Kork Ve Otoriteye İtaat Et
KORKU KÜLTÜRÜNDE YETİŞMİŞ insanlarda saygı anlayışı, "kork ve otoriteye itaat et" mantığı üzerine kurulmuştur. Korkunun temel amacı ise, karşı tarafı kontrol edip yönlendirmektir. Saygı isteyenler, sanki siz onlara saygı göstermek zorundaymışsınız gibi, kibirlerinden dolayı saygı isterler. Bu anlayışa sahip insanlar sırf enaniyetlerini tatmin etmek için ellerini öptürürler. Kültürümüzdeki insanlar güçlüye saygı duyar, korkudan dolayı el pençe divan durur, zayıfı umursamaz hatta kaale bile almazlar. Örneğin: Patronları bayat bir espri yapsa, pek komik olmasa bile gülerler. Çünkü insanların güç karşısındaki tavrı budur. Toplumumuzda pek çok insan işten atılma, aç kalma ve gelecek korkularından kaynaklanan menfaate dayalı saygı anlayışı ile patronlarını adeta putlaştırırlar. Bu insanlar saygılı bir üslup geliştirmeye çalışırken, son derece yapay bir kibarlığa bürünürler. Oysaki bir insanın saygı anlayışı, başkalarının kişiliğinden kaynaklanan güzel vasıflara yönelik olmalıdır. “Hürmet istenilmez, verilir.” prensibini, saygı anlayışının temel ilkesi olarak benimsemelidir. Çevrenizdekiler siz hürmete layık olduğunuz için, size hürmet etmeliler. Toplumumuzda saygı kavramı çoğunlukla yaşça küçük olanların üzerine yıkılmıştır. Aslında yaşça küçük olanlar büyüklerine her zaman saygı göstermesini bilirler, yeter ki, siz büyüklüğün hakkını verin. Büyüklüğün hakkı ise tevazudur, kendini sevdirmektir, tatlı dil, güler yüz göstermektir. Bu ahlaka sahip olmayan kişileri, sizde büyük tanımayınız. Onlar kendini büyük zanneden kibirli, küstah küçüklerdir. Siz büyüklüğün hakkını verip küçüğünüze tevazu gösterir, onlara hizmet ederseniz, size iş yaptırmaktan hayâ ederler.
Yaşça Küçük Olanlara Yapılan Tahakküm
Toplumumuzdaki insanlar, büyüklere saygı adı altında yaşça küçüklerini hizmetçi gibi kullanır, onlara emreder, her istediklerini yaptırır, büyük olma konumlarını bir ‘tahakküm etme’ aracına dönüştürürüler. Yaşça küçük olanlar saygı duydukları için değil, sırf kültürlerinin gereği olarak zorunluluktan dolayı, istemediği halde saygı duyuyormuş gibi yapar, emirlerini yerine getirirler. Pek çoğu içten içe bu küstah heriflere karşı çıkıp, öfkeyle hakaret etmeyi nasılda istemiştir. Kendi şirketimizde çalışırken orada çalışan mimar bayanda benden çay isterdi, babamda, amcalarımda. Mimar bayana çay vermek beni rahatsız etmezken, babam ve amcalarıma çay vermek beni çok rahatsız ederdi. Çünkü o mimar bayan istemesini bilirdi. Babam olsun, amcalarım olsun kaba bir üslupla sanki ben onların hizmetçisiymişim edasıyla, benden çay isterlerdi. Ve oldukça sinir olurdum. Emin olun bu zihniyet ve ahlaktaki insanlara babanız bile olsa sizde çay vermek istemezdiniz. Yanında çalıştırdığı ameleyi büyüklere saygı adı altında hizmetçi gibi kullanan, tahakküm eden insanlardan ne beklenirdi ki zaten. Şunu unutmayın ki, sizi hizmetçi gibi kullanan, yeri geldiğinde şahsınıza her türlü hakareti yapan, küfreden, kişiliğinizi ezen birine, amcanızda, babanızda olsa saygı, hürmet gösteremezsiniz. Olsa olsa zarureten hürmet gösterir gibi yaparsınız.
Bu insanlar sizin gibi hizmetçileri varken, rahatlarını, keyiflerini, bozuk ahlak sistemlerini terk etmeyeceklerdir. Ama her şeyin en güzelini tarif eden Allah Resulü böyle bir ahlak sergilememiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: Sakın kimseden bir şey isteme! Kırbacın düşse bile, başkasından isteme, inip kendin al!... Hazret-i Ebu Bekir, deve ile giderken, yular düştü, inip yuları aldı. Oradakiler, “Bize izin verseydin de biz alıp sana verseydik” dediler. Hazret-i Ebu Bekir dedi ki: Resulullah "Halktan bir şey isteme" buyurdu.
Bir yolculukta, bir koyun kebabı yapılacağı zaman, biri ben keserim dedi. Biri de, ben derisini yüzerim dedi. Diğeri de, ben pişiririm dedi. Resulullah efendimiz de, ben de odun toplarım deyince, “Ya Resulallah, sen istirahat buyur, biz toplarız” dediler. Evet, sizin her şeyi yapacağınızı biliyorum. Fakat iş görenlerden ayrılarak oturmam. Allahü teâlâ, arkadaşlarından ayrılıp oturanı sevmez, buyurdu. Kalkıp odun toplamaya gitti. Kültürümüzde yaşça küçük olanlar hizmet eder, büyükler oturur. Küçüklerin “siz niye oturuyorsunuz?” demeye hakları yoktur. Çünkü ayıp sayılır. Büyükler isteklerinin yerine getirilmesi için, hürmet bekler, etrafa emirler verirler. Onların bu yaptıkları Resulullah’ın ahlakına uyuyor mu? Biraz önce dediğimiz gibi “hürmet istenilmez, verilir.” Bu ahlaka sahip olmayan kişileri sizde büyük tanımayınız. Bu anlamda saygı, kendini sevdiren ve tevazu gösteren insanlara yapılır. O yüzden Korku kültüründe yetişen insanlarda sınırları belli, sevgiye dayalı bir saygı anlayışı gelişmemiştir.
Bir Tahakküm Örneği: Ben Bilmem, Ağam Bilir
Ağa eli altıda bulunan bütün köylüleri ‘malı’ olarak görür. Ağa tebasının cehaletinden faydalanır, ağa’nın söylediği her söz bir ‘kanun’ gibi algılanır. “Susun ulan! Nerde görülmüştür, kulunun ağasına laf ettiği?” diyen bir zihniyet karşısında köylü, ağa’ya kayıtsız şartsız itaat etmeyi öğrenmiştir. “Ben bilmem, ağam bilir.” düşüncesini taşıyan köylü; kendi aklını ağa’sının cebine koymuş, kendi iradesiyle değil, ağa’sı tarafından yönetilen bağımlı bir kişilik geliştirmiştir. Bu durum ise zamanla köylülerin kişiliklerini ezilmesine, özgüvenlerini yitirmelerine, söz söyleme haklarının ellerinden alınmasına neden olmuştur. Ağaya kaşı gelip eleştirmenin cezası ise hakaret, baskı ve korkudur. Bu nedenle, ağa baskı ve korkuyla tebasını istediği gibi kontrol etmeyi öğrenmiştir. Ağaya karşı gelmek “yenilen ekmeğe hıyanet etmek” anlamı taşıdığı için karşı gelinmez. Hele de “ rızıklarını ağa’larını eliyle dili arasında” biliyorlarsa iş iyice çıkmaza girer. Rızıklarını ağalarının cebinden bildikleri için, rızık korkusu yüzünden ağalarına ses bile çıkaramazlar. İşin en kötü yanı da bu ya! Ağa’da bu durumu bir tehdit aracı olarak kullanır. İstediğini kolayca yürütür. Köylü ezilmiş kişiliğin gereği olarak: Ağaları karşısında el-pençe divan durup “hâşâ huzurda ağam” diyerek hürmette kusur etmek istemezler. İsterlerse hürmette bir kusur işlesinler, o zaman ağaları öfkelenir köylüye günlerini gösterir. Ağa köyün topraklarını, köylünün haberi olmadan üzerine geçirir. Ağa yaptığı iyilikleri bir tahakküm aracına dönüştürerek tebasını minnet esareti altında bırakır, onları istediği gibi kullanır. Ağa otoritesini kullanarak tebasını hizmetçi gibi çalıştırıp tahakküm etmiş, hatta elindeki güçle zulme sebep olmuştur. İtaat kültürünün temelinde yatan gerekçesi ise, adetlerinde tesiriyle, İslam dinin toplumun refah ve huzurunu sağlayan büyüklere saygı, hürmet anlayışının zamanla deforme edilerek, kendi nefisleri doğrultusunda kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden burada İslam dinin suçlu göstermekle büyük bir hata işlemiş oluruz.
Kes Sesini, Ben Senin Babanım!
Bu kültürdeki babalar çocuklarını ya uykusunda ya da uzaktan sever, yakından sevgilerini belli etmezler. Birçoğu, seversem şımar düşüncesini taşır. Büyüklerin yanında çocuk sevmek, onlar için ayıp sayılır. Otuz yaşına geldiği halde, çocukken babası tarafında sevilip okşanmamanın acısını yıllar sonra bile hala içinde yaşayan, bir düğüm olarak bu ızdırabı içinde tutan genç kadının sözleri kulağımda çınlar. Bir babanın çocuklarını içten içe sevip davranışlarına yansıtmaması, çocukta “babam beni sevmiyor” duygusu uyandırır. İçten içe yaşanılan, davranışlara yansımayan sevgi, çocuğun sevilme ihtiyacını doyurmaz.
Bu kültürde babalar ile evlatları arasında asık suratlı, otoriter, hoş görünün olmadığı, öğüde dayalı konuşmalar geçer. Yapılan konuşmalarda, evladı babasını eleştirme hakkına sahip değildir. Eleştirirsem öfkelenir ve hakaret eder düşüncesinden çekinilir, söylenecekler korkudan dolayı söylenmez. Baba ve evladı arasında "korkuya dayalı, mesafeli, göstermelik bir saygı anlayışı" vardır. Evde diktatörlükle terör estiren, bağırtı ve küfürle evdekileri susturup otoritesini sağlayan bir babaya, kim saygı gösterir ki? Ancak korkulduğu için, susulur ve söylenecekler yutkunur. Dikkatimi en çok çeken konu ise! Çalışıp para kazanıp getirmeyi büyük bir marifet bilip, bu yüzden hakaret edip küfretmeyi kendilerine verilmiş bir hak olarak görmeleri. “Okul harçlığını benden alıyorsun, bana karşı gelemezsin!” tavrıyla tehdit edip, evladına dayatma yaparak kendi dediğini yaptırır. Temel iletişim tarzı olan: “Kes sesini, ben senin babanım!” düşüncesinden hareketle bağırır çağırır. Evladıyla yaşadığı her tartışmada iç boş tehditlerle, özellikle rızık tehdidiyle sözünün yerine gelmesini sağlar. Evladı ona karşı gelse, “bak terbiyesize, bir de babana karşı gelirsin ha!” demeyi ihmal etmez. Neticede baba, bağırıp hakaret edince, “O büyüktür yapar.” Evladı karşı gelip eleştirice “terbiyesiz” olur. Evladı babasının öfkesi, bağırıp çağırmaları karşısında zamanla korkmayı öğrenir. Bu korkuya yanlış anlaşılan İslam dinin büyüklere, anne-babaya hürmet anlayışın eklenince içine kapanık, pısırık, özgüveni olmayan bir kişilik geliştirir. Büyüklere karşı davranışlarındaki tutumun sebebinin saygı, hürmet olduğunu söyler. Herkes onun bu davranışlarını “efendililik” olarak değerlendirir. Hâlbuki durum gözüktüğü gibi değildir. Baba her tartışmada evladının bu saygı anlayışını kızdığı, öfkelendiği, istedikleri yerine getirilmediği zaman çirkin bir koz kullanır. Böylece istekleri yerine getirilince erkeklik gururu tatmin edilmiş olur. Babaya karşı gelinmesi, evin diğer büyükleri tarafından, adeta çok büyük bir günah işlenmiş gibi algılanır. Bu yüzden de kimse büyüklere karşı sesini çıkarmak istemez. Bazen bu ilişki öyle bir noktaya gelir ki, babayla aile bireyleri arasında efendi-köle ilişkisinden farksız bir durum ortaya çıkar. Sıkça karşılaştığımız bir hadise: Baba, iyi veya kötü alınacak bir karar karşısında eşi ve evlatlarıyla tartışır. Tartışma çıkmaza girer, tartışma çıkmaza girince lafı “bu evde sizin mi sözün geçerli olacak, yoksa benim sözüm mü?” noktasına getirir. Bu lafı sırf erkeklik gururundan ve kibrinden söyler. Bu lafın evladına, eşine iyi muamele yapmak ve şefkatle davranmakla bağdaşır hiçbir tarafı yoktur. Her tartışmada haksız olduğunu bilse bile fikrinden vazgeçmeyerek, tartışmayı sürdürür. Kendi dediğinin olması için bağırır, öfkeyle dayatma yapar. Baba olduğu için erkeklik gururu ve kibri bunu böyle olması gerektiğini söyler. Hâlbuki medeni bir insan evladı bile olsa sevgi ve saygıyla yapılan yorumları dinler. Kimseyi kırmadan niçin kendi istediğinin olması gerektiğinin gerekçelerini anlatır. Kabul görmezse makul çerçevede evdekilerin istediklerini yerine getirir, dayatma yapmaz. Çünkü tevazu cahilde olsa, küçükte olsa hakkı işitince boyun eğmeyi gerektirir.
Siz, çocuğunuzdan nazikçe rica ederek bir şey isterseniz; İnsanlara değer vermesini, aynı zamanda ona edepli olmayı öğretmiş olursunuz. Bozuk edep ve ahlaka sahip babalar çocuklarına ne verebilir ki? Bunlar çocuklarına ancak kabalığı ve hanzoluğu öğretirler. Çünkü çocuklarına kaba davranır, buyurgan bir dille emrederek bir şeyler isterler. Kabalık ise sevginin azalmasına, huzursuzluğa yol açar. Unutmayın ki! Bu şekilde evlatlarınıza sert ve kaba davranırsanız zamanla sizden uzaklaşırlar. Yaptıklarınızdan dolayı sizden usanıp, yaşlılığınızda ölümümüzü bekler hale gelirler. Bu acı duruma evlatlarını sokan babalar çocuklarını kınama hakkına sahip değildir. Oysa peygamberimiz çocukları sever ve öperdi. Hadis-i şeriflerde buyruldu ki: Çocuklarınızı çok öpün, her öpmenizde Cennetteki dereceniz yükselir. Bir başka hadislerinde: Çocuk kokusu Cennet kokusudur, der. Peygamber efendimiz(SAV), torununu öperken birisi görüp, “Ya Resulallah, benim on çocuğum var, hiç birini öpmem” dedi. Ona, “Merhamet etmeyen merhamet bulamaz” buyurdu. Diğer bir hadis-i şerifte buyruldu ki: “Evladınıza ikram edin, nasıl ana babanızın sizde hakkı varsa, evladınızın da sizde hakkı vardır.”
Zihniyet Ve Ahlak Meselesi
Bir anne-babanın görevi çoğuna edepli, saygılı olmayı öğretmektir. Küfreden, hakaret eden bir baba, çocuğuna hangi saygıyı, hangi edebi öğretebilir ki? Çocuklar her şeyi anne- babalarından öğrenir, onları taklit ederler. Bir çocuk babasının söylediği nahoş sözleri, çirkin davranışları ondan öğrenip başkalarına yapsa, onun bu haline dikkat eden insanlar, bunu yetiştiren anne-baba ne biçim insanlar, dese haklı değil midir? Baba belden aşağı küfürler savuruyor, bunu yaparken de son derece normal bir şeymiş gibi yapıyor. Çocuğu da küfrediyor, aynen babasında öğrendiği gibi. Bozuk ahlak yapısıyla ilgili şu örneğe bakın: Baba, oğlu televizyon seyrederken kumandayı çat elinden alıyor, ona sormadan kanal değiştiriyor. Kanepeye uzanmış, burnu hart-hurt çekiyor. Oğlunun midesi bulanıyor. Ve babasına bir şey diyemiyor, yutkunuyor. Kendi kendine: ben burada neyim, insan değil miyim, neden adam yerine koyulmuyorum? Sorularını soruyor. Ama nafile... Olsaki babasını yaptığından dolayı eleştirse babası köpürüyor, öfkeleniyor. Oğlu birşey yapamıyor, çünkü korku kültürü ona susmayı, yutkunmayı öğretmiş. Bir diğer örnek daha: Baba karısının yanında oğlunu aşağılıyor, adam olmadığından dem vuruyor. Oğlu sesini çıkarmıyor. Neden? Yine o "Aman babandır, yoksa beddua eder…!" saçma sapan fikri karşısına çıkıyor, bu düşünce oğlunun elini kolunu bağlıyor. Zaten babası da bunu eline destek etmiş, her türlü hakareti yapmak için koz olarak kullanıyor. Bu sorunları anlattığımda, herkes bahane olarak cehaleti gösteriyor. Hayır, bu mesele bir "zihniyet ve ahlak" meselesidir, cehalet meselesi değil. Cahil olupta ahlaklı olan çok insan var.
"Öf Bile Demeyin" Hakikatini İstismar Etmek
Büyüklerin Kur'anın emri olan anne-babaya “öf bile demeyin” hakikatini, hürmet anlayışını, şahsi hesapları adına kullandıklarını görürüz. Bunu kullananlar büyük olma, anne- baba hukukundan bahsettikleri kadar, evlat hukukundan, küçüğe şefkat etme gerçeğinden bahsetmezler. Büyük olma konumunda bulunanların hesabına gelmediği için, bu konudaki ayet ve hadislerin küçüğe bakan yönleri çoğunlukla unuturlar. Evet, İslam dini büyüklere hürmeti emretmiştir. Fakat bu emir yaşça küçük olanı bağlar. Siz emirvari “büyüklerine hürmet etmek zorundasın” tavrını takınamazsınız. "Büyüklerine hürmet etmeyen, küçüklerine merhamet etmeyen bizden değildir" hadisinden ve bunun gibi dinin bu konudaki onca emir ve tavsiyelerinin hep büyüklere bakan yönleri alınıp, küçüklere bakan yönleri unutmak doğru olmaz. Kimse büyük olma konumunu, hakaret etmek için bir araç olarak görme hakkına sahip değildir. Kimse büyük olduğu için hakaret etmeyi kendisine verilmiş bir hak sayamaz. Örneğin: Bir delikanlı babasıyla tartışıyor. Babası oğluna her türlü aşağılayıcı sözü söyleyip hakaret ediyor. Tartışma sırasında delikanlının annesi, büyükleri: "Aman babandır, yoksa beddua eder, sana hakkını helal etmez!" diyerek, her şekilde babayı haklı görüyor, sözlerinden dolayı delikanlıyı susturmaya çalışıyorlar. Bir defa beddua haklı gerekçelere binaen olur. Din küçüklere birşeyler emrettiği gibi büyüklere de emretti. Büyüklerin hakaretleri terbiyesizlik olmuyor da, niçin küçüklerin eleştirileri, karşı çıkmaları saygısızlık oluyor? Büyüklerin yaptıkları mübahta, küçüklerin yaptıkları niçin ayıp? Büyük küfredince, hakaret edince “O büyüktür yapar.” Küçük yapınca neden “ahlaksız” oluyor? Bu ne perhiz ne lahana turşusu!
Hadis-i şerifte anne-babanın çocuğuna yapacağı bedduanın kabul edileceği yazmaktadır. Fakat bunu öfkelenip, hakaret etmek için bir koz olarak kullanmamalıdır. İslam âlimlerinden İbn Mübarek hazretleri, çocuğunu şikâyet edene, “Çocuğa beddua ettin mi?” dedi. O da, evet deyince, “Çocuğun ahlakını sen bozdun” buyurdu.
Kültür Şoku: Yapamam için niye yalvarıyorsun ki?
Bu meselenin ana kökenini oluşturacak bir anımı anlatayım: Hatırlıyorum da, köyden Ankara’ya geldiğimde 11 yaşında bir çocuktum. Karşımda bulunan bir büyüğüm benden bir şey istemiş, isterken: "…yapar mısın?" gibi bir rica cümlesi kullanmış, bir konu hakkında fikrimi sorarken: “…bu konuda sen ne düşünüyorsun?" gibi öneri cümlesi de kullanmıştı. Bu ifadeleri kullanırken bir taraftan, ilk kez adam yerine konulmanın mutluluğu, diğer taraftan "tamam yapayımda, yapamam için niye yalvarıyorsun ki!" gibi bir şaşkınlığı, içten içe yaşamıştım. Şu mantığa bakın, adamın rica cümlesini ‘yalvarmak’ olarak algılıyorum. Geldiğim yerde, Korku Kültürüyle büyüyen çocuklar adam yerine konulmadığı, değer verilmediği için, bu durumu çok yadırgamıştım aslında. El becerilerimiz, kendi oyuncağımızı kendimiz yaptığımız için gelişirken, dil becerilerimiz o kadar gelişmez. Çünkü çocuğa değer verilmediği için, konuşmalarına da değer verilmez. Çocuk konuşacak olsa aşağılanarak, susturulur. O yüzden olsa gerek Ankara’ya geldiğim zaman, oradaki çocukların konuşurken rahat ve fasih bir şekilde konuşmaları beni şaşırtırken; el becerilerinin çok gelişmemesi, sokağa çıkarken abartılı bir şekilde kaybolma korkusu yaşamaları da onlara süt kuzusu nazarıyla bakmama neden olmuştu.
Çarpık olan bu kültürde yetişen bizlerde, şöyle bir kötü ahlak daha gelişmişti: Çocukken dedelerimizi, amcalarımızı bayram ziyaretine giderdik. Aslına bakarsanız bayram ziyaretine değil, adet üzere bizlere verilecek harçlığı almaya giderdik. Bu durum bizleri menfaatperest insanlar haline getirdi. Keşke büyüklerimiz bizlere harçlık vermek yerine, sevgilerini gösterselerdi. Bu sayede sevgiyi ve insanlara değer vermeyi öğrenmiş olurduk.
Özgüveni Eksik ‘Efendi’ Çocuk
Korku Kültürünün tesirlerini çocukken din eğitiminde de görmüşümdür. Çocukken camii hocalarından Kur’an öğrenimi yüzünden şiddet görür, camiiye gitmediğim için ayrıca babamda da dayak yerdim. Bu şiddet yüzünden bir gün kendi kendime “Keşke Allah olmasaydı.” dediğimi hatırlıyorum. Fiziksel şiddet gören çocuklarda: “Allahın cehennemi var, emirlerini yapmazsan seni taş keser, cehennemde cayır cayır yakar” düşüncesi gelişir. Sevgiyle din eğitimi verilen çocuklarda ise: “Allahın cenneti var, her türlü güzel nimetleri var, Allah çocukları cennetine koyar” şeklinde dine karşı sıcak duygular gelişir.
Baskı ve Korku Kültüründe yetişen bazı tipler vardır. Toplumda genellikle "beyfendi, efendi" ya da “hanımefendi” olarak bilinirler. Aslına bakarsanız efendilik, hanımefendililik adı altında özgüveni gelişmemiş, pısırık, içe kapanık tiplerdir bunlar. Kişilikleri ezildiği için aşağılık kompleksi yaşarlar. Ama toplum onları efendi, hanımefendi olarak görür, beğenir, uslu çocuk muamelesi yapar. Ankara’da bir vesileyle dini bir cemaate katılmıştım. Artık o cemaatin görüşlerini benimsemiş, savunur olmuştum. Ancak bu dini cemaatte de Baskı ve Korku Kültürünün tesirlerini zamanla görmeye başladım. Pek çoğu taşradan gelmiş cemaat ortamındaki gençler, yüksek tahsil yapmalarına karşın Korku Kültürünün tesirinden kendilerini kurtaramamışlardı. Bu sosyolojik hastalığın cemaatteki uzantısı "ham sofuluk"tu. Cemaatteki gençler peygamberin(SAV) sünnetini değil, ağabeyleri taklit etmekten gelen tevazu ve teslimiyet anlayışına sahiptiler. Allah’ın Resulünün sünneti ortadan kalkmış, sanki yerine ağabeylerin sünneti gelmişti. Ağabey’in manevi şahsiyetine güvenerek, “o söylüyorsa doğrudur” mantığıyla hareket ediyor. Söylenen sözleri mihenge vurmuyorlardı. Bu itaat kültürünün müthiş bir yansımasıydı. İlmi değil, hissi dindarlık kendisini fazlasıyla gösteriyordu. Eskiden din tarikatlar vasıtasıyla insanlara öğretilirdi. Şeyhle mürit arasındaki ilişkiyi taklit eden evin önde gelenleri, bu din öğretisini evlerinde uygulamaya başladıktan sonra, İslam’ın emirlerini cehaletleri yüzünden zamanla deforme ettiler. Tarikatlarda görülen hürmet anlayışı o zaman şartlarında kabul görüyordu. Çünkü iman vardı, teslimiyet kavi idi. Şimdi küfür var, onun için deforme olmuş bu hürmet anlayışı artık zarar veriyor.
‘Höt’ Dediğimde Susmasını Bileceksin!
Genç kız evlenecek olsa ona fikri sorulmaz. Kızın bu konuda konuşması ayıp sayılır. Bu kültürdeki erkekler egolarını, erkeklik gururlarını tatmin etmek için kızlarına sormadan onları kocaya verirler. Korku kültürde yetişen insanlar evliliğin ilk yıllarında kadının gözünü korkuturlar, taki daha iyi hizmet etsin. Bu düşünce kadınlara genellikle hürmet, edep adı altında yapması zorunlu emirler olarak sunulur, kadın kocasından çoğunlukla çekinir. Kadın yetişti Kültür gereği “kurban” rolünü oynar. Erkeğin öfkesine karşı altan alan, sesini çıkarmayan, olanları içine atan ezik bir kimliği oynamak zorundadır. Kültürü ona “Kanda kusasan, kızılcık şerbeti içitim.” demeyi öğretmiştir. İş vesilesiyle Antep’te bulunduğum yılda, orada bir Muharrem dayıyla tanışmıştım. Sohbet esnasında yaptığı ikinci evlilikten bahsetti. İkinci eşi her istediğini yapan, hizmette kusur etmeyen, höt dediğinde sesini çıkarmayan bir kadınmış. Anladığım kadarıyla kadının bu durum canına tak etmiş. Eğer bir daha kendisine kaba ve sert davranırsa ilk eşi gibi kendisinden boşanacağını söylemiş. Tabi kadından bir anda soğumuş Muharrem dayıdan. Ama bana sorarsanız bu sözü söylemekte haklı kadın. Eee! Muharrem dayı bu kadın senin hizmetçin mi, eşin mi? Sen anladığım kadarıyla kendine bir eş almamış, adeta bir hizmetçi almışsın ki höt dediğinde susmasını, hizmette hiçbir kusur etmemesini istiyorsun. Bu yüzden Muharrem dayı korku kültürünün tesiriyle kafasında şekillenen aile modelini yaşamak istiyor, kadını adeta bir hizmetçi parçası gibi kullanmak istiyor. Olmaz öyle şey, olursa sonunda böyle olur. İkinci eşinden de soğur, boşanırsın.
Erkek zina edence “delikanlı”, kadın zina yapınca –afedersiniz- “orospu” olur. Erkeklerin gayr-i meşru ilişkiler yaşamaları hoş karşılanırken, kadın yapınca “namusunu temizleme” bahanesiyle cinayet işlemeye kalkarlar. Bahaneleri hazırdır, bu cinayetleri İslam’ın emrettiğini düşünürler. Namus adına cinayet işlemelerinin gerçek nedeni, İslam ahlakı değil, çevrenin dedikodusundan kurtulmak içindir. Bunlar bir insanı öldürmenin zina işlemekten daha büyük bir günah olduğunu bilmezler. Kadınları namus bekçisi olarak görür, İslam’ın kadını fitne ve fesad’dan koruyan edep anlayışını, yalnızca kadınların üstüne yıkarlar. İslam’ın gayr-i meşru ilişkilerle, zinayla ilgili erkeğe bakan yönünü hiç düşünmezler. Zaten bunların çoğunun sadece adı müslüman’dır, sözde müslümanlar’dır. Aile ile ilgili alınacak bir karar karşısında kadının fikrini sormazlar. Çünkü kadının “saçı uzun aklı kısa”dır. Kadının kocasından boşanıp baba ocağına dönmesi, “yük” olarak algılanır. Bu yüzden “gelinlikle gider, kefenle çıkarsın.” mantığını benimser, kadının boşanması hoş karşılamazlar. Kadının erkekten gördüğü “anadolu usulü” dayak karşısında; “kocandır, döverde severde” felsefesinden dolayı, dayağı meşrulaştırmışlardır. Bu kadınların ekonomik özgürlükleri olsa hiçbiri kocalarının kahrını çekmez. Belki çocukları “ortada kalacağı” için ya da “boşanırsam ben ne yaparım, düşüncesinden” yapılan eziyetlere katlanmaya çalışırlar. Bir akrabam: Bizler kızlarımıza sormada onları kollarından çekip çekip kocaya verdik. Onlardan hiçbiri şimdi mutlu değil, demişti. Genç kız “evliliğin gül bahçesi olmadığını” zamanla öyle bir öğreniyor ki, sormayın gitsin. Şu duruma bakın: Kızcağız evleniyor, belki çoluk çocuğa karışıyor, aradan yıllar geçiyor ama aklı hala ilk sevdiği delikanlıda kalıyor. Mutsuz bir hayat, çekilir gibi değil, bu sonuç daha mı iyi oluyor? Bu arada gelin-kaynan ilişkileri, erkek-kadın ilişkilerinden farklı mı sanki? Kaynana gelinin gözünü yıldırmak, gelini emri altına almak, kendine hizmet ettirmek ister. Gelini küçümser, aşağılar, sürekli takip eder ki daha iyi hizmet etsin. Gelinin her yaptığı söz olur. Oğlunu karısına karşı fitler, doldurur. Oğlunu gelinin üzerine dayağa kışkırtır. Oğlu, anasıyla karısı arasında kalır. Gelinse kendi evinin kadını olmak ister. Gelinle kaynana arasında bir iktidar, güç mücadelesi başlar. Bazen de tam tersi olur. Gelin kaynanayı bir suda boğmaya kalkışır.
Toplumumuzda kadınlar, pek çok erkek tarafından kocalarının emrine verilmiş, birer “hizmetçi ve çocuk doğurma” aracı ola¬rak görülmüştür. Onlara biçilen rol, evlere kapanıp çocuk yetiştirmek ve ev işlerini görmek olmuştur. Bu sebeple kadınlar, erkeklerin sahip olmalarını istediğimiz “insanî erdemlerden” tama¬men yoksun bırakılmışlardır. Din kitaplarında, evdeki kadın çamaşır yıkamaya, yemek pişirmeye ve hatta çocuğuna bakmaya mecbur olmadığı yazar. Mecbur olmadığı işlerde onu, çamaşırcı, aşçı, hizmetçi gibi kullanmaya kimsenin hakkı yoktur. Peygamber(SAV) efendimiz, eşi Hz. Aişeye: “Ya Aişe! Müsâade eder misin, bu gece Rabbime ibadet edeyim?” diye soran ince ruhlu bir insandı. Yeri geldiğinde kendi söküğünü dikmiş, yeri geldiğinde evi süpürmüştür. Oysaki Korku Kültüründeki erkekler bu işleri yapmayı “kılıbıklık” olarak görür, bu tarz işleri yapayı reddederler.
Duygusal Şantaj Aracı: Ben Hayatımı Çocuklarıma Adadım
Anne: şefkat adına “ben hayatımı çocuklarıma adadım” diyerek, İslam adına son derece tehlikeli ve yanlış bir söz sarfeder. Bu yüzden çocuğunun, büyüdüğünde annesinin bir dediğini iki yapmamasını ister. “Cennet anaların ayağı altındadır, anne nasıl karşı çıkarsın?” diyerek, fedakâr anne-baba edebiyatı yapıp, dinin bir hakikatini duygusal şantaj aracı olarak kullanarak istediklerin elde etmeye çalışırlar. Özellikle bunu bir delikanlı evleneceği zaman, anne’nin kendi beğendiği kızı alması için oğluna yaptığı dayatmalarda görebilirsiniz. Anne- babalar çoğunlukla erkek çocuklarını ileride yaşlanınca kendilerine bakacak “gelecek garantisi” olarak gördükleri için onları koyun gibi gütme hakkına sahip olduklarını düşünürler. Evlatlarını bir nevi mal olarak görür, onlara istedikleri gibi güdecekleri bir koyun olarak davranırlar. Anne: “Sana sütümü, emeğimi helal etmem” sözünü söyler, evladını kontrol etme savaşına girişir. Çocuğunun büyüdüğünü, onun bir birey olduğunu, dünyaya bir bakışı olduğunu, zevklerinin ve isteklerinin olduğunu kabullenmek istemezler. Bunları onun iyiliği için yaptıklarını söylerler. Bu söz vesilesiyle hatırlatalım: “çok iyiler var, iyilik zannıyla fenalıklar yapıyorlar.” Anne-babalar bu yüzden yaptıkları yanlışları görmüyorlar. Peki, Koyun gibi güderek büyütmeye çalıştıkları evlatları nasıl bir kişilik geliştirir? Yine en çok anne- babanın şikâyet ettiği özgüveni gelişmemiş, içine kapanık bireyler yetişir. Evlatları sorumlulukların yerine getirmeyince, bu sefer de kişiliğinden dolayı, evlatlarına yönelik bir eleştiri, küçümseme yağmuruna tutulurlar. Onun bu hale gelmesine kendilerini sebep olduklarını fark edemezler.
Sonuç: Çarpık Zihniyete Karşı Mücadele
Kur’an-ı Kerimde peygamberlerin tebliğleri karşısında, helak olmuş kavimlerin ısrarla ‘Atalarının dinin terk etmeyeceklerini’ söylemeleri: Genelde, bir toplumun kültüründen edindiği ‘adetlerini;’ özelde ise, bir insanın ‘öteden beri taşıdığı alışkanlıkları’ değiştirmesinin ne kadar zor olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yazıda içinde bulunduğumuz kültürün, insanların ne şekilde kişiliklerini ezdiği, özgüvenlerini yok ettiği, bağımsız bir birey olma yolunda kişiliklerine ket vurduğunu ortaya koymaya çalıştım. Enteresandır, ne zaman kültürümüzdeki büyüklerin yaptığı yanlışlardan bahsedince: “Aaa! Büyüklerin hakkında bunları hangi cüret söyler, onlara nasıl karşı gelirsin?” gibi tepkiler almam, duygusallıkla söylediklerimin yanlış olduğunu savunmaları, sanki bir tabudan bahsediyormuşum gibi tavır takınmaları, yanlışını göstermeye çalıştığım ahlak yapısı hakkında konuşmanın ne derece zor bir konu olduğunu ortaya koyuyor. Aslına bakarsanız, bu kültürden pek çok insan rahatsız fakat geçekleri söylemek cesaret ister. Statüko’yu yıkmak için kafa yormak yerine, çoğu insan kurulu bozuk düzenden faydalanmayı tercih eder. O nedenle “aman boş ver” tavrıyla hareket ederler. Bulundukları toplumda nemalacağı bir yer edinmek için, yanlışları avamî deyimiyle “kafaya takmamayı” öğrenmişlerdir. Bu yüzden bir tabuyu yıkmanın ne kadar çaba göstermek gerektiğini görebiliyorum. Sizlere tavsiyem: Bu zihniyete karşı mücadelede ederken, Kur’ân’ın emrettiği edep ve ahlakı yaşayıncaya kadar, bu kültürdeki insanların ahlak anlayışıyla cihat etmenizdir. Ancak o şart ile ki, Kur'anın emrettiği şekilde, firavunla konuşurken bile ‘yumuşak konuşmamız’ gerektiği hakikatini unutmadan, hareket edebilmek dileğiyle…