İz bırakmak

Mona İslam

ALLAH VACİBA’L-VÜCUD’DUR. Varlık sıfatı bizzat O’na aittir. Eşya vardır. İnsan ise var olur. Varoluş bir süreçtir ve insana hastır. Biz bir hilal misali ala-i illiyyinden esfel-i safiline inebilir, esfel-i safilinden ala-i illiyyine çıkabiliriz. Dünyaya inişimiz ve bekaya gidişimiz bir tam daire teşkil eder. “Sonunda bize döndürülürsünüz” hakikati böylece tahakkuk eder. Bu bizim varoluş hikayemizdir.

Bu sabit ve kararlı bir varlığa sahip olmama hali bizi varoluş endişesine sürükler. Biz ne melek gibi ne hayvan gibiyiz, makamımızın bir garantisi yok, gözde de olabiliriz, gözden de düşebiliriz. Her an varlığımızdan bir şeyler yitirme korkusu taşırız, ve bu endişenin üstesinden gelebilmek için kainatta bir iz bırakmaya çalışırız. İz bırakmanın tek yolu ilişki kurmaktır. Biz de varlıkla ilişki kurarız. Severek, şefkat ederek, infak ederek, biçim vererek, değiştirerek, hatta bazen yıkarak, yok ederek.

Bu öylesine bir fıtri ihtiyaçtır ki, küçük çocuklarda bile kendini gösterir. Yaptığı bir resmi size beğendirme çabası ile, bir kitaba daldığınızı gördüğünde ilgi isteyip “seni seviyorum anne” demesi ile, hatta yaramazlık yapmaları ile çocuklar “beni gör, ben varım” derler.

“Fernando Silva, Managua’daki çocuk hastanesini yönetiyordu. Noel arifesinde gece geç saatlere kadar çalışmıştı. Patlayan havai fişekler gökyüzünü aydınlatmaya başlayınca artık gitme zamanının geldiğine karar verdi. Evde, bayramı kutlamak için onu bekliyorlardı.

Her şeyin yolunda olduğuna güven getirmek için son bir kez çevreyi gözden geçirirken arkasında yumuşak ayak sesleri duydu. Dönüp bakınca hasta çocuklardan birinin peşinden geldiğini gördü. Loş ışıkta bu kara bahtlı, kimsesiz çocuğu tanıdı. Şimdiden ölümle kırışmış olan bu yüzü, bağışlanmak, belki de izin almak ister gibi bakan bu gözleri biliyordu.

Fernando onun yanına gitti ve çocuk doktora elini verdi. “Birilerine söyleyin…” diye fısıldadı çocuk. “Birilerine söyleyin benim burada olduğumu.”

Eduardo Galeano Kucaklaşmanın Kitabı’nda bu varoluş çığlığına küçük bir çocuğun dilinden ses veriyor. Çünkü birilerinin bizim burada olduğumuzu bilmesi, her birimiz için bu denli hayatidir. Öyle ki, tüm varlıkları ile bizi algılasınlar isteriz. Bizi görsünler, işitsinler, bize dokunsunlar, bizi anlasınlar, bizi sevsinler, bizi hatırlasınlar dileriz. Bize hem gözle, hem kulakla, hem akılla, hem kalple, hem hafıza ile muhatap olsunlar diyedir tüm çabalarımız.

Ben de bugün hastalıktan ve evde yatmaktan usanmış, ama yorgun, bitkin bir hal içinde yakınlardaki bir büyük park alanına gittim. Her yer papatyalarla doluydu. Öyle ki küçük kızımın söylediği gibi sanki “bir çocuk melek gökyüzünde patlamış mısır yemiş ve yerlere dökmüş”tü. Papatyalar, onları sevdiğimi biliyorlar mıydı? Onlara usulca fısıldadım, “benimle berzaha da gelir misiniz?” Ardından eşime kendisinden önce ölürsem mezarıma papatyalar ekmesini söyledim. Bu bahar şenliğinde ölümü düşünmeme bir anlam veremedi. Ama güzellik bu kadar göz alıcı olmasa, ondan ayrılmak da bu denli zor olmazdı. “Papatyalar da beni seviyor mudur?” dedim, bir tane koparıp bana uzattı. Papatyalara bitişme arzumun güzelliğe, sonsuzluğa, varlığa bitişme sevdası olduğunu biliyordu. Papatyaların gönlünü kazanabilirsem benimle âlemin her yerine geleceklerdi, biliyordum.

Bir kedi ile yemeğimi paylaştım, yemeği verirken onun da beni hatırlamasını diledim. Çünkü kedileri de yanımda götürmek dilerdim. Bir köpeğe yanaştım, hasta gibi görünüyordu, ona dua ettim, şifa diledim, başını kaldırdı bana baktı, gözlerinde kendimi gördüm. Onun hastalığı benim hastalığımdı. Ya beraber şifa bulacaktık, ya birlikte düşüp kalacaktık. Dileğim köpeğin dünyasında iz bırakmak, giderken onu ardımda bırakmamaktı. Denize baktım, uzun uzun yunusları aradım, yosunlara daldım, dalgaları saydım. Dalgalara, yosunlara, yunuslara gözlerimle işaret koymak istedim. Ağaçlara dokundum, tek tek işlenmiş oya gibi çiçeklerine ve yapraklarına temas ettim. Yıllardır geldiğim bu parka ait her nesne beni tanısın istedim. Tüm dualarım bir yerlerde beni hatırlayan birileri olması içindi. Öyle ki insan yetmiyor, dağ, taş, çiçek, hayvan tüm kainat beni hatırlasın istiyordum ve hatta beni sevsin. Her yere benimle beraber gelsin. Güneşe gözlerimi dikip uzun uzun bakışım, gözlerim kararınca geri çekilişim bundandı, yıldızların meleklerine selam verişim de öyle, o küçük çocuk gibi “Ey güneş, benim burada olduğumu biliyor musun; ey yıldız, seni sevdiğimin farkında mısın?” diyordum. Ne güneşsiz ne de aysız yaşayabilirdim, her şeyi hep beraber varoluşumun içine derc ediyordum. Ben hepsiydim, aramızda ayrı gayrı yoktu. Kalbime bir kez dokunan hiçbir şey geride kalmamalıydı. Sevdiğim hiçbir varlıktan karşılık almamaya gönlüm razı değildi. Ben elmayı seviyorsam elma da beni sevmeliydi. Benim hayatıma dahil olmaktan memnun olmalıydı. Kulağa diktatörce geliyordu ama, belki de “halife” olarak yaratılmanın bir anlamı da buydu. Tüm varlık alemi üzerinde bir halife isek her bir varlıktan da biat istiyorduk. Biat varlığımızın onaylanışıydı, meleklerin secdesiydi. Yalnız insandan bu anlamda bir biat bekleyemiyorduk, hakikat şu ki insan Yaratıcıya bile hüsn-ü mukabele etmeyebiliyordu.

Namaz kılıyorduk, hayırlı bir şeyler yapmaya çalışıyorduk, hepsi bir deftere kaydolsun istiyorduk. Bu da bir iz bırakma çabasıydı. Ruhumuz bedenimizden ayrıldığında bizi hatırlayan ve dua edenler olsun istiyorduk, bu da bir iz bırakma çabasıydı. Biri doğum günümüzü hatırladığında bunun için bu kadar seviniyorduk. İnsan unutulmak istemiyordu. Bir zihinde var olmak, olumlu ise cennet, olumsuz ise cehennemdi. Ama yine de hiç olmamaktan iyiydi, zira insan cehennemde dahi olsa var olmak istiyordu. Bu yüzden birinin size nefretle bile cevap vermesi sizi yok saymasından, unutmasından iyiydi, yok saymak en büyük şiddetti. Adem mutlak şerdi. Cehennem bile üzerindeki celal tecellileri ile ademe göre hayır kalıyordu.

Etrafta gördüğümüz insanları buram buram parfüm sürmeye, en sıradışı kıyafetleri bulup giymeye, saçlarını savurarak, kahkahalar atarak konuşmaya, yazmaya, başarılı olmaya, meslek edinmeye, kariyer sahibi olmaya, evlenmeye, çocuk doğurmaya iten şey bir iz bırakma çabası değil miydi? Herkes cennette veya cehennemde mutlak olarak var olma emelinde idi. Var olmak kendimizi bilmemiz, kainatın bizi bilmesi ve Rabbin bizi görmesi şeklinde mümkün olabiliyordu.

En temel ve sahici, aynı zamanda etkili var olma çabası, Allah’ta iz bırakma çabası idi (teşbihte hata olmasın). Bu da dua şeklinde tezahür ediyordu. Her duada, her yakarışta, Rab ile her konuşmada O’nda iz bırakmaya çalışıyorduk. Aslında istenen şey değildi önemli olan, bu iz bırakma gayesi idi her şeyin sebebi. Bu yüzden duamız olmayınca ehemmiyetimiz yoktu, çünkü duamız olmazsa yok oluyorduk. Şüphesiz her dua O’nda silinmez bir iz bırakıyordu. Yahut zaten var olan kadim yerimizi, izimizi bize fark ettiriyordu, zira Allah’ta bir şey sonradan var olmazdı. O Semi’ idi, bizi duyuyordu, Basir idi, görüyordu, bize hemen cevap veriyordu, yok saymıyordu, umursamazlık etmiyordu, derdimizi anlıyordu, mazeretlerimizi dinliyordu, aşkımızı hissediyordu, mukabele ediyordu, bizi unutmuyordu. O Baki idi ve fani mahlukatta bıraktığımız izler ancak O izin verirse fenadan kurtulabiliyordu. O bizi seviyordu, ve tüm varlık alemine de sevdirmek diliyordu, bu yüzden bizi tüm kainatla alakadar kılmış, her bir varlığa karşı içimize muhabbet koymuştu. Ne zaman ki Allah’ı zikrederek mahlukatı seviyorduk, elhak sevilmeyi hak ediyorduk. Bu Allah’ın kurulu ve bozulmaz yasasıydı. Bu güvencemizdi, emniyetimizdi.

Tüm bunları düşünürken elimdeki Fütuhat-ı Mekkiye’yi açtım, ve İbn Arabi’nin manen bana destek verdiğini hisseden şu cümle ile karşılaştım.

Varlık var olana dört mertebede verilir:

  1. Zihinde varlık

  2. Dışta varlık

  3. Lafızda varlık

  4. Yazıda varlık

Hazreti şerh etmek haddime değil, ama ben nacizane buradan şunu anlıyorum:

İnsan kendini bilir, bu kendi zihninde var oluşudur; başka insanların zihninde de var olmak ister, Rabbinin katında da ilmi ilahide de var olmak diler. Bu, zihindeki varlıktır.

Dışta varlık, hayat sahibi olmak, beden sahibi olmak, mahlukatla temas etmek, sevdiklerine sarılmak, görmek, işitmek, dokunmak ile olur. Bunlardan mahrumiyet çok acıdır. Ölüm bir dışta varlık kaybı olduğu için bizi çok acıtır. Ne zaman ki berzahta bir varlığımız olduğunu idrak eder ve buna kanaat ederiz, o zaman içimiz rahatlar. Yine de dışta varlık ruhun bedene aşkı gibi hasretle beklenen bir varlık kategorisidir; ki insan haşr edilirken bedeni ona iade edilir.

Lafızda varlık hem insanın bir isminin olmasına tekabül eder, zira sadece ismi olan vardır, hem de kelam sıfatının insandaki tecellisine işaret eder; ki insan hem konuşmak ve söz ile var olmak ister. Hem de kadim söze muhatap olarak var olmak ister. Güzel bir söz duyduğumuzda onu hafızamıza kazımamız bundandır. Söz bir var olma biçimidir. Söz dölleyicidir. Bir ağızdan çıkar ve bir kulaktan kalbe girer, bir varlıkta dönüşüme sebep olur, yeni bir varoluşa kapı açar.

Yazı da böyledir. İnsan sadece kağıda keşfettiği ve meftun olduğu hakikatleri dökmez, aynı zamanda kağıda kendini de döker, hatta o hakikatler dahi insanın Yüksek Bir Varlığa, Hakk’a tutunarak var olma çabasını yansıtır. Bu yüzden mektuplar yazarız sevdiklerimize, mesajlar yollarız, yazıda var olma tutkusundandır sevdiklerimizin eski mektuplarını bile saklamamız. Onların o kağıdın içinde, o harflerde var olduklarını biliriz. Bu yüzden Üstad kendisi ile görüşmek isteyenlere Risaleleri okumalarını öğütler, çünkü Üstad orada, kırmızı kitapların içindedir. Bu kalem ve yazdığı satırlara yemin eden Allah’ın bir mucize-i hilkatidir. Bu harflerin dünyasına giriştir. Yazıda varlık kalem yaratıldığından bu yana vardır.

Kuşkusuz, bu yazı da bir var olma, bir iz bırakma çabasından başka bir şey değildir.

  06.04.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut