Omuzlar ne kadar keder taşır?

Mona İslam

BU DÜNYADA oluşumuz kederin bizzat sebebi. Bizim hamurumuzun karıldığı dünya burası. Biz de toprağımız kadar kederliyiz hiç şüphesiz. Kimi toprağın üzerine çok, kiminin üzerine de az yağmur iner, kimi ise çöl toprağı gibi asırlar da geçse tek damla yağmur almaz. Yağmur dünyanın gözyaşları olmalı. Kimi göz her daim yaşlıdır, kimi tek damla yaş akıtmaz. Ancak her toprak temizdir, her toprak kutsaldır.

Biz de toprağımız gibiyiz. Kiminin hamuru neşe ile cıvıl cıvıl karılmış, hüzün sadece bir tutam katılmış, kimi ise bol suyla cıvık bir hamur kıvamında yoğrulmuş, kederle mayalanıp içi kabartılmış. Mayalı hamur gibi yumuşak ve yufka yürekli olmuş kimisi, kimi ise peksimet gibi sert. Toprağa benzediğimiz kadar ondan biten ve hayatımızı idamede vazgeçilmez olan ekmeğe de benziyor fıtratımız. Kiminde celal sıfatı çok, kiminde cemal, her birinin evrendeki yeri ayrı, kaderin büyük projesindeki yeri farklı.

Yahudilerin “mayasız” bayramını bilirsiniz. Mısır’dan çıkışı kutladıkları gündür bu gün. Hakikaten büyük bir lütufla kurtarılmışlar Firavun hanedanının ellerinden. Kutlanmaya bayram edilmeye değer bir günde ellerindeki unu karıp ekmek yapmışlar. Fakat yanlarına maya almayı unuttukları için telaşla ve can havliyle çıktıkları topraklardan, ekmeklerini mayasız karmışlar. Mayayı unutmak, duyguyu unutmak gibi sanki. Akılla yetinmek, mayasız, takır tukur bir peksimet, bilemediniz galeta olmak. Kim bilir belki bu yüzden mayasız ekmek gibi sert ve katı kalpli olmuşlar.

Sözüm elbette ehl-i iman olanlarına değil onların, ancak şuna şüphe yok ki onların ehl-i iman olanları dahi tarih sahnesinde kitapları gibi, peygamberleri gibi, daha celal ağırlıklı boy göstermişler. Onların nasibine celal, İncil’in takipçilerinin nasibine cemal, Kur’an’ın takipçilerine ise celal-cemal dengesi mizana gelmiş bir kemal bahşedilmiş. Musa ümmetinden bu celali hakkın sınırlarını ihlal ederek zulüm boyutuna taşıyanları da çok olmuş kuşkusuz. Belki de en büyük zulmü İsa’nın katılaşmış kalplerini yumuşatmak üzere getirdiği nefesi, ekmeklerine katmaya çalıştığı mayayı reddetmekle yapmışlar. Allah en doğrusunu bilir.

İnsanın her sa’yi, her çabası mutluluk içindir. Oysa insan tek başına mutlu olamaz. Ne kadar keyfiniz yerinde de olsa bir başkasının sıkıntısına tanık olduğunuzda keyfiniz kaçar. Bir başkasının mutsuzluğu pahasına bir cennet kuramazsınız. Yıkılan yuvaların üzerine ev kuramaz, çalınan sevgilerle zengin olamazsınız. Olsanız ne yazar. Mutluluk na-ehil ellerde durmamayı bilecek kadar sağduyu sahibi bir melektir. O kendisine ancak evrensel bir şeriat dahilinde sahip olunmasına razıdır. Hiç kimse mutluluğu razı etmeden ondan kam alamaz. Bunun farkına varamayanların elinde mutluluk, şeytanın insanı vaatleriyle peşinden sürüklediği bir altın buzağı olur. Ben de bugün Yahudilerin ellerinden fışkıran ölümü bu yolla anlamaya çalışıyorum.

Bazen sevdiklerinizin hüznünden bir parçayı yüklenmek istersiniz. Onların varlık evlerini temizlemek, onlar için yumuşak ve tatlı neşe çörekleri pişirmek, üstlerine başlarına, hayatlarına, dağınıklıklarına çekidüzen vermek, yanlışlarını “bu sana yakışmıyor” diyerek düzeltmek arzusu duyarsınız. Bir başkasının kederini yüklenmek zayıf omuzlar için öldürücü bir yük olabilir. Allah dağına göre kar verir. Kimi insanlar siz onlara yazık diyerek onlar adına sabırsızlık da gösterseniz, kederi taşımakta sizden daha mahir olurlar. Yahut siz neşenizi onlara zerketseniz, o neşe onların hamurunu bozar da, tefessühüne sebebiyet verir. Herşey bir ölçü ile takdir edilir. Allah kime neyi vermesi gerektiğini iyi bilir. Bu da Arap kardeşlerimin hikayesini anlamama yardımcı oluyor.

Herkesin neşesi de kederi de kendine göredir. Omuzlarının taşıyabileceği, kalbinin taşmadan coşup kabarabileceği büyüklüktedir. Ne keder tek başına anlamlı ve hayırlıdır, ne de neşe. Bu hangisinin sizi ne kadar hakikate ne kadar Hakka yaklaştıracağı ile ilgili kutsal bir bileşimdir. Her bir içerik bir ölçüye göre katıp katıştırılır ve kişiye göre tertip edilir, her hastanın ilacı özel, her dertlinin devası kendisine mahsus tayin edilir.

Tüm bunları düşündüren, dün izlediğim bir filmdi. Özcan ALPER’in “Sonbahar”ından söz ediyorum. Filmin kahramanı Yusuf da, şaşırtan bir tevafukla tüm Yusuf’lar gibi hüzünlü bir hikaye kahramanı idi. Başına gelen ve omuzlarında taşıdığı yükler benim bir tanesine bile tahammül edemeyeceğim şeylerdi kuşkusuz. Bu acılar annesinin dilinde “Bir çay bile içemedin yavrum on yıldır” sözleriyle özetleniyordu. Ama bu onu küçücük pencerelerden baktığı hayata, merhametle dokunduğu insana, zahmetine ve soğuğuna rağmen tırmanıp içine çektiği güzelliğe karşı duyarsız kılmamıştı. Bilakis acı onu bir bıçak gibi bileylemiş ve hayatın en küçük bir anına karşı dahi iştiyaklı hale getirmişti. O zamanı da eşyayı da çoğumuzdan iyi kullanıyordu. Onun bakışları bizim yanından geçip gittiğimiz güzellikleri, içtiği sigaralar gibi içine çekmekle meşguldü. O her bir şeye son kez bakıyormuş edasıyla gözlerini dikiyordu.

Filmden omuzlarımda keder, gözlerimde yaşla çıktım. Hayat göz yaşartıcı bir bomba gibi etrafımı sarmış, gözlerimi iyice yıkamak suretiyle etrafıma bir daha temiz pencerelerden bakmamı sağlamıştı. Ve ölüm hiç uzak değildi kuşkusuz. Ölüm öyle bir muamma idi ki, bir şuur ve farkındalık haline gelip yerleştiği gözlerde güzellik algısını kat kat arttırıyor olmasına karşın, bizzat o insanı ne kadar güzel olursa olsun çirkinleştiriyordu. Ölen bir kişi ne kadar yakışıklı olursa olsun, gözünüze çirkin geliyordu. Oysa o pencerelerden zamanı dolmak üzere bakan ruh, kim bilir size baktığında nasıl bir güzellik görüyordu. Bu benim çözemediğim bir muamma olup sadrıma yerleşip oturdu. Atamız İbrahim gibi “Lâ uhibbul âfiliyn” dedirtti.

Gece hüznümle beraber TV izlerken çok sevdiğim, epeydir yoğunluğu sebebiyle göremediğim bir arkadaşıma, bir başka Yusuf’a tevafuk ettim. Tvnet’te katıldığı, İHH’nın düzenlediği programda heyecanlı ve hatta neşeli bir şekilde ölümden bahsediyordu Yusuf Armağan. Golan’a kadar giden ekipteydi, İsrail’i protesto için yapılan tüm eylemlere canla başla katılmıştı, ve Suriye’de görüştüğü Hamas yetkililerinden haber vererek Uhud savaş sonrası Ebu Süfyan’a cevap veren sahabe misali “Ölenler şehit, kalanlar gazi, umudunuzu kesmeyin, biz coşku içindeyiz” diyordu. Yusuf gibi ölüme neşe ile bakabilmek, onun coşkusunu içime doldurabilmek istedim. Öyle ya, katledilen insanlar biiznillah cennete gitmişlerdi. Belki Yusuf’un sesi aynı zamanda onların sesi idi. Tıpkı Yasin sûresinde ölen adam gibi “Keşke kavmimiz bilseydi Rabbimiz bize neler bahşetti!” diyerek semadan bizi avutmaya çalışıyor, belki onlar bize bizim onlara acıdığımızdan kat kat fazla acıyarak merhametle nazar ediyorlardı. İmtihan hepimizindi, keder de öyle. Ölüme neşe ile bakabilmenin sırrı de bu arzın toprağında mevcuttu. Soruları aklımıza üşüştüren toprak, şükür ki cevapları da veriyordu.

Ölüm her tarafımızdan bizi kuşatmıştı. Ve benim hamurum ölüme arkadaşım Yusuf gibi bakabilirsem hayrı arttırabilecek, gayrete gelebilecek, izlediğim filmdeki Yusuf gibi gördüğüm takdirde depresyona sevk edebilecek gibi karılmıştı. Hayat gözlerime güzellik, kalbime muhabbet, kelimelerime neşe verdiği sürece bereketli meyveler verebilen bir ağaçtım ben. Keder mideme bir yumruk gibi oturuyor, elimi kolumu bağlıyor, beni atıl kılıyordu. Sıcak ve az yağış alan toprakların ağacı. Belki portakal, belki hurma. Kuşkusuz bir başkasını örnek alıp onun toprağına dikilme çabası beni ben olmaktan çıkaracak, kurutacaktı. Bu dünyada her birimize içinde güzelce neşv ü nema bulacağımız toprağı arayıp bulmak düşüyordu.

Taşıyamadığım kederi omuzlarımdan kaldıran arkadaşlar gönderen Allah’a hamdolsun.

  19.01.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut