İNSANLARDA HAKİKAT nuru tecelli eder. Işık tıpkı güneşte olduğu gibi vurur üzerimize. Biz o ışıktan nimetlenir, o ışıkla yaşarız. Varlığı onunla anlamlandırır, onu yer, içeriz. Hakikatin ışığı bizi çimlendirir, besler, yeşertir, filizlendirir.
Allahın esması tümüyle Adem’e verilmiştir. Fakat Beni Adem istidadı olsa dahi, kusurları itibariyle, icraatındaki noksanlığı ile, bu esmayı kuvveden fiile çıkaramayabilir. O vakit bazı isimler bazılarının önüne geçer, insan hayatında ışık kırılır ve renkler ortaya çıkar. Bu Üstadın 24. Söz’de Zühre bahsinde murad ettiği halden anladığımdır.
Kimimiz ışık tayfının mor tarafında dururuz, kimimiz kırmızı. Kimi insan lale olur, kimi gül. Kimi elma olma istidadı taşır, kimi çilek. Ne çilek elma ağacına gıpta edip niçin yerlerde sürünüyorum diye esef eder, ne lale güle “senin şu dikenlerin çok fena” diye laf atar. Neticede dikenleri olan gül laleden uzun yaşar. Kainatın o güzel bahçesinde birbiri yanında mutlulukla varolurlar ve vazifelerini bihakkın ifa ederler.
Peygamberlere baktığımızda da bunu kolayca müşahede ederiz. Hz. Yusuf’ta Alim ve Hakim isimleri, Hz. Musa’da Mütekellim ismi, Hz. İsa’da Kadir ismi, Hz. Yakub ve Eyyub’da Sabur ismi, Hz. Yunus’da Celal ismi baskındır. Diğer isimler de elbette mevcuttur ancak bu azam ismin gölgesi altındadır.
Yine Raşid Halifelere nazar ettiğimizde göreceğiz ki, Hz. Ebu Bekir’de sıddıkiyet, Hz. Ömer’de adalet, Hz. Osman’da haya ve edep, Hz. Ali’de ilim ve ibadet azam derecededir. Bu bize Hz. Ömer’in sadık olmadığını, Hz. Ebu Bekir’in adil olmadığını, Hz. Osman’ın cahil olduğunu, Hz. Ali’nin hayasız olduğunu göstermez.(haşa) Ama sair sıfatlar bu sıfatlarının gölgesi altında kalmıştır. Bu vasıflar onların zirve vasıflarıdır.
Yine ehli tasavvuf için de söylenen, terk-i İbrahim Edhem, zühd-ü Cüneyd-i Bağdadi, meded-i Abdülkadir-i Geylani , aşk-ı Mevlana meşhurdur. Bu zatlar bu sıfatlarla “alem” olmuşlardır. Yoksa Hz. Mevlana’da tabilerine yardım eder, ama yardım deyince akla Hz. Abdülkadir gelir. Tüm ehli tasavvuf ehli aşktır, ama aşk deyince akla Hz. Mevlana gelir, hiç biri dünyaya rağbet etmemiştir, ama terk deyince akla İbrahim Edhem gelir.
Bizim de avam müminler olarak birtakım kabiliyetlerimiz, kimi inkişaf etmiş duygularımız, alem olmuş özelliklerimiz var. Kimi sıfatlarca ise eksik ve nakıs bulunuyoruz. Oysa bize verilen görev külli bir ubudiyet görevidir. Bu nakıs sıfatlarımızla, bu eksik esma tecellileri ile, bu gelişmemiş kabiliyetlerle nasıl külli bir ubudiyet yapılabilir?
“Va’tesemu bihablillahi cemian ve la teferreku” (Allahın ipine topluca sımsıkı sarılın ve sakın tefrikaya düşmeyin, birbirinizden ayrılmayın) ayeti bize bu külli ubudiyetin yolunu göstermektedir. Külli bir ubudiyet ancak zühre misal de olsak renklerimizi kabiliyetlerimizi bir gökkuşağı oluşturacak şekilde yan yana getirmek, ancak onları bir sulu boya kutusunda duran boyalar gibi ayrı ayrı değil, bir ortak amaç ve bir ortak resim için cem etmek, ihlasla ve uhuvvetle karıştırıp tuvalde beyaz rengi elde etmek gerekmektedir. O zaman tek tek zühre misal olsak da hep beraber bir reşha misal ubudiyete mazhar olabiliriz. Belki de Üstadımızın cemaat olmaya tesanüde bu kadar ehemmiyet vermesinin bir sırrı da 24. sözde saklıdır.
Kardeşlerimize ihtiyacımız var. Onlarsız semaya varamayız. Ancak her kardeşimizin güzelliğiyle iftihar edip, bizim addederek, ve benimseyip istifade ederek, kusurlarını tekmil edip, bizde olanı cömertçe sunarak gökyüzüne bir yol bulabiliriz. O zaman gökkuşağını merdiven yapıp Güneşler Güneşine vasıl olabiliriz.
Not: Hz. Rasulullah (sav) bu noktada peygamberler içinde ferdiyet sahibidir, bunun anlamı şudur, o tek başına dahi tüm esmayı ve sıfatı azam derecede görmüş ve göstermiştir, “levlake levlak…” sırrı da buna bir işarettir. Bu yüzden sair mukarrebuna insan-ı kamiller denilse dahi O Mubarek’e İnsan-ı ekmel denilmektedir. Zira O insan-ı kamillerin kutbudur.
© 2021 karakalem.net, Mona İslam