“İLAHİ kelamın özü olan açık ve kesin hükümlü mesajlar ile müteşabihleri kapsayan bu ilahi kelamı sana bahşeden O’dur. Kalpleri hakikatten sapmaya meyilli olanlar, sırf kafaları karıştıracak şeyler bulmak için ve ona keyfi anlamlar yüklemek amacıyla ilahi kelamın müteşabih olarak ifade edilen kısmına uyarlar; oysa Allah’tan başka kimse onun kesin anlamını bilemez. Bu yüzden bilgide derinleşenler şöyle derler, ‘Biz ona inanırız, bu ilahi kelamın tümü Rabbimizdendir.’ Derin kavrayış sahipleri dışında kimse bundan ders almasa da.” / Al-i İmran - 3
Ayet-i kerimede geçen muhkemat ve müteşabihat terimleri beni hep düşündürmüştür. Fukaha muhkemat tabiri ile açık ve kesin hükümlü, açıklayıcı nass hükmündeki beyanların, müteşabihat ile de karmaşıklığından dolayı açık bir ifade ile söylenemeyen, zahir ve açıklayıcı terimlerle izah edilemeyen, ancak genel ve sezgisel olarak kavranabilen şeyleri mecazi bir biçimde ifade etmenin kastedildiğini söylemişlerdir.
İnsanlar da yazın hayatında benzer bir ayrımı takip ederler. Bazı insanlar tefekkürlerini, açık ve anlaşılır bir uslupla ortaya koyarlar, bazıları ise bunu teşbihler, alegoriler, soyutlamalar ile ifade ederler. Belki bir ayrıma tabii tutulacak olursa, makale yahut denemeler birinci kategoride, şiirler ya da şiir tarzındaki sembolik anlatımlar ikinci kategoride değerlendirilmelidir.
Kendi hayatımda müşahede ettiğim, insanın her iki anlatıma da ihtiyacı olduğudur. Okur olarak bazen zihnimizi besleyen tefekkürleri, bazen de kalbimizi besleyen şiiri tercih ederiz. İnsan olaylara da bazen aklı ile, bazen kalbi ile yaklaşır. Akıl ön planda olduğunda tahliller, benzerlik ve zıtlıklar, muhakeme ve mukayeseler yapan anlatımlar dökülür kalemimizden. Kalp ön planda iken sezgisel anlatılar bizi cezbeder. Bazen hissettiğiniz ama tam ifade edemediğiniz, elle tutulamayan pırıltılar için soyutlamalar gerekir. Bir sembol, bir işaret bir kapı açar, kalbine bir kor düşürür.
Ayet kelimesi de bir anlamda sembolü ifade eder, ayet bizzat kendini değil, işaret ettiği şeyi gösteren bir anlatım biçimidir. Bunun zirvesi müteşabih ayetlerde yakalanır. Bu ayetler sizi bir anlam okyanusuna atar, bu okyanusun enginliği hem baş döndürür, hem aciz bırakır. Beşerin ürettiklerinde de bilim daha çok muhkemata, sanat daha çok müteşabihata bakar. Bilim akıldan kuvvet alırken, sanatın menşei kalptir. Muhkemat hüküm verir, beyyine sunar, mufassaldır, müteşabihat ise benzetme yapar, ima eder, tasvir eder, soyutlar, öze dair bir ışık yakar, ama mücmel bırakır.
Batılı tabirle allegori ya da Arapçasıyla müteşabihat yazı yazarken de imdadımıza yetişir. Hissettiklerimizi kağıda dökerken, semboller kullanırız. Bu semboller kimi zaman sosyal hayatımızda da kullanılan, birçok insan için aynı hakikate işaret eden sembollerdir, kimi zaman sadece bizim dünyamıza ait semboller. Bu durumda anlatılanların tamamı okuyucuya ulaşamaz. Onun ancak bir kısmı anlaşılabilir sezilebilir. Bu da kademeli olur. Sizin kavramlar dünyanıza, sevdiklerinize, önemsediklerinize, aşina olan bir okuyucu sözlerinizden daha derin bir sezgi ile pay alırken, aşina olmayan biri dışarıda kalır. “Ondan ancak bilenler anlar” tarafını böyle anlamak gerekir. Rabbimizin de kelamına aşinalığı, ubudiyeti ile ona yakınlığı nispetinde kişi ilahi kelamın müteşabihatından daha çok pay kapar. Uğruna terledikçe, kalbini bağladıkça, susuzluğu arttıkça, yarası derinleştikçe daha çok istifade eder. Zira yaralı olmak anlamanın vazgeçilmez bir parçasıdır. “Bu bahçenin tüm meyveleri toplanmaz, namahrem nazarlar bakmasın, yazdıklarımızı dilimize aşina olmayanlar okumasın, aczimize binaen ilham edilmiştir” gibi cümleler İslam mütefekkirleri tarafından bu hakikati ifade için sarf edilmiştir.
Bu kabil sembolik anlatımları en çok şiirde görürüz. Şairin kadim okuyucularını mest eden şiirler, bizim dünyamıza değmeden geçip gider. Amaçlanan da budur zaten, bazı sırlar vardır, herkese anlatılmaz, ama anlatılmadan da durulmaz. Zaten yazmanın izzetini muhafaza için, çatlar dereceye gelmeden, kabını doldurmadan, sabrın sonuna varmadan kalemi ele almamak lazımdır. O zaman kendisine Rabbin yemin ettiği kalem, ve onun satırlara zerkettiği ruh, sırrı ifşaya başlar, şifreli yazar, sembollerin ardına manaları saklar. Hem görülmek isteyen, hem utanan bir genç kız gibidir bu halde. Yahut örtüsünün altında bir dünya güzeli. Böylece namahrem nazarlar değmeden insan içindeki hakikati kağıda dökmüş, sırrı paylaşmış, öz muhatabına da ulaşmış olur. Bu açık yazılmış ama kapalı duran, sahibinden başkasının istese de okuyamadığı sihirli bir mektup gibidir.
Müteşabih anlatılara en çok rüyalarda rastlarız. Bilindiği üzere rüya üç çeşittir. Biri Rahman’ın direkt olarak kuluna ilham ettiği apaçık rüya-yı sadıka. Bunun manası tevile muhtaç değildir. Diğeri melekler aleminin sembolleri ve o dünyanın lisanı ile kişinin kalbine indirilen rüyalar, ki bunlar tabire muhtaçtır. Üçüncüsü de bilinçaltı rüyaları ki psikolojinin konusudur. Benim alegorik anlatılara benzettiğim rüya tipi ikinci tip rüyalardır.
Bir gün bir adam bir sufi şeyhine bir rüya anlatır, Şeyh “Oğlum sen hacca gideceksin” der. Sonra başka bir adam aynı rüyayı anlatır, “Oğlum sen hırsızlık yapmışsın, tevbe et” der. Bu da apaçık gösterir ki, rüyada görülen semboller de, diğer sembolik anlatılar da rüyayı görene, onun mizacına, yaşantısına ilişkindir. Yazıyı yazanın has dünyasına ve ona ait kavramlara bakar. Dolayısıyla ağaç biri için başka bir şeyi, diğeri için başka bir şey ifade eder. Bu da müteşabih bir dille yazanı gayrın nazarlarından koruyan bir kalkan, bir tesettür, bir hicap olur. Böylece kalem sadece gitmek istediği ya da kendisini iştiyakla isteyen adrese ulaşır. Belki bu da kalemin nazıdır denilebilir.
Öyleyse bu kabil yazıları niçin okuyalım değil mi? Bize yazılmamış, yazarın yakını değiliz, anlam dünyasına aşina değiliz, zaten bir şey anlayamayacağız. Hayır. Gerçekten becerikli bir yazarın elinden çıkmış bir sembolik anlatım, gül yaprakları katman katman anlamlar içerir. Siz onun derununa bakamazsanız, örtüsünü açamazsanız da dışarıdan gördüğünüz anlatım biçimi sizin dünyanızda da birçok çağrışımlara sebebiyet verir. Hatta siz yazıdan yazarının kastetmediği, aklına bile getirmediği hisseler çıkarıp dünyanıza katmaya, adeta metni yeniden kurmaya, inşa etmeye sevk eder. Böyle metinler özde hakikatleri bir olduğu halde insanlara türlü türlü biçimlerde görünen meleklere benzerler. Gerçekten isterseniz kelimelerdeki melekleri siz de görebilirsiniz.
Böylece okuduğunuz metin sizi anlatıyor olur. Sanırım “Yazar beni anlatmış” diyenler bunu kastediyorlar. Bilakis, yazar daima kendini anlatır, kendi dünyasını, kendi gözlemlerini, deneyimlerini, hissiyatını paylaşır. En kurgusal anlatımlarda bile yazarın perspektifini kolaylıkla bulursunuz. Satırların arasına gizlenen soluğunu duyarsınız. O size kendini göstermek istediği kadar faş eder. Ama bir yazarın sadık okuyucuları onu belki kendi ailesinden bile daha iyi tanırlar. Dostoyevski’nin hayatına ve ailesine nazar eden biri, onun karısı veya çocukları tarafından hiç de anlaşılamamış ancak yazar Berdyaev’in ellerinde bir muhteşem şahsiyetle ortaya çıkmış olduğunu görür. Berdyaev Dostoyevski’yi okurken onun ruhuna aşina olmuştur. Ailesi ise bedenine muhataptır.
Müteşabih bir metnin okurunun duyduğu yakınlığın sebebi, kalpten çıkanların kalbe girmesinden ibarettir. İnsan bir yaşamsal olguyu hakikaten derununda hissetmiş, onunla pişmiş ve bundan sonra onu kaleme almışsa, yazıda gerçek bir hüzün, gerçek bir aşk, gerçek bir feryat varsa, bunu apaçık bir dille ifade etmese de, başka insanların kalplerinde, kendi hayatlarına dair hüznü, aşkı, feryadı tetiklememesi mümkün değildir. Bu karşımızda duran bir insanı gözlerinden okumaya benzer. Kimi zaman gözler kelimelerden fazlasını, hatta kelimelerin gizlediklerini açığa vurur. Sembol pencerelerinden içeri bakabilmek, kişinin gözlerine bakabilmek gibi, yorucu ama öğreticidir.
Not: Bunlar ayetten kalbime düşen manalardır. Tefsir maksadı taşımazlar.
© 2021 karakalem.net, Mona İslam