Kara büyü

Derya Güney

ARABAYA BENZİN almak için bir benzin istasyonunda duruyorum. Ödeme yapıp tam ayrılmak üzereyken, görevli arabalar için kullanılan iki temizlik bezi getiriyor. Teşekkür ediyorum. “Bu bezlerden bende çok var, başka birine verirsiniz; ben almayayım” diyorum. Birden oğlumun, “Bize çikolata alır mısın, anneciğim” deyişini hatırlıyorum. Satıcı, elimdeki çikolataları koymak için bir poşet arıyor. “Gerek yok” diyorum. “Çantamın içine koyabilirim. İsraf olmasın. Üstelik naylon poşetler çevre için ayrı tehlike. Herşeyi alıyoruz, atıyoruz. Tam bir tüketim toplumu olduk.” Adam hak verir bir tebessümle başını sallıyor.

Şimdi evimizin yakınındaki kitapçının önündeyim. Küçük oğlumun defteri için bir kap almak niyetindeyim. Hani şu kılıf biçiminde olan, takılıp çıkarılanlardan. Selam veriyorum tezgahın arkasındaki âşina yüze. Selamım selamla karşılanıyor. İsteğimi anlatır anlatmaz kaplar diziliyor önüme. Örümcek Adam, Örümcek Adam, Barbie, Örümcek Adam.... “Başka çeşitleri yok mu?” diye soruyorum. “Maalesef!” diyor kitapçı. “Okulların açılış sezonundan sonra, başka getirmedik. Olanlar bunlar.” Erkek çocuğuna uyabilecek olanları işaret ediyor. Örümcek Adam’lıları yani. “Örümcek Adam almak istemiyorum” diyorum. “Haklısınız” diyor. “Eskiden, hoşlandıkları için bazen alırdım. Artık görmeye bile tahammül edemiyorum. Hele son yaşananlardan sonra, yabancı bir filme dahi bir kaç dakika bakamıyorum” diye ilâve ediyorum. Kitapçı “Anlıyorum” diyor hüzünle iç geçirirken.

Son yaşananlar; altmış yıldır süregelen ve nedense bu kez herkese koyan acılar. Benzinciyle konuşurken, kitapçıyla dertleşirken onları düşünüyorum. Satın aldığım her şeyin beni nasıl sorumlu kıldığını daha derinden hissediyorum. Aldığım benzinden, içtiğim meyve suyuna, kullandığım salçaya kadar nasıl da kuşatılmış olduğumu farkediyorum. Hayır! Yeni değil bu farkındalık. Son yedi yıl boyunca zalime kurşun olmasın diye titizleniyorum. Lakin ne kadar da yetersizmiş! Her gün, elimi sürmemem gerektiğini öğrendiğim yeni bir marka ile, yıllardır süregelen çabalarımın ne kadar eksik olduğunu görüp sarsılıyorum.

En çok tüketilen, en cazip gelen ne varsa üretip, sonra da onları inanılmaz bir sunumla yollarda, ekranlarda, gazete ve dergilerde arz-ı endam ettiren ahtapotun, kollarını her tarafa uzatışı karşısında daha bir irkiliyorum.

Eşimin geçen akşamki sözlerini hatırlıyorum. Asıl önemli olanın “tüketmemek, tüketimi azaltmak” olduğunu söyleyişi çınlıyor kulaklarımda. Olabildiğince az tüketmek yani iktisatlı davranmak. Mü’min ahlâkından olması gereken “iktisat” prensibinden ne kadar da uzaklardaydık. Müslümanca bir yaşam sürme iddiasında olan--kendisini ister zengin isterse fakir addetsin, hiç farketmez--günümüz insanı, büyülenmiş gibi harcıyor, tüketiyordu.

Evlere temizliğe gidip, nice zorlukla para kazanan anne, Adidas marka ayakkabı isteyen çocuğunu memnun etmek için çırpınıyor, kendisini yavrusuna karşı mahcup hissediyordu. Artık, “Yemekte ne var?” sorusu, “Kafama göre bi şey olmazsa yemem” tonlamasıyla soruluyor ve bunu duyan anneler hiç de rahatsız olmuyordu. Köftenin yanında pilav “vacip,” hele hele kuru fasulyenin yanında “farz” idi.

Diş macunu ve diş fırçası markalarının peşinde koşarken, misvağı hafife almıştık. Gariptir ki, bu günlerde her zamankinden daha çok, onun kıymetini hissediyorduk. Çünkü mazlumların kanlarıyla kirlenmemiş macun ve fırça bulmak bir hayli güçleşiyordu.

Meyve sularının dizili olduğu raflar âdeta “Git, evde kendin yap, olabildiğince uzak dur buradan, yüreğinde vicdanın kırıntısı kaldıysa” diyordu. Sağlığa uygunluğunu sorguladığımız, zararlarından az çok haberdar olduğumuz, eksikliği ile–nefsimizi tatmin etmek dışında--hiçbir şey kaybetmeyeceğimiz nice şey “Fıtrata dön, aslına dön, iktisata dön!” diye haykırıyordu.

Satın ala ala, hayatımızın vazgeçilmezleri olan şeylerle bizi kuşatmışlar ve doğrusu çok da iyi çalışmışlardı. Aldığımız, bir süre sonra da büyük bir zevkle yenilediğimiz eşyalardan, arabalardan, telefonlardan; evimize sokmazsak hiç bir şey kaybetmeyeceğimiz hatta çok şey kazanacağımız cipslerden, krem şantilerden elde ettikleri kârlarla yüreğimize hançer sok- malarına, mazlum ve masum kardeşlerimizi katletmelerine, bizi “dünyaya köle” yapmalarına nasıl da müsaade etmiştik!

Bu bir büyüydü... Kapkara bir büyü... Afrika’nın meşhur karabüyüsü değil elbet! Şeytanın ve onun yandaşlarının yaptıkları bir büyü. İnsan nefsinin hoşuna giden, iştihâsını uyandıran, “önemli ve değerli” olman için “ye, iç, sür, kullan” dediği görüntüleriyle dünyayı dolaşan bir büyü.... Adını ne koyarsak koyalım, ister zalim, ister şeytan, isterse kara büyü; O’nun kudreti karşısında bir hiç olmaya mahkum. Yeter ki, şerlerinden Allah’a sığınalım, varlıklarını hiç unutmayalım. Sanırım, o zaman süslü kisvesinin ardındaki şeytan daha kolay görülecek.

  17.03.2009

© 2021 karakalem.net, Derya Güney



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut