Esma Sistematiği üzerine bir akıl yürütme

Mona İslam

RİSALE-İ NUR’DA Esma-i Hüsna sistematiğinin Uluhiyet-Rububiyet, Vahidiyet- Ehadiyet, Celal-Cemal dengesi üzerinde oturduğunu, bunun üç ayaklı bir düzleme tekabül ettiğini görürüz. Seminerinde Sevgili Metin KARABAŞOĞLU’nun sözünü ettiği gibi, bu sistematik ilkinde Tevhid-i Azam’a, ikincisinde Vahdaniyet’e, üçüncüsünde ise Kemal’e bakan bir netice verir.

Seminerde anlatılanlar ışığında düşününce, insanlık tarihinde de bu sisteme göre kurulmuş bir yapı var. İlk ümmet nazarı ile baktığımız Beni İsrail daha ağırlıklı olarak Tek İlah fikri ile eğitilmiş, zamanının çok tanrılı hakim kültürlerine bir Uluhiyet talimi ile gönderilmiş, “Benden başka ilahların olmayacak” fikri ile aleme bir bayrak açmışlar. Peşi sıra gelen Ümmet-i İsa (as)’da Rab fikrinin daha ziyade işlendiğini İncillerde Rububiyet’e vurgu yapıldığını müşahede ediyoruz.

Hatta kimbilir belki bu yüzden Yahudiler ne kadar sapmış olurlarsa olsunlar Uluhiyetinde Allah’a şerik ittihaz etmezlerken, Hıristiyanlar bunda bir zayıflık yaşayabilmişler. Aynı şekilde hayatlarını bir Rabbani terbiye ile biçimlendirmek, güzel ahlakla donatmak noktasında Yahudiler ne kadar zayıf kalmışlarsa, Hıristiyanlar da o kadar onlara fark atmışlar. Zira Hz. İsa zamanında sahih bir Uluhiyet fikri vardı, eksik olan Rububiyet talimi idi, ki bu eksik tamamlanma yoluna gidilmiştir. İnsanların O Tek İlah’a hayatlarını teslim edişlerinde O’nun iradesi doğrultusunda insaniyet hamurlarına şekil verişlerinde, ahlakta, kemalatta sorun vardı. Demek insanlar İlah olan Allah’ı tanıyıp hahamlarını Rab’ler ediniyorlardı ki, onlara “Rabbiniz Allah’tır” hatırlatması yapılması vacip oldu.

Yine Yahudilerin Vahidiyet algısında bir sorun olmadığı, ancak Ehadiyet algıları sorunlu olduğundan olsa gerek, tabiat-perestlik onlardan neşv-ü nema bulmuş. Evrenin tek bir Yaratıcısı olduğunu bilmiş oldukları halde ancak nasıl yaşamlarını biçimlendirme, yani Rab olma işini Hahamlarına verdilerse, kainatta olup biten şeyleri de Allah’ın dışında mevhum bir tabiata vermişler. Böylece Yahudi itikadında Allah, sosyal hayata da tabiatın işleyişine de karışmayı bırakıp dinlenmeye çekilmiş, yedinci günde herşeyi bırakıp gitmiş bir Tanrı olarak karşımıza çıkıyor. Bu kudretinden şüphe edilmeyen, ancak şefkatinden şüphe edilen bir Tanrı. Yaratıp terk ediyor, umursamıyor. Burada Celal sahibi ama Cemal’i olmayan bir İlah var.

Hıristiyanlara gelince, onlar da her bir şeyi sorduğunuzda kolayca size bunu Tanrı yaptı dedikleri halde, sebep-sonuç ilişkisinde bir girdaba düşmüş ve sonuçları sebeplere hamledip esbap-perest olmuşlar. Bu da onların Vahidiyet kavramlarında bir sorun olması, Teslise inanmaları ve Allah’ın iradesini bir üçleme ile tecelli ettirdiği zannından ortaya çıkmış. Öyle ya, Allah (haşa) insanların günahlarını bağışlamak için bile hulul edip bir ölümlü kadından doğmaya ve insanlar arasında yaşayıp onlar için ölmeye gerek duyuyor, “Ol” deyip olduramıyor, illa bir sebebe ihtiyaç duyuyorsa o zaman esbab-perest olmayı da anlayışla karşılamak gerekiyor. Bu anlayış Allah’ı sebeplere mecbur ediyor. Bu noktada da karşımıza Şefkatinden şüphe edilmeyen ama Kudretinden şüphe edilen bir Tanrı olgusu ile karşılaşıyoruz. Öyle ya, gücü “Ol” demeye yetmiyor da, kullarını kurtuluşa erdirmek için ne çetrefilli yollar izlemek zorunda kalıyor. Burada da Cemal Sahibi ama Celal’i olmayan bir Rab bulunuyor.

Son ümmete gelince, ki o biz oluyoruz, böyle bariz bir dengesizlik hamdolsun ki görülmüyor. Elbette her ümmete gelen saf haliyle din-i mübin bir denge halinde verilmişti. Ancak bazı taraflara maksada uygun olarak yapılan vurgu ve zamanın ihtiyaçları, ümmetlerin karakteristik özellikleri bu makul vurguyu gayrimakul bir dengesizliğe taşıdı. Allah Son Peygamber’inde (sav) ve O’na indirdiği mesajında Uluhiyet ve Rububiyet, Vahidiyet ve Ehadiyet, Celal ve Cemal dengesini en hassas mizanla kurmuş, bizlere de Rahman suresinde “Sakın mizanı bozmayın” diye uyarıda bulunmuştur. Zira bu ümmetin Allah’ın halife olarak yarattığı insandan alacağı neticeler için çok az zamanı kalmıştır. Kıyamet yakındır.

Bu denklemde Vahyi Uluhiyetin, Hikmeti Rububiyetin tarafına koymak gerekir diye düşünüyorum. “Biz Musa’ya Vahiy ve Hikmet verdik.” “İsa’ya Tevrat’ı ve İncili, vahyi ve hikmeti öğrettik” ayetlerinden anladığımız şudur ki: Bu sistem bizim dünyamızda Kur’an ve Sünnete tekabül etmektedir. Vahiy ile bizi her türlü şirkten azade bir tek İlah’a Kulluğa çağıran Allah-ı Zülcelal, Sünnet-i Seniyye ile bize Rububiyetini göstermekte, “Allah Rasulü’nde size güzel örnek vardır” diyerek ona ittiba suretiyle terbiye olmamız, insaniyetin yüce maksatlarına ulaşmamız, evc-i kemalata uruc etmemiz sağlanmaktadır.

Yine Kur’an vahyinde bir genel üslup içerisinde bizi kainatta seyreden bir seyyah gibi gezdiren Rabbimiz, daha geniş bir dairede Vahidiyetine baktırmakta, ahlakın, şeriatın genel esaslarını, sütunlarını bina etmekte, Sünnet-i Rasulullah ile de su içmemizden, yatağımızda sağ tarafımıza yatmamıza, sevdiklerimize sevgimizi izhar etmemizden, selamlaşmamıza, yerde bulunan bir taşı kaldırmamıza kadar nüfuz edilmekle Allah’ın her minik şeyde bir kainat kadar hikmetler derc ettiğini, küçük bir adabımızla bile tüm kainatın alakadar olduğunu bir Ehadiyet tecellisi olarak bize talim ettirmektedir.

Kuran okurken, ürperirsiniz, haşyet duyarsınız. O öyle bir muhittir, öyle bir okyanustur ki, rehbersiz boğulmaktan korkarsınız. Anlamlar dünyasını kuşatamaz, hayret içinde başınızı döndürdüğünüz her şeyden aklınızın aczini itiraf ederek ayrılırsınız. Bu Kuran’ın celalidir. Onda ilerlemek Everest’e tırmanmak gibidir. Güzellik korkunun ve nefes kesen azametin ardından bakar. Asıl olan Kelam’ın mucizeliğidir. Kudreti hisseder, aczinizi derk edersiniz. Kur’an okumak size bir azamet verir, ehl-i Kuran ehl-i Vakardır. Kur’an okumak sizi kendi nazarınızda küçültür, kainat nazarında büyütür. Kur’an talebelerine Heybet ve Celal verir.

Oysa sünnet-i Rasulullah öyle midir? Sıcacıktır, yumuşacıktır, gülen bir yüzdür, bağrına sığınılan bir kucaktır. İnsandır, sizdendir, içinizdendir. Kalbinizin içindendir. Her bir işinizle bir anne şefkatiyle ilgilidir. Üzerinize Rauf ve Rahimdir. O Rahmeten lil Alemin’dir. Düşersiniz, sizi kaldırır. Size nurdan kanatlar taktırır, sizi elinizden tutar, korkusuzca diyar diyar dolaştırır. Onun yanında korku yoktur, emniyet vardır. O sizi saklar, size sığınak olur. O kelimelerini seçemediğiniz bir muhabbettir. Ağaçlar gibi siz de ona koşarsınız, taşlar gibi avucuna sığarsınız, ay gibi muhabbetinden kalbiniz ortadan ikiye ayrılır, ve O sizi de torunlarını kucaklar gibi kucaklar. O aşık olmaması gayri kabil bir güzelliktir. Üstelik sizi de yaklaştığınız ölçüde güzelleştirir. Ayrıca “Kardeşim Yusuf güzeldi, bense sevimliyim” diyecek kadar da mütevazidir. Oysa O bizzat cemaldir. Allah’ın Cemal’i en çok ona bakınca görülmektedir. Onun rahmetinden istifade ettikçe siz de daha merhametli olursunuz, ona benzedikçe siz de güzelleşirsiniz. Kainat hayranlıkla etrafınızda toplanır, melekler güzelliğinizi seyrederler. O size bakar ve “İşte der, Ümmetimle iftihar ederim” ve hiç esirgemez hemen ekler “Sizi çok seviyorum”. O sevgisini ne söylemede ne göstermede, ne kalbinize sevgi takviyesi yapmada asla cimri değildir. Sünnet terbiyesi mümine Rahmet ve Cemal verir.

Elbette bizim de bu denge ve sistematiği anlamamamız dahilinde yaşayabileceğimiz sorunlar var. Bazılarını el an yaşıyoruz da. Kimi dindar çevrelerde ağırlıklı bir Kur’an vurgusuna rastlıyoruz mesela, ve bunu hadislerin en hafif tabiriyle tahfifinde, şüphe ile yaklaşılmasında, yaşam rehberi olarak sünnete değil akla yer verilmesinde, Kuran’dan sünnet olmaksızın bir şey alınabileceğinin vehmedilmesinde görmek mümkün. Bu bir Yahudileşme temayülü doğuruyor. Bunun sonucu olarak Efendimizi bırakan kitleler kendilerine yeni Efendiler arıyorlar. Sünneti bırakarak kendi aklına sığınanlar yine kendi akıllarıyla kalmıyor, modern imamların peşine düşüyorlar. Yani aynen Beni İsrail gibi Rabbi’ler ediniyorlar. Yahut ezberinde bir sürü ayet bulunan, sözde İslamcılığı kimseye bırakmayan, takım tutar gibi bir dine taraftar olan, ancak kişisel yaşantısında, aile hayatında, alışverişinde bu dinin hiç yer bulmadığı insanlara rastlayabiliyoruz. Sünnetsizlik adamı bu hale getiriyor.

Öte yandan İslam dünyasında özellikle kırsal kesimlerde, eğitim görmemiş çevrelerde devam ede gelen bir dini gelenek var ki, bu insanlar farkında olsun olmasın köklerini sünnetten alıyor. Evet içinde hurafeler de barındırıyor, yahut yapılan haza hakikat dahi olsa insanlar bunun anlamını, hikmetini bilmedikleri için hem kendi nefislerine hem de sosyal hayatın sorularına cevap vermekte güçlük çekiyorlar. Kimi bir dereceye kadar kendini bu yolla muhafaza ediyor olsa da çocuklarını, gençlerini, etraflarını bu yolla İslam’a davet edemiyorlar. İnsanlar onlar için “Ne iyi teyze, ne iyi amca” diyor ancak onların bu iyiliğini dinden mülhem görmüyor. Bu iyilik kendileriyle münhasır kalıyor. Onların namazı duası hatta başörtüsü kimsenin gözüne batmıyor zira temsil konumunda addedilmiyorlar. Tabiri caizse modern hayatta pek de adam yerine konmuyorlar. Bu tarafıyla da din bir Hıristiyanlaşma yoluna gidiyor, bireysel bir ibadet, mistik bir anlayış, mübarek ama toplumdan uzak, marjinal insanlar doğuruyor.

İlk kategoride, Allah’ın uluhiyeti vechesinde bir sorun yaşamayan, hatta en ince meselelerde bile şirk kırıntısını fark edecek kadar hassas olan, selefi bir anlayışla kolayca herkesi tekfir edebilen bir celali din algısı, hayatın içini adabı, etvarı kuşatmayan, bir sürü meselede insanı rehbersiz ve sahipsiz, kendi aklı ile çözüm bulmaya, deneme yanılmaya terk eden vahidiyeti mevcut ama ehadiyeti eksik bir Allah inancı duruyorken; ikinci durumda hayatın ince ayrıntılarında boğulan, küçük bir adaba ziyadesiyle ehemmiyet verdiği halde daha büyük ve ciddi meselelere bigane kalabilen, parçadan bütüne gidemeyen, terbiye olsa da terbiye edemeyen, insanları bütünsel bir dünya algısı, tevhid içinde dine davet edemeyen hurafelere geçit veren, Kur’an’ı ömrü boyu yüzünden okumuş ama Rabbim bana ne demiş hiç merak etmeyen bir insan kitlesi ile karşılaşıyoruz. Birinci vartaya daha çok alimler okumuşlar, aklına güvenenler, ikincisine ise daha çok avam-ı nas düçar oluyor.

Bütün bunları görünce Bediüzzaman’ın tarikat eleştirilerini, yahut alimlere yönelik tenkitlerini anlamak ziyadesiyle mümkün oluyor. Zira istenen ve arzu edilen ne ruhsuz bir ceset, ne de cesetsiz bir ruh. İkisinin izdivacı gerekiyor. Bu da ancak sevgili Üstadımızın anlattığı gibi Uluhiyet-Rububiyet, Vahidiyet- Ehadiyet, Celal-Cemal dengesinin kurulmasından geçiyor. Böylece toplumdaki bir tarafı taş gibi sert ve müsamahasız, bir tarafı sakız gibi yumuşak ve omurgasız olan yanlış anlayışlar derlenip toparlanıyor, doğru kalıba konulup kırıldığı yerden tamir ediliyor. Risale-i Nur’un bütününde de bu denge ve hassasiyet özenle gözetiliyor ki, talebesi bu alanda gelişirken her taraftan eşit ve orantılı bir biçimde büyüyor, zülcenaheyn oluyor. Zira o külliyatta Kur’an’a ve sünnete eşit derecede ehemmiyet veriliyor, aynı şiddette vurgu yapılıyor.

  29.01.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut