“Sakın dengeyi bozmayın”

Mona İslam

UZUN BİR yolculuk hayat, elbette sona varanlara birkaç saat, yahut birkaç gün gibi gelecek. Ama yaşarken hiç bitmek bilmez bir yol gibi gözüküyor. Yol varsa yolun adabı var, yolcular var, kafileler var, yoldaşlar ve yarenler var. Yolu takip edilenler ve izleri takip edenler var. Bir de yolda elini tutup yürüdüğümüz dostlarımız var.

Yıllar önce bir yerden yola beraber çıkan insanlar, o yolda yürüdüklerini sanırken bir de bakarlar ki yanlarındaki insanları tanıyamaz olmuşlar. Ya yolun kerametinden, ya da yan yana yürünüldüğü sanılsa da hakikatte ayrı yolları kat etmekten bilinmez, en ihtiyacınız olan yerde yol ayrımında “buradan mı gidelim?” demek için dönüverince yanınıza orada kimsenin olmadığını görebilirsiniz. Ya da bir gün en yakınınız “sizi, sevdiklerinizi, ilgilerinizi sıkıcı bulduğunu” pat diye size söyleyebilir? O zaman kendinizi ve hayatınızın merkezine koyduğunuz ideallerinizi nasıl ayırt edecek ve “bu bana değil ilgi alanlarıma söylendi” diyebileceksiniz?

Ya da bir kayıkla denizde seyrettiğinizi düşünelim, sizi o kadar denizleri aşırtmış, taşımış, korumuş ve barındırmış olan dosta, ya kıyıya çıkınca artık ihtiyaç duymazsanız. Ya onu yanınızda sürüklemek size olduğu kadar ona da azapsa, o denize geri dönmek istiyorsa, ve siz de vefa diye yanıbaşına çöküp ağlayarak, “gitmiyorum hiçbir yere seni bırakmam” diyorsanız. Yaptığınız kendinize ve ona iyilik midir? Ya sizinle gelmek onun iyiliğine ise, buna bütün kalbinizle inanıyorsanız, onu ne kadar zorlayabilirsiniz? “Nasıl istersen öyle yap, nereye istersen oraya git” demek ne zaman zaruret ne zaman bir baştan savma ve terk ediştir? Ya da siz de tekrar lüzumsuz olduğunu bile bile denize mi dönmelisiniz?

Ya yol boyunca bin bir hevesle topladığınız ve ceplerinize doldurduğunuz mücevherat onun için bir taş kıymetinde ise. Her molada ceplerinizi boşalttığınızda sevinciniz kursağınıza düğümleniveriyorsa. Her ne toplasanız yaranamıyorsanız, ne olacak? Onun değerlerini kendinizin değerleri ile değişmeli misiniz? Gitmeniz gerektiğini hissettiğiniz yerden geri mi dönmeli, onun ardından dar yollara mı sapmalı, vefa diye çakıl taşlarını sever gibi mi yapmalısınız? Ya bir gün karşılaştığınızda “ben bununla yıllardır ne paylaşmışım” diyecek kadar yabancılaşmışsanız? Ya zaman iki arkadaşın arasında farklı aktı ise, ve siz artık başka bir nehrin akıntısına girmişseniz? Ya şimdiki aklınızla hiç dost olamayacak iki kişi iseniz? Sadakatte sebat edebilir misiniz?

Ya sizi istemediğiniz şekillere sokmaya, istemediğiniz çevrelerde oturmaya, istemediğiniz konuları konuşmaya, istemediğiniz yollarda yürümeye, istemediğiniz ilgileri edinmeye çağırıyorsa yol arkadaşınız. “Ben” nereye kadar terk edilebilir? İnsan neyi en son feda edebilir? İnsan eskiden öyle olmasa da artık beğenmediği birini nasıl olur da yılların hatırına sevebilir? Yoldaşlık alışveriş midir? Yoksa karşılıksız veriş midir? Yürüyüş siz farkında olmasanız da hep tek kişilik midir? Ya hiç tanışmadığınız yalnızlıkla nasıl baş edeceksiniz? Yahut kendinizi yalnız olmadığınız konusunda ne kadar kandırmaya devam edeceksiniz?

Ya kullanıldığınızı hissediyorsanız? Ya iyi niyetiniz sömürülüyorsa, ya verecek bir şeyiniz kalmadıysa, ya “hayır” diyemediğiniz için istemeye devam ediyorlarsa arkadaşlarınız. Hem yapabilme kapasiteniz olan her şeyi yapmak zorunda mısınız bakalım? İsteklerinizi nereye kadar gerekli olanın ardına koymalısınız? Ne kadar hayatı başkaları için yaşamalısınız? Ya istekleriniz onlara saçma geliyorsa, sorun ettiklerinizi abartı sayıyorlarsa. Ya siz olmadan çökerler sanıyorsanız? “Bırakalım çöksünler, dağılsınlar, güçlü olmayı öğrensinler” demeniz mümkün mü? Ya da belki de üzerlerindeki etkinizi fazla abartıyorsanız. Bu farkı nasıl anlarsınız? Ya sizi tatmin etmiyorsa artık anlattıkları, ya yüz seksen kere tekrarlardan haz etmiyorsanız artık, ya bu size “ben öldüm mü yoksa” duygusu veriyorsa, yerinizde saymayı hazmedemiyorsanız? Ne zamana kadar “cemaatte rahmet var” demeye devam edeceksiniz? Ne zaman kaybolmak riskini alıp yalnız yola devam edeceksiniz?

Merhametin ölçüsü var mıdır? Cömertliğin bir sınırı olur mu? İnsan aczi ve fakrı baki iken nasıl sonsuz merhamet taleplerine cevap verebilir, nasıl elindeki tek sermayeyi, hayatı başkası için harcayabilir? Buzu havuzda eritmek gerektiğine, yok olmakla var olunabileceğine ya inanamıyorsanız artık? Ya kimseyle eriyip karışmak hoşunuza gitmiyorsa, siz siz kalmak istiyorsanız ne olacak? Ne kadar teoriyi pratikle eş tutacaksınız, ne kadar romantik kalacaksınız?

Ya kendinizi yitirdiyseniz gayrın çokluğunda. Nasıl bulacaksınız “ben”inizi bir kere daha? Ya uzun zamandır başkalarının arzularını “ben de istiyorum” sanıp yapmışsanız ve bir sabah “istemiyorum” diye uyandıysanız. “Ben” olmadan nasıl mutlu olacak ve nasıl mutlu edeceksiniz? Ne kadar infak edeceksiniz kalbinizi? Ne kadar başkalarının rüyalarını takip edeceksiniz? Ne zamana kadar seyirci koltuğunda oturup alkış tutacaksınız? Ya artık ortada alkışlanacak bir şey görmüyorsanız? Gözlerinize mi baktıracaksınız? Yoksa yeni bir menzil bulacak, yeni yol mu açacaksınız? Ne zaman uydu değil gezegen olacaksınız? Sabır ne zamana kadar harcanabilir bir akçeniz olacak? Ne zaman riski göze alıp çoklarca yadırganan maceraya atılacaksınız?

Ya insanlarınız geniş bir korulukta sessiz ve mutlu yürürken tek tek sökülen kesilen, yıldırım çarpan ağaçlar gibi ellerinizden alınırsa? Nasıl kurtaracaksınız onları? Dahası nasıl kuracaksınız artık o cennet feza dünyanızı? Herkese bir kulp takılıyorsa hayatınızda, kimi sahtekar, kimi çapkın, kimi müsrif, kimi herkesle kavgalı, kimi bencil ve cimri denerek damgalanıyorsa esir pazarındaki köleler gibi. Nasıl muhabbetinizi sürdüreceksiniz insanlara ve hayata? Nasıl devrilen her ağaçla, savrulan her dostla ölmeyeceksiniz bir kere daha? Dahası nasıl inanacaksınız sizi beğenebileceklerine bu beğenme özürlü insanların? Arkanızı dönünce size de bir kulp takmayacaklarından emin misiniz? Değilseniz onları nasıl seversiniz, güvenmediğini sevebilir mi insan? Bu mukayeselere daha ne kadar dayanabileceksiniz? Ne zaman yıkacak içinizdeki çığlık gök kubbeyi? Ya gönlünüzde sadece insan biriktirdiyseniz ve bir gece kopan bir fırtınada hepsi tar-ü mar olduysa? Ya tepeden tırnağa “ah” kesilmişseniz? Siz çölde yalınayak içi boş, bir ben nasıl dolaşacaksınız, Samiri gibi?

Sevmekle sevmemek, dost olmakla, terk etmek, fedakarlıkla yardım dilemek, vermekle almak, kalabalıkla yalnızlık, arzularınız ve görevleriniz, ifrat ve tefrit arasında nasıl bir denge kuracaksınız? Nasıl vasat bir ümmet olacaksınız? Vicdanınızla nefsinizin arasında bir orta noktaya “ben”inizi nasıl oturtacaksınız? Nasıl hem ehl-i vicdan olup hem nefsinizi de unutmayacaksınız? Yalnızken, soracak kimse yokken, kıbleyi nasıl bulacaksınız? Altınızda sağlam bir toprak bulunmazken, seccadenizi nasıl havaya serip namaz kılacaksınız? “Sakın mizana dokunmayın” (bkz. Rahman suresi) ayeti sizi yaşlandırmıyor mu? Bu ikili sinyale, ikili çağırıya, istemek- istemek, kaçınmak-kaçınmak arası kaosa, cedele ne kadar dayanacaksınız? Ya dayanamadığınızda insan kalamazsanız?

Hakikat şu ki ben çok yoruldum…

  27.04.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut