Arşiv

Kâinat Materyalizmin Mülkü Değildir

KÂİNAT BİR KİTABI ANDIRIR. Gökler ve yeryüzü sayfaları, gece ve gündüz satırları, yerin yüzündeki sayısız mahluk ise kelimeleri olan bir kitap... Bu geniş, büyük ve mükemmel kitap, Yazarının bilinmesi için bu şekilde yazılır durur. Bu kitap insanı muhatap alır ve hedefi, kendisini ve cüzlerini ona okutmak, Yazarının rızası uyarınca ibadet ve şükre konu olmaktır. İnsan, bu ibadete, kâinat kitabındaki düzeni keşfederek, ve Yaratıcısını tanımak için kâinatı inceleyenópozitivist olmayanóbilimin aracılığıyla kâinat içindeki mevcutların ve işleyişlerin nasıl gerçekleştiğini gözönüne sererek ulaşır.

Kâinat pasif değildir. Tarafsız da değildir. Onu dilediğimiz gibi yorumlayamayız. Dünyaya bakışın tek bir doğru yolu vardır; ki bu yol, bütün insanlığın ortak yolu olan evrensel bir bakış açısını yansıtır. Bu bakış bize, Yaratıcımız tarafından kâinat kitabında olduğu kadar Kur’ân’da da öğretilir.

Materyalist bilimsel dünya görüşü köklü bir parçalanma üzerine kuruludur. Materyalist bilim tabiatı hiçbir kalıtsal değer ve anlam taşımayan bir makine olarak görür. Bir nesnenin, âlemin geri kalanı ile olan bağlarını keserek izole eder ve onu en yakın çevresi içinde inceler. Halbuki, kendimize ilişkin idrakimiz, bize anlamlı olduğumuzu ve tüm kâinatın cüz’ü olduğumuzu söyler; ve buna göre, herşeyin bir anlamı vardır ve herşey tüm kâinatın cüz’üdür. Materyalist bilim özneyi, yani insanı kâinatın dışında bırakmıştır ve, teslim alabildiği kadarıyla, insanlara bu âlemde hiç yerleri olmadığını hissettirir. Onları diğer insanlardan soyutlar. Onların hayatları, çok sınırlı, egoistik bir alan dışında, hiçbir anlam taşımamaktadır. İnsanı çevresinden ve kendisinden yabancılaştırır.

Modern fiziğin ışığında değerlendirilince, mekanistik görüşün tabiatın tutarsız bir tasviri olduğu rahatlıkla görülür. Modern fizikte yaşanan gelişmeler bizi gerçeklik anlayışımızda köklü bir revizyona davet etmektedir. Bu gelişmeler klasik fiziğin bütün temel kavramlarını paramparça etmiştir. Fiziksel olguların nedensel mahiyeti ve tabiatın objektif bir tasviri ideali artık geçerli değildir.

Modern fiziğin keşifleri tarafından değişime uğratılan dünya görüşü, Newton’un mekanik kâinat modeline dayanmaktaydı. Bu model, klasik fiziğin çerçevesini oluşturdu. Bu, gerçekte neredeyse üç asırdır bütün bilimlerin dayandığı temeli oluşturuyor ve tabiatçı felsefe için bir temel sağlıyordu. Newtoncu görüşte, Allah başlangıçta maddî partikülleri, onlar arasındaki kuvvetleri ve temel hareket kanunlarını yaratmıştır. Bu şekilde, tüm kâinat harekete geçmiştir ve o zamandan beri, şaşmaz kanunlar tarafından yönetilen bir makine gibi, çalışıp durmaktadır. Mekanistik görüş, bu bakımdan determinizmle ve dolayısıyla nedensellikle ilişkilidir. Kozmik makine nedensel ve belirli olarak görülür. Vukua gelen herşey belirli bir sonuca sahiptir.

Bu modelde, Allah başlangıçta kâinatı yaratmış olan olarak takdim edilir. Ona İlk Muharrik ünvanı atfedilir; ki bu, aslında yaratık statüsü vermek demektir. İlk Sebeptir o; ama eninde sonunda, bir sebeptir, o kadar. Maamafih, ilk sebep fikri, nedenselliğin kendisi ile tutarlılık arzetmez. Eğer bir insan bir noktada nedenselliği kabul ediyorsa, bunu sonsuz bir zincir olarak uzatmak zorundadır. Bütün sebepler ve sonuçlar aynı mahiyettedir ve şu noktadan ziyade bu noktada durmak için bir gerekçe mevcut değildir. Gerçekte, herhangi birinde durmak için bir gerekçe yoktur ve o halde bir ilk sebep için bir yer yoktur. Ve, eğer hiçbir ilk sebep yoksa, İlk Muharrik için de bir yer yoktur.1

Bu, mekanistik modeli benimseyen maddeci bilim adamlarının, Allah’ın varlığını reddetmelerine yol açtı. Mekanistik modelin muazzam başarısı, ondokuzuncu yüzyılın bilim adamlarını, onun gerçekten doğal olgulara ilişkin nihaî teori olduğuna inandırdı. Yine de, daha sonraki yüzyıldan kısa bir zaman dilimi içinde, yeni keşifler Newtoncu modelin sınırlamalarını açığa çıkardı ve onun mutlak bir geçerliliğe sahip olmadığını gösterdi. Fiziksel olguların nedensel tabiatı gibi birçok kavram, modern bilimin yeni teorileri olarak, kuantum, izafiyet ve son olarak kaos teorileriyle yer değiştirdi.

Maamafih, bilimin dünya görüşünde, bu değişmelere paralel değişmeler gerçekleşmiş değildir. Yapılan tadiller yalnızca matematiksel bir düzeyde gerçekleşmiştir. Çünkü, bilim adamlarının itibar ettiği şeylerin hepsi, fiziksel olguların davranışının matematiksel formülasyonlarının geliştirilmesinden ibarettir. Böylesi bir amaç yalnızca teknik kullanıma ilişkin değildir; dahası, birçok bilim adamı, bu tür bir tahminin bilginin ta kendisi olduğuna inanmaktadır.

Onlar, bir insanın gerçekliğe ilişkin görüşünün ya az bir önemi olduğunu veya hiç önem taşımadığını iddia ederler. Oysa, gerçeklik anlayışımızın bizim tabiatla ve diğer insanlarla ilişkilerimizde nasıl davrandığımız üzerinde, ve de birey olarak hayatın bizim için ne anlam ifade ettiği hususunda muazzam bir etkisi vardır. Bir dünya görüşü olmasa da olur diyemeyiz.

Bilim adamlarının bu tavrı, modern bilimle çelişki içindedir. Klasik olarak, bilimin dünyadaki herşeyi ‘objektif biçimde,’ yani gerçekte fiilen olduğu üzere tasvir ve tarif edip açıkladığı, ve ‘gözlemci’nin, yani bilim adamının dünyayı kendi yargılarından bağımsız matematik modeller aracılığıyla tasvir ve tarif edebildiği düşünülüyordu. Oysa, modern fiziğin keşifleri, bütün şeylerin birliğine; dünyayı ayrı ve bağımsız parçalara ayıran klasik parçalara bölme geleneğini reddeden ayrılmaz bir bütünlüğe işaret eder. Kuantum teorisinde, her partikül kâinatın geri kalan tüm kısmına bağlıdır ve ondan soyutlanamaz. Kâinatın bu birliği, elbette insanları da içine alır. Kuantum teorisi, temelde ayrı nesneler anlayışını yerlebir etmesiyle birlikle, tarafsız gözlemcinin yerine ‘iştirakçi’ kavramını getirmiştir. Modern bilim, o halde, insanı yeniden bilimin merkezî konumuna oturtmaktadır. Tabiatın tarafsız, objektif bir tasviri nosyonuna ve dolayısıyla objektif bilim anlayışına son vermektedir.

Materyalist bilim adamları, kâinatın birliğinin Mutlak bir Yaratıcıya işaret ettiğini anladılar. Çünkü, incelediğimiz şeyler kendilerine münhasır bir anlam yüklenmez, bilakis Yaratıcılarının Mutlaklığına şahitlik ederler. Fakat, sözkonusu bilim adamları, bilimsel çalışmalarının bilgi ürettiğini iddia edebilmek için, Mutlak Yaratıcıyı kabul etmemekte ısrar ediyorlar ve bilimsel metodları kâinatın birliğiyle telifi mümkün olmayan nedenselliğe dayalı olduğundan, birliği görmezden geliyor ve kâinatı parçalara ayırıyorlar. Tâ ki, her bir parçayı sınırlı sayıda sebebin ürünü olarak çalışabilsinler. Bu şekilde, kâinatın bir yaratıcısı olmadığını ve kâinatın anlamının, bilim adamlarının kâinat hakkında bize söyledikleri şeyle sınırlı olduğunu ileri sürebilsinler. Onlar, böylece, kendi bilimlerinin bilginin kaynağı olduğunu iddia etmiş oluyorlar.

Ne var ki, kâinatın ayrılmaz bir bütün olduğu, tartışma götürmez bir gerçektir. Gerçekten, insan dahil kâinatın bütününde gözlenen birlik o kadar aşikârdır ki, hiç kimse bunu inkâr edemez. Maddenin içine nüfuz ettikçe, atomaltı dünyanın derinliklerine doğru daldıkça, maddenin bileşenlerinin ve bunların katıldığı olayların birbirleriyle ilişkili ve birbirine bağımlı olduğu aşikâr hale gelir. Öyle ki, bu bileşenler ve olaylar ayrı şeyler olarak değil, ancak tek bir bütünün tamamlayıcı parçaları olarak anlaşılabilirler. Bu keşif önemlidir; çünkü kâinatın bir bütün olarak ele alınması, çok yakın zamanlara kadar, sadece dinin sahası içindeydi.

O halde, bilimsel metoda ilişkin maddeci yaklaşımın yeniden ele alınması gerekmektedir. Bu metod, indirgemeciliğe dayanmaktadır. Yani, eşyayı hâlâ maddî bir gözle, ayrı ayrı dairelere ayırarak, ve sebep-sonuç ilişkisine indirgeyerek açıklamayı hâlâ sürdürmekte; biyoloji, fizik, kimya gibi disiplinleri hâlâ bağımsız bütünler imişçesine ele almaktadır. Kâinatın ve insanın var edilişinin amacını henüz kavrayabilmiş değildir. Bilim kâinatın düzenini ve birliğini gösterdikçe, kâinatın amaçsız olduğu görüşü giderek daha da imkânsız hale geliyor. Kâinata yakıştırılan amaçsızlığın ve pek çok temel soruya doyurucu cevap verilememesinin sebebi ise, bilimsel yaklaşımın kendisinde yatmaktadır.

Bilimsel yaklaşım nedensellik üzerine kuruludur. Kâinattaki herşeyin ve her olayın ancak o şeyin kendisi dışında, başka birşeyle açıklanabileceğini varsayar. Buradan yola çıkarak, bütün olayların ve bütün eşyanın kendilerinden önceki sebeplerin sonucu olduğunu söyler. Bu da, sebep sonucun dışında bir yerdedir ve sonucu o yapar demeye gelir. Oysa, kâinat bölünemez bir bütündür ve herşey olmadan hiçbir şey olamaz, çünkü bütün eşya ve bütün olaylar karşılıklı dayanışma içindedir ve hiçbiri diğerinden ayrılamaz. Hepsi bir bütünün parçalarıdır. Materyalistin, "Sebep sonucun dışında bir yerdedir" tezi yanlıştır. Sebep, sonuç ile birlikte kâinatın içindedir ve birbirinden ayrılamaz. Hal böyle iken, nasıl olur da sebep ve sonucu birbirinden ayırıp, sonucu sebebin yaptığı iddia edilebilir?

Daha da önemlisi, artık bilim adamları herşeyi diğer eşya ile olan ilişkileriyle açıklıyorlar. Buna göre, birşeyi açıklayabilmeleri için, en az kâinat genişliğinde olan tüm bu ilişkileri bilmeleri gerekir. Fakat bunun imkânsız olduğu açıktır. Çünkü, aynı zamanda gözlemciyi, yani insanın kendisini de içine alan bu ilişkiler zaman ve mekân itibarıyla insanın kendi dairesinden ötelere uzanır. Bu ilişkiler sınırsızdır ve bilim adamının bunları tümüyle kavraması imkânsızdır. Bu bakımdan, sonucu sebebe veren nedenselci yaklaşım kâinatın birliği gerçeğine aykırı düşmektedir.

Bilim adamları henüz bu çelişkiyi aşabilmiş değiller. Kuantum ve kaos gibi son teorileri her ne kadar bölünmüşlüğe ve determinizme yer vermeyen bir dünya görüşüne kapı açıyorsa da, kendileri hâlâ bölünmeci ve nedenselci yaklaşımlarında ısrar etmektedirler. Bu ısrarları yüzünden, yani nedenselliğe inandıkları için, indirgemeci olmak zorundadırlar. Ama öte yandan da, bilimsel keşiflerin işaret ettiği kâinatın birliği gerçeğini kabullenmeye zorlanmaktadırlar.

Bu çelişki, indirgemeci bilimsel düşüncenin bölünmez bir kâinata nasıl uygulanacağı sorusunu ortaya çıkardı. Bu soru bilim adamları ve felsefeciler tarafından uzun uzadıya tartışılmaktadır. Fakat, burada sözkonusu olan bilimsel düşüncenin kâinatın birliği hakikatı ile bağdaşmaz olduğu farkedilememektedir. İkisi bağdaşmadığına göre, ya bilimsel düşünce yahut kâinatın birliği gözden geçirilmelidir.

Oysa, kâinatın bölünemez bir bütün olduğu gerçeği tartışma götürmez. Kâinatın bütününde gözlenen ve insanı da içine alan birlik o kadar açıktır ki, inkâr edilemez. Bilim adamları bile olaylardan kopuk bir gözlemci rolü oynayamayacaklarını ve diğer herşey gibi kendilerinin de olaylara katıldığını farkettiler. Biz de kâinatın bir parçasıyız, herşey gibi değişime bağlı ve değişime tâbiyiz. Mekân ve zaman sınırları içinde yaşıyoruz ve dünyayı zaman ve mekân içinde algılıyoruz. Hal böyleyken, neden birşeyi mekânda ona komşu olan bir başka şeyle değil de, zaman itibarıyla kendinden önce gelen, ona tekaddüm eden bir başka şeyle açıklamaya çalışırız? Neden birşey sadece ondan önce oldu diye bir başka şeyi yapıyor olsun? Çağdaş bilim adamlarının hepsi de zaman ve mekânın birbirlerine tamamen denk şeyler olduğunu bilirler. Zaman ve mekân, birlikte, ‘burada’ ve ‘orada,’ ‘önce’ ve ‘sonra’ gibi ifadelerin sadece nisbî ve izafî birşeyler haline geldiği dört boyutlu bir sürekliliği, diğer bir deyişle ‘istimrar’ veya ‘temadî’yi temsil eder. Zaman itibarıyla ardarda geliş, bu dört boyutlu uzayda herşeyin yanyana var edildiği eş-zamanlı bir beraberliğe dönüşür. Buna göre, sebep-sonuç ilişkisi izahının, dünyanın zamanın akışına tâbi, onunla kayıtlı ve sınırlı bir biçimde idrâk olunmasına dayandığı ortaya çıkar. Nedenselliği, sonucu sebebe verme tavrını hiç sorgulamadan kabul eden kimi insanların anlayışıdır bu.

Nedensellik bir sebep-sonuç kısır döngüsüne yol açar. Çünkü, her sebep aynı zamanda bir sonuçtur. Tavuk yumurtadan, yumurta tavuktan çıkar, gibi. Peki, sebep hangisi: Tavuk mu, yumurta mı? Şüphesiz hiçbiri. Tavuğun sebebi neyse, yumurtanın ve aslında başka herşeyin de sebebi o olmalıdır. Çünkü bir tavuğun veya bir yumurtanın mevcudiyeti için, içindekilerle birlikte, bütün kâinatın da varolması lâzımdır.

Hume der ki: "Biri karşımıza birşey koydu ve bunun yol açacağı etkiyi, geçmiş gözlemlerimize hiç başvuramadan söylememizi istedi diyelim: Bu durumda aklımız nasıl işlerdi acaba? Akıl bir sebepte saklı sonucu, en incelikli araştırma ve inceleme yöntemleri ile dahi bulamaz. Çünkü, sonuç sebepten tamamen farklı birşeydir ve dolayısıyla sebebin içinde bir yerde keşfedilemez." Gerçekte, eşya ve sonuçlar öylesine sanatla ve öylesine faydalı gayelerle donatılmıştır ki, değil onların ‘basit’ sebepleri, kâinattaki tüm sebepler biraraya gelse dahi tek bir şeyi yapamazlar. Meselâ, insanın fiilleri içinde kendi iradesinin en çok müdahale ediyor gözüktüğü fiiller yemek, konuşmak ve düşünmektir. Bu kabiliyetlerin her biri çok iyi düzenlenmiş ve çok gayeler içeren bir zincire bağlıdır. Yüzlerce halkalı bu zincirden insanın iradesine verilen, sadece biridir. Meselâ konuşma eyleminde, sadece havayı dışarı solumak istemek ve solurken ağzımızın belirli şekillerde hareket etmesini irade ederek bunları kelimelere dökmek insanın iradesi dahilindedir. Oysa, havada tek bir kelime milyonlarca kelimeye dönüştürülür ve milyonlarca dinleyicinin kulağına ayrı ayrı birer kelime girer. İnsanın hayal gücü bile bunu çok zor kavrarken, iradesi nasıl kavrayabilir, eli nasıl yetişir? Sebepler içinde en üstünü olan insan bile kendi fiilini yapmaktan âcizken, hayvanların ve cansız mevcutların sonuçlar üzerinde bir kudreti olabilir mi

Ektiğiniz tohuma baktınız mı? Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa Biz miyiz bitiren?2

Eşyanın yaratılışına bakıyoruz ve görüyoruz ki, eşya son derece bolluk ve mebzuliyet içinde olmasına rağmen, mutlak bir sürat ve intizam içinde; mutlak suhulet ve sanatlılık içinde büyük bir kıymetlilik ve imtiyaz içinde vücuda geliyor. Buradan anlıyoruz ki, son derece çabuklukla ve son derece bolluk içinde, son derece sanatla ve son derece kolaylık ve intizam içinde, kusursuz, karışıksız yapmak, ancak kudretine hiçbir şey ağır gelmeyen bir Vâcibü’l-Vücud’un işi olabilir.

O ki yedi göğü birbiriyle âhenk içinde yarattı: Rahman’ın yaratışında bir kusur göremezsin. Çevir gözünü bir daha bak: Hiç kusur görüyor musun?3

Bu mutlak kudrete göre, en büyük şey en küçük şey kadar kolaydır; bir ağacı yaratmak bir tohumu yaratmak kadar, bir baharı halketmek bir ağacı halketmek kadar kolaydır. Kâinattaki hiçbir şey, bu mutlak kudret Sahibinin fiillerini sınırlayamaz. Kudretinin tecellîsi bütün kâinata yayılmıştır. Kâinatta görünen bu küllî işler O’ndan başka birine verilirse, birçok güçlükler ve karışıklıklar ortaya çıkar ki, faraza verilmiş olsa hiçbir düzen kalmaz, herşey yok olur.

Eğer yerde veya gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, şüphesiz yer de, gök de bozulup giderdi.4

Çünkü böyle bir kabulle, akılsız ve şuursuz sebeplerin her birinin en küçük birşeyi bile yaratabilmeleri için tüm kâinatı yaratıp idare edebilecek bir kudrete ve bilgiye sahip olduklarını hayal etmek gerekir. Çünkü kâinat bir bütündür; herşey herşeyle bağlıdır. Böyle bir kâinatta bu tarz bir kabulle düşünmek birbiri içinde muhalleri gerektirir.

Evet, kâinattaki eşsiz düzen kendi başına ilahî birliğin mükemmel bir ifadesidir. Eşyanın akılsız ve şuursuz sebeplerin eline teslim edilmesine mahal bırakmaz. Kör ve karışık, akılsız ve gayesiz mevhum güçlerin, yani tabiatın ve sebeplerin, kâinatta görünen bu hassas düzenle ve bu ince sanatla hiçbir ilgisi olamaz. Esbab ve tabiat, ellerini en küçük birşeye bile uzatamazlar. Sebeplere sadece edilgen olmak ve yaratılmış olmak düşer. Buna göre, tevhid yolunda onu vazgeçilmez kılan bir kolaylık, eşyayı sebeplere vermekte ise onu imkânsız kılan böylesi zorluklar ortaya çıkar.

Bunca ünlü bilim adamının ve felsefecinin yanlışlığı böylesine açık olan nedenselliği nasıl kabul ettiklerini sorabilirsiniz. Aslında, onlar gittikleri yolun içyüzünü görememişlerdir. Sonucu sebebe veren nedensellik fikrinden kaynaklanan açık muhallerin kendi mesleklerinin kaçınılmaz bir sonucu olduğunun farkında değildirler. Bilim adamları kâinattaki düzeni ve birliği inkâr etmezler, ancak bizden kâinatı küçük küçük parçalara dilimlememizi isterler. Sonra da her küçük dilimin yine geçici ve varlıkları kendilerinden olmayan bir başka dilimin sonucu ve ürünü olduğuna inanmamızı isterler. Nedensellik, onların Yaratıcının mülkünü sebeplere taksim etmelerini sağlayan bir tür tuzaktır. Yaratıcıyı tanımak ve kabul etmek istemedikleri için, O’ndan bu şekilde kurtulmuş oluyorlar. Ancak tek bir Allah’ı kabul etmekten kaçındıkça, sonsuz ilahları kabul etmek zorunda olduklarını görmüyorlar.

Göklerin ve yerin mülkü [ve idaresi] O’nundur. O’nun nesli yoktur; mülkünde ortağı yoktur: O ki herşeyi yaratır; ölçü, biçim ve düzen verir. Ancak, kimileri, O’nun yerine, hiçbir şey yaratmayan, kendileri de yaratılmış olan ve kendilerine bile zararı ve faydası dokunmayan, ne ölüme, ne yaşatmaya, ne de yeniden diriltmeye gücü yeten birtakım ilahlara ibadet etmeyi tercih ettiler.5

Kısaca, herşey sanatlıdır ve sürekli yeniden yeniye yaratılır ve sonuçlar gibi sebepler de mahlûktur. Her bir şeyin var olabilmesi için sonsuz bir kudret ve ilim gerekir. Buna göre, sebebi ve sonucu doğrudan doğruya beraberce yaratan Mutlak Kadîr ve Alîm Birisinin olması gerekir. O, Kendi isimlerini göstermek için kâinattaki eşya arasında gözle görülür anlamlı bir ilişki ve ilgi kurmuştur. Bütün eşya ve sebepler O’nun kudretinin penceresi ve perdesidir. Kendi Ustalarının sıfatlarını gösterirler. cizlikleri ile O’nun kudretine, fakirlikleri ile O’nun gınasına, fanilikleri ile O’nun bekasına işaret ederler. Büyük-küçük, küllî-cüz’î her mahlûk, kendi haliyle O’nu tesbih eder.

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O Azîzdir, Hakîmdir.6

Kâinat bu ilahî birlik gerçeğine işaret ettiği gibi, kâinatın Sahibi de gönderdiği mukaddes kitaplar aracılığıyla bize bu gerçeği öğretmektedir. "Allah’tan başka ilah yoktur" ifadesi vahyin temelidir ve bu gerçek mevcutların şahitliği ile de tasdik edilir. Kur’ân’ın anahtarı da bu ifadedir. Bu öyle bir anahtardır ki, bilim ve felsefeyi âciz bırakan yaratılış muamması ancak onunla çözülür. Birlik yolu vahiy yoludur. İnsanın kendi Yaratıcısını ve Sahibini ve tüm ihtiyaçlarını karşılayan mutlak kudret sahibi Tek ve Gerçek Mabudunu gösteren yegâne yol da işte bu yoldur.

Kur’ân kâinatın ve içindeki eşyanın kendi Sanatkârlarının birliğini ilan etmekten öte, kendi başlarına bir anlamı olmadığını öğreten tek kaynaktır. Kâinatın ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü bize Kur’ân öğretir.

Bu anlamıyla, her müslüman bir ‘bilim adamı’dır. Her müslüman kâinatı incelemeli ve tüm mahlukların, intizamları, karşılıklı yardımlaşmaları ve ilişkileri ile materyalist ve ateist düşüncenin bâtıl iddialarını reddettiğini görmelidir. Herşey sahipsiz olmadığını, ancak Tek Bir Yaratıcının mülkü ve mahlûku olduğunu söyler. Hepsi de tesadüfü ve nedenselliği, yani esbabperestliği reddeder. Her biri diğer herşeyi kendi Yaratıcısına verir. Her biri Yaratıcının ortağı olmadığına bir delildir. Aslında, Yaratıcının Bir oluşu doğru olarak bilindiğinde ve anlaşıldığında, hiçbir şeyin sebeplere bir kudret vermediği açıkça görülür. Buna göre, onlar da Yaratıcının ortağı olamazlar. Olmaları da imkânsızdır. Dolayısıyla, müslüman bilim adamı, inceleme ve keşifleriyle "Bir ve şeriksiz Allah’tan başka ilah yoktur" sonucuna varacaktır.

Kâinat inananlarca okunması gereken bir kitaptır. Çünkü, Kur’ân’ın bize bildirdiği gibi, Allah’a inanmak demek tüm sıfatlarına bütün kâinatın şehadet ettiği bir Yaratıcıyı kalben kabul etmek demektir. Hiçbir şeyi O’nun varlığına engel görmemek demektir. Allah’ın birliğinin tasdiki herşeyde kendi Sahibini gören bir akıl yürütme ile olur. Yoksa, başka türlü, O’nu bulmak için kâinatı bir tarafa atmak gerekir.

Ey Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın. Seni kusurlardan tenzih ederiz! Bizi ateşin azabından koru!7

Kâinat bilimin materyalist yorumunun mülkü değildir. Çünkü, materyalist bilim kâinatı kötüye kullanmıştır. Anlamını keşfedememiştir.

Ve o göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu inkâr edenlerin zannıdır.8

Materyalist bilim kâinatı tesadüfün ve kuvvetlerin oyuncağı olarak görür. Gerçekte, gayb âlemine geçiş olan ölümü yokluk ve hiçlik olarak görür. Gerçekte, kendi Sanatkârlarının mülkü olan eşyayı, birtakim tabiî kuvvetlerin birarada tuttuğu atom ve hücreler yığını olarak görür. Bunca kudret ve sanat mucizesini anlamsız, boş yere varolan, gerçek mükemmellikten yoksun şeylermiş gibi görür. Fakat, hangi tabiat, hangi nedensellik, hangi sebep, hangi felsefe, hangi kuvvet kâinatın güzelliğini ve gayesini açıklayabilir? İşte bu çürük temelleri yüzündendir ki, bilim ve felsefe, Kadîr-i Mutlak olan Allah’ın tüm sıfatları ile, kâinatın bütün işaretleri ile ve Kur’ân’ın bütün âyetleri ile gösterdiği, ebediyete ve rahmete giden yolu bulamamıştır. Kendi çizdikleri yol ise insana dertten, zorluktan ve acıdan başka birşey getirmemiştir. İnsanı ve dünyayı anlamsızlığa ve hiçliğe mahkum etmiştir.

Kur’ân’ın nurlu yolu ise, insanın aczini, fakrını ve ihtiyacını Kadîr ve Rahîm bir Allah’a imanla tedavi eder. İnsanın ‘düşünen bir hayvan’ değil, Rahman’ın misafiri olduğunu ortaya koyar. Sevdiği herşeyin ölümünden, zeval ve fenasından elem duyan insanın yaralarını ebedî bir dünyanın ve ebedî bir mutluluğun kapısını açarak tedavi eder. Kur’ân bunu herşeyin kendi Yaratıcısını tüm Güzel İsimleri ile zikrettiğini göstererek yapar.

Meselâ, bir çiçek bir rahmet hediyesidir. Öylesine güzel ve öylesine mükemmel yaratılmıştır ki, ona bakmaktan ve onu sevmekten kendimizi alamayız. Çiçek, kendi Sanatkârının esma-i hüsnasını anlatacak, dile getirecek harikulâdelikte yaratılmıştır. Biz de O’nun güzelliğini, kudretini, rahmetini, vs. sevecek, onlara hayran olacak, âdeta perestiş edecek duygularla ve akılla donatılmışız. Buna göre, çiçeğe olan sevgimiz O’nun Sanatkârı adına olacaktır. Sevgimizi "Ne güzel yapılmış!" şeklinde ifade edeceğiz. Bu sevgi Allah’ın isimlerinin sonsuz güzelliğine giden kapıyı açar; çünkü gözlerimizi çiçeğin güzelliğinden ilahî isimlerin güzelliğine çevirir. Kalbimize Allah’a aşkını ifade edecek bir yol açar. Böylesi bir aşk zevklidir. Bu aşk tefekkürdür. Bu aşk ubudiyettir.

Gerçek bilimle vahiy arasında bir çatışma yoktur. Dahası, insanlık gerçek ilerleme ve saadete yalnızca Kur’ân’ın yolunda ulaşabilir. Tüm bilimsel ve teknolojik ilerlemeler gerçekte kâinatın yaratılış biçiminin keşfinden ibarettir. Kâinat kendi Yazarını anlatan büyük ve anlamlı bir kitap olarak, ve içindeki mevcutlar kendi Yaratıcılarından bahseden birer âyet olarak görüldüğünde, tüm bu keşifler ve ilerlemeler, şüphe ve şaşkınlığa yol açmak yerine, imanı pekiştirir. Aslında, bilim adamlarının din-karşıtı görüşlerine rağmen, bilimde kaydedilen ilerlemeler, Kur’ân’ın ifadelerinióçelişmek bir yanaóonaylar. Bu uyum, bilim ilerledikçe artar. Materyalistlerin kendilerine aitmiş gibi gösterdikleri bilim, Kur’ân’ın vahyî haberlerinin doğruluğunu isbatlamaktadır. Bilim geliştikçe, ve atomaltı âlemlerden uzayın derinliklerine kadar herşeyin ve her bir şeyin var edilişindeki eşsiz güzelliği, hikmeti, âhengi, düzeni.. gösterdikçe, kâinatı bir Yaratıcının mutlak kudretine teslim etmemek daha da imkânsız hale gelmektedir.

Modern insanı mutluluğu ve hayatın anlamını ararken etkileyen en ciddi hastalık, gerçekte yaratılmış olan dünyayı anlama çabası olan bilimi, Yaratıcının sözü olan vahiyden ayrı ve ona aykırı olarak görmesidir. Fakat, insan kâinata ve kendi duygularına kulak verdikçe, mevcut bilimsel düşüncenin çelişkilerinin farkına varacaktır. Giderek artan sayıda insan, bu bilimsel düşüncenin artık geçerliliğini yitirdiğinin farkına varıyor. Giderek daha çok güzellikle, daha çok harikulâdelikle karşılaştıkça, yaratılışı sebeplere, tabiata, kuvvet ve kanunlara vererek açıklamak güçleşiyor. Böylece, insanlar, Allah’ı bilmeye ve O’na inanmaya götüren gerçek bilim ve bilginin önemini ve ona olan ihtiyaçlarını hissedecekler. Ancak ondan sonradır ki, insanlık gerçek ilerlemeyi ve ebedî saadeti yakalamış olacaktır: şu dünyayı Rabbini tanıttıran bir aynaya dönüştüren, fenadan bekaya yol bulan bir ilerleme!

Yâ Rab, Seni bütün kusurlardan tenzih ve tesbih ederiz. Biz ancak Senin bize bildirdiğini biliriz. Şüphesiz, Sen Alîmsin, Hakîmsin.9




Dipnotlar

1. Burada, İlk Muharrik veya İlk Sebep kavramının, Kur’ânî bir tefekkürün meyvesi olan ‘Müsebbibü’l-Esbâb,’ yani şu an tüm sebeplerin Müsebbibi ve o halde, zaman ve mekân içindeki tüm sebeplerin Müsebbibi kavramından tamamen ayrı olduğunu belirtmek önem arzetmektedir. Bütün sebeplerin Müsebbibine iman, her olayda, şimdi ve bundan sonra vukua gelen her sebep-sonuç ilişkisinde O’nun yaratıcılığının bir tasdikidir.

2. bkz. Kur’ân, 56:63-64

3. bkz. Kur’ân, 67:3.

4. bkz. Kur’ân, 21:22.

5. bkz. Kur’ân, 25:2-3.

6. bkz. Kur’ân, 57:1.

7. bkz. Kur’ân, 3:191

8. bkz. Kur’ân, 38:27.

9. bkz. Kur’ân, 2:32.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Yamina Bouguenaya

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut