’il Kıyamete dair beklentimiz de bu kabil değerlendirilebilir, biz her peygamberin otağını kurduğu bayrağını diktiği geniş bir çayırlıkta, dostlarımızla yeniden buluşmuş ve Efendimizin yamacında sevinçle gülümserken bulunmak istiyorsak, hem öyle tasavvur etmeli hem de bunun icabı olan sünnete ve dostluktaki muhabbete riayet etmeliyiz. Mahşere dair her güzel hayal, bizim Hz. İsrafil’e hüsnü zannımızla ve muhabbetimizle alakalı olsa gerek. Burada dikkat edilecek şey mesnetsiz hayal kurmamak ve hayal ettiğimize kavuşmak için say etmekten ibarettir. O takdirde hayal bizim için bir öngörüden, bir geleceği müşahededen ibaret olacaktır. Ve son ve en büyük melek ve hatta Ruh için de bu geçerlidir. Kutsal Ruh Cibril de sizi, sizin vahyi sevdiğiniz ölçüde sevecek, sizin kalbinize inen ve hayatınıza akseden ayet adedince sizin yanınızda olacaktır. Ruh-ül Kudüs aramızdadır, çağrımıza icabet edecektir. O çok mümtaz bir öğretmendir.(Necm suresi) Biz elini bırakmadığımız sürece her yere bizimle gelecektir. Dünyada, kabirde, mahşerde ve sıratta elimizi tutacaktır. Bunları “Ene zanni abdi bih” hadisi ile beraber okursak, Allah buyurur, “Ben kulumun zannı üzereyim.” Allah bizimle “Ben” zamiri ile konuştuğunda muhabbetten erimemiz gerekir, zira bu hitap “Benim ben senin Rabbin” makamından bir hitaptır. Sıcacıktır, emindir, enisdir, mahbubdur. Bu tarzı hitab, ancak Sevgilinin hitabıdır.

Elbette bu minvalde kalmayabiliriz, hayatın değişken durumlarında, nehrin akışı gibi akan zamanda, biz de bir isimin hükmünden bir başka ismin hükmü altına girebiliriz. Kuvvetliysek birkaç ismi ism-i Azam derecesinde üzerimizde muhafaza edebiliriz. Bu bizim imanımızın kuvvetine, teslimiyetimize, sayimize, amelimize, arzumuza bakar. Bu yüzden olsa gerek ki insan ne durumda olursa olsun çıkmadık candan umut kesilmez. Yine bu yüzden dağın zirvesindekiler bile her an düşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Gerçi kanaatimce Allah bir kere verdiğini bir daha geri almayacak kadar cömertlikte kusursuzdur, ama teoride bu elbette böyledir. Öyleyse Şeyhin düzeltmesi ile şöyle demem doğru olur, benim Rabbim verdiği ismi ve tecellisini kulundan geri almaz. Yeter ki kul inatla “ben seni istemiyorum” demesin.

Alemlerin Rabbini bilmek ise kainata bakmakla olur. İlk durum için enfüsi tefekkür, ikinci durum için afaki tefekkür istenir. Alemin Rabbi de elbette bizim kendi Rabbimizi ne kadar bildiğimizle orantılı olarak bilinir ancak, insan nefsinde tecrübe ederek bilemediği, yahut çekirdek nisbetinde kalmış, neşv-ü nema bulmamış kimi isimleri de empati yeteneği ile sair insanlardan, yahut ünsiyet ettiği sair mahlukattan öğrenebilir. Bu yeteneğinden dolayı insan adını almıştır, insan ünsiyetten gelir. Bu öğrenmede yakin kesbetmek ilkinden daha zordur. Belki birincisi hakkal yakin derecesine çıksa da ikincisi aynel yakin derecesinde kalabilir. Ancak bu daha külli bir bilmedir. Alemlerin Rabbine muhatap olmanın yolu kainat kitabını okumaktan, Kur’an tilavetinden, Rasulullah’ı tanımak ve anlama gayreti içinde olmaktan geçerken, kendi Rabbini bilmek Kur’an ve Sünnet-i Rasulullah’a güç yetirebildiğince tabi olmaktan, zikir ve ibadetten, insanlar içerisinde hizmet ve himmetle bulunmaktan geçer. İlkinde bilmek verilir, sıbgatullahla boyanırsınız, ikincisinde kalbin ilhamata açık olması riyazetten geçer ve kesbinize bakar. Şeyhin dediği gibi riyazet olmadan fütuhat olmaz. İstisnalar vardır ama bu genel kaideyi bozmaz.

Biraz muğlak olduklarının farkındayım, ancak bunlar Şeyh-i Ekberden kadehime doldurduğum birkaç damladır. Dilerim paylaşıldıkça çoğalır. Zira Rabb Verene Veren’dir. Hatam varsa benim anlayışsızlığımdandır. Allah hataları düzelten ve örtendir.

Şeyh çok hızla yer değiştiriyor, tekrar peşine düşmeliyim.

  04.05.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut