GEÇENLERDE BİR sohbete tanık oldum. Ana fikir olarak, idamla cinayeti eşitleyen, kurban, savaşmak ve hatta nefs-i müdafaa dahil her tür öldürme fiiline topyekün karşı çıkan, “merhametli” görünen bir bakış açısı, bir pasifist duruştu karşımdaki. Temel argüman olarak şunu sunuyordu: “Bir insanın ya da hayvanın ölmesi gerektiğine nasıl karar verebiliriz, kendimizde bu hakkı nasıl buluruz?” İlginç ve ilk bakışta kafa karıştıran bir nokta-i nazar.
Şöyle de ekleniyordu bir analiz güdüsüyle: “Öldürme, bir iktidar ve güç hissetme için yapılır.” Bu hiç vicdani değil. Doğru gibi, ama yanlış gibi de, biraz eksik biraz fala bir yorum, nereden baktığınızla çokça alakalı…
İnsan böyle “ölümcül” sorulara nereden bakmalı? Bu nokta-i nazar subjektif midir? Hakikat gerçekten var mıdır? Yoksa herkese göre bir doğrudan, rölativiteden mi söz etmeliyiz?
Mü’minsek hayır! Mü’min’n baktığı yer bellidir. O hayata vahyin penceresinden bakar. Başıboş hareket etmez, metodunu Allah’tan alır. Sünnet-i Rasulullah onun önünde rehberdir nurdur. O böylece hakikate vasıl olur. Sonra hamd eder. Çünkü eğer mü’minseniz nice dahilerden daha mahir bir göz verilir size, Allah gören gözünüz olur. Şayet Muhammedî iseniz size şefaatten pay bu dünyadan başlayarak gönderilir. Üstadınızın büyüklüğü nispetinde sinek de olsanız kartallardan yüksek uçabilirsiniz. Az aklınızla aklına güvenenlerden daha sağ salim hakikatin sahiline demir atarsınız, dalgalar sizi boğmaz. Şükürler olsun!
Oysa hümanizmin en güvenilir enstrümanı olan vicdan dahi, en başta Allah’ın kainat üzerindeki hükmünü, insan hayatı üzerindeki sözünü yok sayarak sakatlanıyor, eli kolu bağlanıyor, kör ediliyor, susturuluyordu. Böyle bir durumda bizim Allah’tan haber veren dört büyük üstadımızdan biri olan vicdan, haber veremez konuşamaz hale geliyordu. O zaman nasıl olur da bu insanlar vicdani olandan söz edebilirlerdi? Sen kainatı icad edene sırtını dön, her varlığı sahibinden kopar, yokluğa ve anlamsızlığa at, onlara ben anlam vereceğim iddiasında bulun, sonra da vicdandan söz et. Olur şey değil doğrusu…
İnsan Allah’ın kendisine öğrettiği gibi varlığı isimlendirmeyince, yaptığı isimlendirmede nefsin adı kimi zaman gönül, kimi zaman vicdan oluyor demek. Bu yüzden insanlar “Kurban kesmek vicdana sığmaz” diyorlar, nefsimiz istemiyor demiyorlar, yahut ilişkilerde serbestiyeti sadakatsizliği, vefasızlığı savunurken, “Gönlünün götürdüğü yere git” diyorlar, ama nefisinin götürdüğü yere gitmeyi salık veriyorlar. Onları anlamak için cidden ayrı bir kamus gerekiyor. Zira bizimle aynı dili, kelimeleri konuşmuyor, varlığı bizim isimlendirdiğimiz gibi isimlendirmiyorlar. O zaman da elbette her şeyin şaftı kayıyor.
Vahyin penceresinden bakılınca hemen nazarıma “Ben de öldürür ve diriltirim” (Hayat ve Ölüm veririm) diyen Nemrut geliyor (Bakara 258). Öyle ya iki mahkumu çıkarıp birini idam ettirmiş, birini salıvermişti. Güya İbrahim’e (as) meydan okuyordu. Aslında Tanrı’lık dava ediyor, iktidarını savunuyor, güç vehmediyordu. Bunu yaparken iki enstürman kullanıyordu Nemrut, öldürme ve hayatta bırakma. İkisi de enaniyetine hizmet ediyordu.
Öldürme fiilini insanın benliğini takviyede, narsizmine hizmette, tekebbürüne cilada kullandığını söyleyenler ve bu yolla ne suç işlenmiş olursa olsun idama karşı olanlar, Nemrut’un ikinci enstrümanını kullanıyorlar hiç kuşkusuz. Suçluyu hayatta bırakıyorlar. “Biz ne merhametliyiz bakın, hatta Allah bile bizim kadar şefkatli olamaz” diyorlar. Daha sofistike, daha ince bir tekebbür yoluna koyuluyorlar. Yahut kainatta kurulu nizamı beğenmeyip yeniden düzenlemeye kalkıyor. Güç yetiremeyince “öyleyse biz de şeriat-ı tekviniyi değil, şeriat-ı kavliyi değiştiririz” diyorlar. Mikail’i sevip Cebrail’i sevmeyen Yahudilere benziyorlar. Hatta Cebrail aleyhine tezahürat yaparak Mikail’le daha iyi dost olabileceklerini vehmediyorlar.
Oysa kainatta cari bir varlık hiyerarşisi var. Bu her canlının kendi türünü korumakla beraber bir başka canlı türüne de rızık olma hakikatini kapsıyor. İstifade eden tarafa yani nam-ı diğer “avcı”ya bakan yönü ile de ihtiyacı kadar almak, israf etmemek kaydı ile Rezzakiyete ayine oluyorlar. Ceylana acıyanlar, kaplanın inde bekleyen yavrularını görmüyorlar. Hayvanlara kıyamıyorlar, ama onlar da canlı olduğu halde bitkilere kıyıyorlar. Zira yoksa aç kalırlar. Bir yerde merhamete dur demeleri gerekiyor. Bunu da ses çıkaramayan bitkilere yaparak vicdanlarını rahatlatıyorlar. Öyle ya, madem sesi çıkmıyor demek koparınca buğdayın, ısırınca elmanın canı yanmıyor. Bunun bir benzerini deneyde kullanacakları hayvanların ses tellerini kesen bilim adamları yapmışlardı. Çığlık susturulurken vicdan susturuluyor. Tutarsızlar madem canlı öldürmeye kendilerinde hak göremiyorlar, hiçbir canlıya kıymamalılar.
Aklın feneri insanın sadece kendi önünü aydınlatıyor, sair yerleri karanlıkta bırakıyor. Bütüncül bir bakış olmayınca da bir gaflet eseri ise merhamet namında zulüm doğuyor, bir felsefi argüman ise de kibri intaç ediyor. Bu nevi kişiler kendilerini kainatın çekip çevrilmesinde Yaratıcıdan daha mahir görüyorlar. Daha iyi biliyorlar. Oysa “Ben senden daha iyi biliyorum” diye dava edinen İblis’i takip ediyorlar. Hakkın sınırlarını aştıkları her an, merhamet perdesi altında ya kendilerine, ya sair mahlukata zulmediyorlar. Sırtlarına büyük bir yük alıyorlar, varlıklarını kainata boğduruyorlar.
Öldürme fiilinin bir de cihada bakan yönü var elbette. Bu nokta-i nazarda nice merhamet burcundaki zevat-ı kiram’ın birer aslan kesildiğini görebiliyoruz. Burada da bize Feth suresinin ayeti rehberlik ediyor, “Onlar kendi aralarında merhametli, küffara karşı şiddetlidirler”. Hz. Osman (ra) gibi, Hz. Ali (ra) gibi Sahabe-i Güzin efendilerimizin hilm ve şefkatlerinin rağmına kahramanca savaştıklarını, ancak bunu nefisleri için değil Allah için yaptıklarını görüyoruz. Buna en meşhur misal Hayber önünde Hz. Ali (ra) olmalı, Yahudi pehlivanı vuracağı esnada yüzüne tükürülmesi ve onu öldürmekten vazgeçmesi. Zira Hz. Ali katil değildi, mücahitti. Arada ise hüda-heva farkı vardı.
Allah insanın içine tüm isimlerini iki eliyle bıraktı. Biri celal, diğeri cemal olan iki el insanın kemali için elzemdi. Bu Allah’ın Zat-ı Kibriyasında böyle olduğu gibi, insanda da ona misaldi. Nasıl Allah Muhyi ve Mumit’se, insan da ayine misal öyledir. Bu yüzden iki elinde hayatı ve ölümü taşır. Allah “Size hayat veren bir çağrıyla çağırdıklarında Allah ve Rasul’e icabet edin” (Enfal 24) dediğinde nasıl hayat verici ise mü’min de bir çiçeği yetiştirişi ile, bir çocuğu büyütüşü ile, bir sanat eserini ortaya koyuşu ile, insanları imana çağırışı ile hayat vericiliğe ayinedir. Allah nasıl hastalıkla, afetle, savaşla canlıların ölümüne hükmediyorsa, insan da böyledir. Avlanır, kurban keser, cihat eder, suçluyu idam eder, nefsine bir tecavüz olursa öldürür. Bu Allah’tan verili bir izindir. Allah’ın Mümit isminin insanda tecellisidir. Aradaki fark insanın bunu kendi aklınca değil Rabbin emrince yapması, bundan üzüntü duysa da zorlansa da emri yerine getirmesinden ibarettir.
Biz Allah için yaşar, Allah için ölürüz. Allah için öldürürüz. Zira Allah için yapılan her şey gibi “öldürme” de bir ibadettir. Kainatta hiçbir şey yoktur ki, kendi başına bir anlam ve değer ifade etsin. Her şey Allah ile anlam kazanır, öldürme de öyle. Bu yüzden Tevrat’ta Allah-ı Zülcelal hem “Öldürmeyeceksin” der, hem “Göze göz, dişe diş, kulağa kulak, buruna burun, yaralamalarda benzer bir karşılık” buyurur. Tenakuz yoktur, yasaklanan nefis için öldürmektir. Bu yüzden Kuran-ı Kerim, “Bir insanı haksız yere öldüren alemi öldürmüş gibidir” (Maide 32) buyururken, “Kısasta sizin için hayat vardır” (Bakara 179) buyurmaktadır. Tenasüp vardır. Yasaklanan şeriat dışı, emir dışı öldürmek, haksız yere masumu incitmektir. Yoksa suçlunun, zalimin cezalandırılması ölüme değil hayata hizmet eder. Bunun için kısas hayat verir. Bu yüzden işi öldürmek olan Azrail mübarek bir melektir. Bunun için Allah için İsmail gibi ölen de İbrahim gibi öldüren de mübarektir. Yine bunun için Sahibü’l-kemal Muhammed Mustafa (sav), hem Rahmeten li’l-âlemîn, hem Sahibüsseyf’dir.
Hiç kimse âlemlerin Rabbinden daha merhametli değildir. Benim Rabbimi merhametsiz gibi göstermek kimsenin haddi değildir. Varlığın sahibi kim ise hüküm ona aittir. Allah’ın seçip belirlediği hükme razı olmamak, ben daha iyisini bilirim demek İblis talebeliğidir. Bu merhamet perdesi altında bir kibir, bir Nemrut’luktur.