Göklerde seyr-ü sefer

Mona İslam

“GÖK KAPILARINA çıkan bir dinsiz filozof ise, orada her bir semanın meleği onu karşılar, o semanın kozmoğrafyasına dair bilgi ne ise onu ona verir, ancak her bir semaya çıkan bir mümin ise onu orada bir peygamber karşılar ve ona o semanın hakikatini ve sırrını ifşa eder. Orada hangi ismin hakikati varsa onu ona gösterir” der İbn Arabi.

Zihnim 29. Söz’e gidiyor. Eşyanın melekuti boyutuna vurgu yapan bahisler geçiyor aklımdan bir bir. Biz buna eşyanın seması diyoruz. Her şeyin bir seması, bir de arzı var elbet. Arzı görünen mülki boyutu, aşağı aleme, kargaşaya, süfliyata, sebeplere bakan tarafı ise, seması da ali, parlak, temiz, kavgasız-gürültüsüz, meleki boyutu. Bu iki hakikati birleştirerek düşünmek mümkündür ki her bir şeyin bir seması ve orada bir müekkel meleği var. O nesnenin bilgisi onun elinde bulunuyor. Gelene bunu öğretmekle vazifeli. Bilimsel buluşlar, şair ilhamları, ressamların esinleri, kaşiflerin keşifleri kainatın üzerinde bulunan nesnelere böyle bir derinlemesine bakıştan ve oradaki bir hakikati bir meleki elden almak ve arza getirip insanlara sunmaktan ibaret.

Bu kez Süleyman bahsine gidiyor aklım, “Süleyman kafir olmadı bilakis şeyatindi kafir olan” (Bakara 102) ayeti karşıma çıkıyor. “Onlar Babil’de iki melekten Harut ve Marut’tan sihir öğreniyorlardı” Onlar ise “bu yoldan çıkarıcı bir bilgidir” diye belirtmeden onlara bunu öğretmiyorlardı. Anlıyoruz ki insanlara bilgi melekler eliyle veriliyor. Bu bilgi ise iyi yahut kötü olabiliyor, bu insanların onu kullanmasına bağlı oluyor. Bugünün bilim adamlarının insanları baştan çıkaran, savaşlar koparan, şehveti ve şiddeti yeryüzüne yayan icatları da bahsimizden hariç olmasa gerek. Onlar bunu o meleklerden alırken bunu alanın ahiretten bir nasibi olmayacağını biliyorlardı. Ama onlar ahireti dünyaya az bir pahaya takas ettiler. Ne kötü idi bu bilip durdukları şeyler. Ne lanetli bir maldı bu satın aldıkları.

Yine “Biz gökleri yıldızlarla süsledik, onları şeytanlar için recm vasıtası yaptık” (Mülk 5) ayeti geliyor hatırıma. Bir tarafıyla yıldızların ne olduklarını düşünmeden edemiyorum. “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir” hadisi yardımıma geliyor. Yıldızları asfiya ve evliya olarak düşünüyorum. Bu mübarekler yaşarken de ölümlerinden sonra da kimi şeytanları recmetmekle meşguller demek. Hayatlarıyla yaptıkları hakikat intişarı gökleri süslemeye, küffara ve nefse karşı yaptıkları ise recmi şeytana benziyor bu zevat-ı kiramın. Demek kötü niyetle yaklaşıldığında semanın ancak bir yerine kadar gelinebiliyor, vahye, ilhama, ehli imana tahsis edilen bir sema var ki buraya girmek isteyenler hemen tard ediliyor.

Yahut bir melek bunu yapıyor, semanın da içini muhafaza eden bir melek olsa gerek. Bu yıldız, ister bir mübarek insan ruhu olsun ister bir melek işlev değişmiyor, göğü seyredenler için süslüyor ve izinsiz giren hırsızları taşlıyor. Öyle ise semanın dahi bir seması, melekutun da bir lübbü, batının da batını var. Yedi kat sema tabiri gözümün önünde kat kat açılmış bir gül gibi arz-ı endam ediyor. Oraya imansız çıkılamıyor. Ancak ehli iman oraya girebiliyor ki burada bir esma-i ilahiye ile ve o esmanın mazharı bir nebi ile karşılaşılıyor. Artık oradan öğrenilecek her şey bu nebinin taht-ı tedrisinde öğrenilen hakikatler oluyor.

En güzel tarafı da insanın hakikati melekten geçilerek gelinen bir menzile işaret edilerek anlatılıyor. Melekler sadece nebilere vahiy, velilere ilham getirmekle kalmıyor, müminleri de velilere ve nebilere aynı yoldan taşıyor, onları buluşturuyor, kavuşturuyor. Bizi gönlümüzü yandıran ateşi söndürmek üzere elimizden tutup bir pınar başına götüren, o şeriat pınarından içirirken hakikate eriştiren de bizzat melaike-i kiram. Yine İbn Arabi’nin “Şeriat hakikattir” sözünü anımsamaksızın edemiyorum.

Vuslat melekler eliyle oluyor. Ancak melekle beraberlik asla insanla beraber olmanın tadını vermiyor, meleğin öğretisi asla bir nebinin öğretisi ile boy ölçüşemiyor. Zira esma melekte olduğundan daha ziyade insanda zuhur ediyor. Sonunda vasıl olduğunuz ders halkası korunmuş, ona ne insan ne melek dokunmuş, size özel, size mahsus, orada meftunu olduğunuz ve peşinde uruç ettiğiniz ilahi ismin piri ile görüşüyorsunuz, hem de baş başa, kulak misafirlerinden azade. Bu nasıl bir muhabbet! Tasavvuru bile baş döndürüyor! Hakikat gibi pahalı bir yakut, ancak ondan anlayan bir göze, kıymet bilen bir talibe veriliyor. Onun başına taç edilip, hediye ediliyor. Talib her bir semada diz kırıyor, dirsek çürütüyor, çabalıyor, öğreneceklerini öğrenip, öğretmeni olan nebiye selam edip yola devam ediyor. Alıp götürdüğü mü durup görüştüğü mü daha kıymetli bilemiyor.

Her bir esma için bu seyr-i süluk devam ediyor. Yaşadığımız her bir an, karşımıza çıkan her bir eşya, başımıza gelen her bir hadise bize bir miraç imkanı tanıyor. Her biri için bir semadan davet alıyoruz. Ya o olaya yaklaşımımız küfür cihetinde oluyor, o vakit olay örgüsü ancak bizi birinci kat semaya kadar taşıyor. Sebep sonuç ilişkilerini, ardındaki girift olaylar dizisini, görüyoruz ancak, bir kaos hasıl oluyor, başımız dönüyor, tevil edemiyoruz, kesretten bir vahdet hasıl olmuyor, yahut bunu biz hakkıyla istemiyoruz, seyr-ü seferin ezasına katlanamıyoruz. Zira her yolculuk biraz meşekkattir. Örtüyoruz göz kapaklarımızı, kendimize gece ediyoruz hayatı. Ve bundan daha öteye çıkamıyoruz, bedbin yorgun, sürgün ediliyoruz, baş aşağı çakılıyoruz arza. Bir melek bizi şeytan addederek semadan tard ediyor. Zira nefsi emmarenin nokta-i nazarından bakınca biz dahi şeytan oluyoruz. Müekkel melek bize hüsranla geri dönüşümüzde haber veriyor, “buradan edindiğin bilgi kaosun bilgisidir seni helak edecek, bu bilgiyle ahretten bir nasibin yoktur.” Tıpkı Harut ve Marut’un Beni İsrail’i uyardığı gibi.

Şayet imanla dehaleti ve seyr-ü seferi becerebilirsek, dersimizi öğrendikten sonra bir diğer aşama daha var ki bu da her bir semada karşımıza çıkan bir hakikat. O da elçinin öğreteceklerini öğrendikten, onunla hallendikten, o esmayı üzerinde taşımaya başladıktan sonra hasıl olan bir hal. O zaman size soruluyor “Perde mi istersin, pencere mi?” Eğer perde isterseniz o esma-i ilahiyeyle ve öğrendiğiniz dersle birlikte gök katlarında seyr-ü sefere devam ediyorsunuz. Kuşkusuz perde olan esma, yahut bir peygamber, hatta belki bir pir olunca ardını göstermese dahi büyük bir hazza sebep oluyor. İnsan bu perdeden ayrılmak istemiyor, terk etmek bulunan hazineyi geri vermek insanın hiç işine gelmiyor. Ama pencere isterseniz, perdeyi açmalısınız, perde gibi desenli yumuşak göz alıcı olmasa da pencere ardında size o esma dürbününden o ismin müsemması olan Zat-ı Akdes’i gösteriyor. O zaman o pencereden Rabbinizi seyrediyorsunuz. Ve Hz. Ali gibi “Ben görmediğim Rabbe iman etmem” diyebiliyorsunuz. Rabbi müşahede dahi insanın kapasitesi ile kalbinin kabı ile orantılı kuşkusuz, O Güzel’e bakmaya takatiniz yetmiyor ve bir süre sonra oradan ayrılıyorsunuz. Arza dönüyorsunuz. Yeni bir hadiseye, yeni bir an kapısına, yeni bir miraca, yeni bir esma talimine, yeni bir Peygamberle tanışmaya, yeniden perde mi pencere mi sınanmasına varana dek arzda sürgünsünüz yine, babanız Adem gibi.

Pencerelerden bakmak, sizi kuşkusuz fena halde kızıştırıyor. Her bir esmada her bir bakışta, fani oluyor ve özlemle tutuşuyorsunuz. Ayrılıp ayrılıp yeniden kavuştuğunuz sevgili için bin kere ölüp bin kere diriliyorsunuz, yeniden yeniye yollara düşüyorsunuz. Öyle ya hiç görmeden ayrılığa tahammül edenle görüp görüp de ayrılmak zorunda olan bir mi? O zaman sevgili nisyana atılarak dahi insan huzur bulamaz ki. Ta ki o pencere açılana kadar. O zaman hak vaki oluyor, son miracında insan meleklerle beraber kat kat semaları bu kez bir anda, ama sonsuz ve mutlak bir anda aşıyor, pencere açılıyor, kul Rabbine vasıl oluyor. O zaman göz ne gördüğüne şaşıyor ne de tereddüt ediyor, zira o hep ucundan kıyısından gördüğü, cilve ve tecellilerini yükselip alçalışlarında hasretle hissettiği Sevgili. O şah damarından yakın olan, o nefesi kadar sıcak, sarıp sarmalayan, hep orada olan, hep gözümüzün içine bakan Yar. Kuşku yok ki vuslat tüm ayrılıklara tüm özlemlere, tüm çekilenlere, tüm seyr-ü sefere, tüm yorgun düşmelere, bin kere ölüp bin kere dirilmelere kafi geliyor. İşte o vakit ölüm şeb-i arus oluyor. Vasıl olunansa Refik-ül Ala.

  30.04.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut