Biz talebeyiz, mürid değiliz

Mona İslam

KUR’AN-I MÜBİN’İN ilk inzal olan ayeti bir emirle başlar, “Oku!” Küçük çocukların bile bildiği bir hakikattir bu. Okuma yazma bilmeyen bir peygambere gelen bu buyruk üzerine onun kainat kitabını sayfa sayfa, ayet ayet, kelime kelime, harf harf okuduğunu, nefsinde olanı satır satır incelediğini, kalbine vahyolunanı da zerre şaşma olmaksızın naklettiğini biliriz. Bu yüzden bize daima afaki ve enfüsi okuma dersi verilir. Okumanın öneminden bahsedilir.

Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi-i Şerif’e “Dinle” diye başladığını da neredeyse bilmeyenimiz yoktur. Bu güne dek bu farkı düşünür dururdum. Pek çok açıklama ve izahatın yanında bir izah hem çok hoşuma gitti, hem başka hakikatlere kapı açtı. Şöyle;

Osmanlıca’nın terkibi yapılırken izahat babında denilir ki, Osmanlı Araplardan ilmi Farslardan edebiyatı aldı. Osmanlı öncesi dönemde Selçuklu hükmünde Anadolu halkları daha ziyade şifahi kültürle yaşayan halklardı. Buna karşılık Endülüs, Kahire, Şam, Bağdat merkezli bir ilim ve medrese geleneği devam etmekteydi. İbn Arabi’nin yaşadığı dönemde (Hz. Mevlana ile aşağı yukarı aynı dönemlere rastlar, Konya’yı ziyarette karşılaştıkları da rivayet edilir) Endülüs’e, Mağrib’e bakacak olursak, okumanın ne kadar yaygın olduğunu, halk arasında dahi el yazması kitapların dolaştığını, felsefe ve edebiyat dahil her alanda okuyan bir topluluk olduklarını görürüz. Bu yüzden böyle bir toplumun içinden çıkarak maşrıka göç eden ve Eyyubi hakimiyetindeki bölgelerde de cari büyük alimler halkasına dahil olan İbn Arabi’de okuma vurgusunu, Mevlana Celaleddin’de dinleme vurgusunu görüyoruz. Hz. Mevlana fehmimce “okumazsınız, okumayı da sevmezsiniz, ama bari dinleyin” diyor. Zira dinlemek okumayan bir toplum için tek öğrenme kaynağıdır. Geniş halk kitleleri ancak “semi’na ve ata’na” (işittik ve itaat ettik) diyerek dine dahil olabilirler. Bunun da ötesinde, dinlememekle “kulaklarında bir perde var” hitabına muhatap olunur ve dalalet ve sapkınlıkta kalınır. Böylesi için kurtuluş yoktur. Her alim gibi bu iki zat-ı muhterem de içinde bulundukları toplumun nabzına ve ihtiyaca göre bir metot belirlemiş, onların var olan özelliklerini doğru şekilde yönlendirme gayretine girmişlerdir.

Tasavvuf ve tekke hayatı, tüm İslam coğrafyasında olduğu gibi Anadolu’da da ister ehl- tarikat olsun ister ehl-i şeriat tüm halkın sohbet halkalarına dahil olması, naatlarla, mesnevi beyitleri ile, mevlidler ile, Yunus şiiri ile muhatap olan herkese bir hidayet ve dinde sebat vesilesi olmuştur. İnsanlar dinlerini dinledikleri Hz. Ali (ra) cenk hikayeleri ile, sazla söyledikleri, ilahi haline getirdikleri Yunus şiirleri ile, Efendimizin (sav) hayat-ı seniyyelerini Mevlid-i şeriflerle öğrenmişlerdir. İçlerine hurafeler de girse, kulaktan yayılan din adet ve geleneklere sirayet etmiş, insanlar farkında olmaksızın takliden de olsa doğru olanı yapmış ve yaşamışlardır.

Bu o dönemin şartlarında işlevseldir. Hayat kurtarmıştır. Fakat bu ancak ikincil seçenek olmalıdır. Zira birinci seçenek, ayette emredildiği gibi, “okumaktır”. Hele günümüzün karmaşık ve sofistike küfür ve dalalet iğvası içinde, Üstadın tabiriyle “dalalet fen ve felsefeden” gelirken, gaflet eğlence ve hazcılıkla pompalanırken sadece kulaklarımızı kullanmamız yetmemektedir. Tüm azalarımızla hakikate ciddi bir muhatabiyet, tüm latifelerimizle imana ciddi intisap, tüm gayret ve kabiliyetimizle ilim edinmek, nefesimiz yettiğince hizmet ve himmet lazımdır. Zira kaldırılacak yük ağır, ehliyet sahibi adam azdır. Yükü kaldırmamak hepimize zarar verecektir.

Okumak dinlemeye göre daha etken bir öğrenme biçimidir. İster okuduğunuz bir kağıda yazılı harfler olsun, ister bir doğa parçası, isterse kendi duygularınız, aktif bir tefekkür isteyen yorucu ve zahmetli bir iştir okumak. Bu zahmete katlanmak istemeyen geniş insan kitleleri daima “armut piş ağzıma düş” misali birilerinin kendilerine ne yapmaları gerektiğini söylemesini istemiş ve bir liderin ardından gitmişlerdir. Bu yüzden “raina” (bizi güt) demeyin buyrulur ayet-i kerimede. Bir insanın kendilerini bir yerden bir yere götürmesi için teslim olmuş kişiler kendi potansiyellerini bihakkın kullanmazlar. Belki sonunda sahil-i selamete çıkarlar, ancak tüm yetenekleri inkişaf etmez, tüm kabiliyetleri kemale ermez. Yani tasavvufi tabirle “insan-ı kamil” olamazlar. Melekelerin inkişafı için, kişinin ümmi bile olsa bir enfüsi ve afaki okuma faaliyetine girişmesi lazımdır. Tasavvuf tarihinde görülen ümmi mürşid-i kamiller böyle zatlardır. Tembel adamdan bırakınız kamil insan olmayı, iyi müslüman bile olmaz. Üstelik bir tehlike daha vardır ki, “Küfre en yakın topluluklar akıllarını önderlerine teslim etmiş olanlardır.” Dolayısıyla bizim geçmiş zamanın insanları gibi aklımızı kapının dışında bırakmak gibi bir şansımız da lüksümüz de yoktur.

Bediüzzaman talebelerine kendisini dinlemelerini değil, Risale-i Nur’u okumalarını emreder. Bunun sadece dönemin şartlarında bir yere toplanamamaları ile izah etmek mümkün değildir. Bilakis bu bilinçli bir yönlendirmedir ki, Üstad artık mürşid-i kamiller döneminin bittiği, herkesin kendi yolunda tek başına ilerlemek zorunda olduğu bir dönemde gelmiş, ve talebelerini de kendi ayakları üzerinde duracak bir seviyeye getirmek dilemiştir. Bunun olmazsa olmazı okuyan insanlar olmaktır.

Denilir ki, bu çok anlamlıdır, “sabah güneşin doğmasına yakın tüm yıldızlar gözden kaybolur, zira artık onlara ihtiyaç yoktur, güneş zuhur edecektir.” Risale-i Nur da böyle bir güneştir. O güneşten hakkıyla istifade edebilmek için hakkıyla okumak gerekir. Bir ayağı merkezde Risale-i Nurda, diğer ayağı alemde tüm İslami birikimin, ve insanlık mirasının üzerinde Mevlana’nın pergel metaforu gibi olmak lazımdır. Bu sayede ancak Risale-i Nur’a daha iyi talebe olunabilir. Üstadın “beni seviyorsunuz, ama anlamıyorsunuz, bana mahbub değil hakiki muhatap lazımdır” azarını işitmemiş oluruz.

Oysa Risale camiasında birçok fikir, birçok hal ve birçok eylem Risale-i Nur’un çok açık hakikatlerine terstir. Ancak bu tenakuzun sahipleri kendilerini Nurcu olarak tanımlamaktadırlar, üstelik de temsil makamında görülmektedirler. İnsanlar size “Nurcular böyle söyler, şöyle yapar” dediklerinde ortadaki yanlışı düzeltmek ve Risale-i Nur’u ve müellifini bu yanlışlardan tenzih etmek oldukça güç hale gelmiştir. Bu benim bizzat çok yaşadığım bir açmazdır. Bunu sebebi olarak da naçizane fikrim, Risale müntesiplerinin okuma makamından dinleme makamına düşmeleri ve bu düşüşten itibaren abla ve ağabeyleri ne derse ona inanmaları, ehl-i tetkik ve tahkik olmamaları, kitabı bizzat ellerine alıp eskitinceye kadar okumamaları, kulaktan dolma birkaç söz ve vecizeye istinat ederek hayatlarını geçirmeleridir. Böylece bir sürüye dönüşen kitleyi birkaç kişi kolaylıkla çekip çevirebilmektedir. Zahirde intizam vardır ancak bu rahmet değildir, zira rahmet ihtilaftadır. İhtilaf edebilmek içinse kafayı çalıştırmak, düşünmek, tefekkür etmek, okumak lazımdır. Ağabeylerimizi severiz, onlardan çok şey öğreniriz, ancak her dediklerine “peki” demek durumunda değiliz. Zira bu onları ağabey değil şeyh yapar, yolu da tahkik değil taklide tebdil eder. Biz talebeyiz, mürid değiliz.

Bu sebeple Risale-i Nur gibi bir güneş, bizi bir çiçek yahut meyve bahçesine tebdil etmemiştir. Bu sebeple Risale-i Nur camiasından entelektüel çıkması ender-i nadirattandır. Bu sebeple çok zaman kaybedilmiştir. Ümmetin düşünce ufku halen bizim ışığımızı beklemektedir, sadece kendimiz için değil başkaları için de bu emanete sahip çıkmak borcumuzdur. Ağaç kökleri ve gövdesi ile oluşmuş, dallar zuhur etmiştir. İntişar ve çiçeklenmek, hatta meyveye durmak lazımdır. Bunun içinse çok gayretle okumak gerekir. Risale-i Nurdan aldığımız metod ve kavram bilgisi sair okumalarımızı çok kolaylaştıracaktır. Kış geçti bahar geldi, ancak biz hala tembel tembel toprak altında yatıyoruz. Yazık, Üstadımıza verdiğimiz söze yazık. Onun bizim için ömrünü heba edişine yazık. Elbette Allah onu karşılıksız bırakmaz, ama ona bizim de bir karşılık verme borcumuz vardır.

El-hak hal-i pür melalimizden utanmak lazımdır…


Not: 1: Okuma planım için bana pergel metaforunu veren, okuyacağım şeyler için bir liste ile yardımcı olan, cesaretlendiren, şevklendiren, samimiyetle hassaten arayışımla ilgilenen Sadık Yalsızuçanlar ağabeyime,

Not-2: “İslam Düşünce Mirası Bediüzzaman Kimleri Okudu?” konulu semineriyle bize bir izlek sunan Metin Karabaşoğlu ağabeyime teşekkürler.

  13.04.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut