NUN, KALEME ANDOLSUN…

Mona İslam

“NUN…

KALEME ve yazdıklarına and olsun!”

Kalem ilk yaratılanlardandır. Bir hikayeyi yazmaya başlar. Bu “nun”un hikayesidir. “Biz”im hikayemiz. Nun denilince akla biz zamiri gelir, nahnu sırrını anlatır nun. Aslında kalemin yazdığı en ilgisiz zannedilen iki şey, çizdiği en uzak ve alakasız iki resim dahi birbiriyle ilgilidir. Varlığımız kalemin ucundan akan mürekkepten ibarettir. Hikayeci bunu böyle murad etmiştir. Hikmetle dolu bütünlük, sırlı parçaların birbirini tamamlayışı, sorulan soruların cevabı hikayenin sonunda kendini gösterecektir. O bizi anlatır, ve tabii ki bizimle kendini...

Hikayeci birbirinden ilginç karakterler yaratır. Öyle ki bazen bu karakterler öykü içerisinde kendileri için güzel şeyler yazan Hikayeci’ye işveyle gülümserler, bazen de O’nun yazmaya doyamadığı kedere alın buruşturur “neden?” derler. Yazar karakterlerinin işveli tebessümüne de, sitemkar serzenişine de hoşnutlukla bakar. Bir kuyuya düştüklerinde de, bir dağın zirvesine çıktıklarında da hiç şüphesiz onların yanındadır. Hikayeci ile kahramanların arasında yeni tabirle “interaktif” bir ilişkinin bulunduğu, hareketli, görüntülü, canlı bir hikayedir yazılan, an be an eski kurgu alaşağı edilir, yenisi icad olunur. Kimi zaman kötü adamlar iyi olurlar, kimi zaman iyilerden kötülük sadır olur. En sadık dostlar ihanet eder, en yabancı insanlar her şeyden yakın olurlar. Beyazla siyahın durmaksızın değiştiği, karıldığı, dahası kırılıp sayısız renklerle geçit resmi yaptığı bir anlatı şölenidir karşımızdaki. Elbette tüm bunların içerisinde bir de sürgit devam eden, kararlı, muhkem hakikat direkleri vardır. Onlar asla değişmez, zıdlarına inkılab etmezler. Ayan-ı sabite denilen bu olsa gerek.

İnsan hayatın içerisinde böyle bir hikaye kahramanıdır. Bu hikaye yazılırken hem başrol bize aittir, hem de figüranlık. Kimi zaman en mümtaz yerde oturtulurken, kimi zaman fark edilmeden kıyıda köşede kalırız. En mümtaz yerde de olsak, en kenarda köşede de, bu sair kahramanlar nazarında, hikayenin akışında çok şey değiştirse de Yazar açısından hiçbir farkı yoktur. Zira o bizim konumumuzu bizzat kendi elleriyle yazar. Önemsediği şey de sadece orada ne kadar liyakatle durduğumuz, yüklenen vazifeyi ne denli iyi yaptığımızdır. Bir filmde izlediğimiz bir karakterin acılı durumunu çok iyi oynayışı nasıl bizi hayran bırakırsa, bizim acıyı dahi hakkıyla yaşamamız Yazarın hoşuna gider. Neşesi de onu gülümsetir. Yaz-boz tahtası elindedir. Dilediği an padişahları köle, köleleri padişah yapabilir.

Bir hikayeyi okuyan ve bir filmi izleyen akıl sahibi kişi şayet insansa empati yeteneğinin de yardımıyla aynelyakin o hale vakıf olabilir. Ana fikri anlayabilir. Maksada nüfuz edebilir. Ancak hakkalyakin vukufiyet, hikayenin bizzat içinde olmakla, kahramanı bulunmakla, yine de bir hikaye karakteri olduğunun idrakinden sapmamakla mümkündür. Bu hikayenin hem içinde hem dışında olma durumudur. İçindeyken yaşar, tadar ve hissederiz, dışında ise okur, anlar ve idrak ederiz. Bu hassa, onu bizden evvel okumaya başlamış olan meleklerde yoktur. Onlar insanın ve kainatta bulunan nesnelerin öyküsünü, kendi cinsleri de dahil olmak üzere sadece sathi bir okuma ile okuyarak ilmelyakin bilebilirler. Hissetmek, idrak etmek, tatmak yetilerinden mahrumdurlar. Bu yüzden de öykünün kahramanlarını ne kadar ilgiyle takip ederlerse etsinler, derin bir bağlılıkla sevemez, sevinç ve kederlerini içlerinde hissedemezler. Kendilerini onların yerine koyamazlar. Yine aynı sebeple ne kahramanın ne de yazarın dünyasına tam vakıf olamazlar. Bu yüzden kalem yaratıldığından bu yana insana ihtiyaç duyulur. Yaratılışın en olmazsa olmazı insanın varoluşudur. Yine bu yüzden insan hem Rabbine, hem kainattaki her varlık çeşidine, hem de insan cinsinden olana en yakın (mukarreb) olandır. İnsanın ünsiyetten gelmesinin anlamı tam da budur.

Çünkü insan, hikayenin içindeki varlık, serüvenini korkuyla, umutla, sevinçle, kederle, acıyla, hazla yaşarken, bir yandan da hem kendi hikayesini, hem sair mahlukatın hikayelerini yazar. Bu adeta bir Yazarın kahramanının da bir yazar olmasına benzer. Bu iki yazar karşılıklı oturup söyleşirler. Hikayenin nedeni, niçini, felsefesi, ruhu, içeriği, biçimi, üslubu, sanatı üzerine sohbet ederler. Bu sohbetten daha büyük bir haz ne Yazar için ne de öykü kahramanı yazar için düşünülemez. Biz buna kulun Rabbiyle sohbeti diyoruz. Tefekkür gibi, dua gibi, Kur’an kıratı gibi, namaz gibi, toplulukla yapılan sohbet ve zikir gibi çeşitleriyle bu sohbeti çok iyi tanıyoruz. Kimi zaman insan, “okuyucular” olan meleklerle de söyleşir, ancak bu ne yazarla söyleşmeye ne de bir başka öykü kahramanı olan insanla söyleşmeye benzer bir tat vermez. Zira maksat Yazarla söyleşi olsa da, onun halefi ile söyleşmek de O’ndan bir tat taşır. Meleklerde bu “halifelik” vasfı da yoktur. Sohbet de muhabbet de gönülden gönüledir. Melekler gönül taşımazlar. Bu yüzden kainattaki en yüksek maksat olan muhabbete bir yol bulamazlar. İnsanın büyük bir farkıdır gönül, melekleri secdeye getiren şeylerden en önemlisi de bu olsa gerek.

Kimi zaman insan hikayenin içinde öyle büyük hazlar, öyle büyük kederler yaşar ki bunun bir hikaye olduğunu unutur, acısının yahut neşesinin içine gömülür. Bir hardal tanesinde boğulur. O zaman dönüp Yazar’a bakmayı, ve O’nunla söyleşmeyi de unutur. Kahramanımız kendi masalının sayfalarının arasında nisyanından bir girdapla yutulur. Bu unutuş zamanlarında insan, yaşamını ıslak kumlara yazılmış yazılar gibi tahayyül eder. Biraz sonra deniz gelecek ve onları silip yok edecektir. Canhıraş bir biçimde yeniden yazar, daha derin batırır elindeki dal parçasını, daha büyük harfler kullanır. Ne yazık ki zaman denilen deniz, bizim elimizdeki cüz-i irade çubuğundan da, yazdığımız yazının derinliğinden de daha güçlü, daha etkilidir.

Yazar’a bakmayı, O’nunla söyleşmeyi unutan karakterler içlerinde bulunan dayanılmaz, söyleşme arzusunu, ve öykülerini baki kılma sevdasını bir başka kahramanın hafızası üzerinden yapmayı denerler. Buna aşk-ı mecazi diyoruz. Islak kumlarda baki olma çabalarının en derinidir aşk-ı mecazi. Onun çabası ne heykeller dikmeye, ne geride eserler bırakmaya, ne de adını sonsuza dek yaşatmaya dayanan çabalara benzer. O çoklar üzerinde sathi bir iz değil, bir kişi üzerinde derin izler bırakarak baki olma çabasıdır. Zira bu öyle derin bir varoluşsal ihtiyaçtır ki, derin bir bağlılıkla bizi karşımızdaki insanın içine gömer. Onda kayboluruz. Kanaatimce Yazar’ın yazmaktan en çok hoşlandığı öyküler de bu aşk-ı mecazi öyküleridir. Öyle ki biz öykü içindekiler dahi en çok bunu anlatmaktan hoşlanırız. Zira bu öykünün bir yerinde kahramanın girdaptan kurtulup yüzünü Yazar’a dönmesi ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Yazar onun kıvranışlarının, hasretlerinin, iç çekişlerinin, kendisi için olduğunu bilir. Farkında değil ama, aslında Beni özlüyor duygusu ile onun yarasına dikkatle bakar. Aşık yoğun bakımda bir hasta titizliğiyle takip edilir.

“Hafıza-i insan nisyan ile maluldür” ya bir başka insanın hayalinde, kalbinde, hafızasında var olmak, öykünüzü ona anlatmak bir örümcek ağı örmek gibidir. İnce ince işlersiniz, itina ile bezersiniz, çok sağlam zannedersiniz ama sizi şoka sokacak bir kolaylıkla dağılıverir. “Beni unutma hikayemin tek şahidi sensin” dediğiniz, en mahrem taraflarınıza, ruhunuzun en aciz köşelerine, en fısıltıyla söylenebilecek sözlerinize sahip olan insanlar dahi, ellerinde olmaksızın sizi unutabilirler. Şayet unutmuyorlarsa, onların sizi unutmayışı Yazar’ın bunu onlarda muhkem kılması ile mümkündür. Zira hikaye aslında bizim değil O’nun hikayesidir. Hikayesinin bekasını bizden ziyade O istemektedir.

Ama bir tarafıyla insanda var olmak çabası anlamlı da bir çabadır. Rabb için içimize derc edilen muhabbet duygusu, O unutulunca O’na(teşbihte hata olmasın) en benzeyene, O’nu en çok hatırlatana yöneltilir ki bu da yine bir insandır. Bu yüzden çiçeğe, aya, yaprağa, değil insana aşık olunur. İnsan aynaların en güzelidir. Üzerinde Sevgiliyi en çok gösterenidir. İnsan ilişkilerinde dahi sevdiği birini kaybeden kişi ona en benzeyeni arayıp bulmaya çabalar. Onu hatırlatan yerlerde dolaşır, onun sevdiği nesneleri toplar. Bir insanın aynasında temessül etmek Rabbin dahi arzu ettiği bir şey olunca bunu insan niçin istemesin? Ancak insan, sizin hikayenizi en derin duygularıyla hisseder. Sadece o kendini sizin yerinize koyabilir, siz olabilir. Zaten sevgi de benliğini büyütüp birden fazla insan olmak demek değil midir? Bu sayede insanlar sevdiklerinin başlarına gelen bir sıkıntıyı hisseder, onların hallerini rüyalarında görür, onların eksiklerine, aczlerine canhıraş bir biçimde şefkat ederler. Sevgi sayesinde onun yarası benim yaram olur, onun sevinci de benim sevincim haline gelir. Ama yine de hiçbir yer, insan hafızası veya gönlü dahi, O’nda baki kalmak gibi değildir.

Bu zor dengeyi tutturmak lazımdır. Bu ise yüzünü Allah’a dönmeyi O’nunla söyleşmeyi O’nu anlama çabasını sürdürürken, onun dahi Kendisini anlamasını murad ettiği insanı ıskalamamaktır. Aşk-ı hakiki ile aşk-ı mecaziyi birlikte ve iç içe geçişlerle yaşamaktır. Sevgiliden En Sevgiliye, En Sevgiliden de sevgiliye yol bulmaktır. Bu sayede insan sadece kendi öyküsünü değil ötekinin öyküsünü de yaşar. Bu sayede insan sadece kendi yüzünü dönerek değil, sevdiklerinin de yüzünü dönmesiyle Allah’la sohbet eder. Bu sayede gönül inbisat eder, genişler, içine birden çok nihayetsiz sevgileri, kainat kadar bir merhameti içine alır, ve nahnu sırrı tecelli eder. Ben, biz olur. Kainat arkaya atılmadan Rabb’e kavuşulur. Her sevgiliden O’na aşkla yol bulunur. O’ndan da her sevgiliye merhamet burcunda geri dönerek nur olunur. Rahman ve Vedud isimlerine beraberce kavuşulur. Böylece bizim öykümüz uruç ve nüzullerler, yükseliş ve alçalışlar birbirini kovalayan, bitmeyen, yeniden yeniye yazılan, her batında yeni bir bölümle doğan bir öykü olur. Nun sırrı, tam da burada rahmetle aşkın birbirine dönüştüğü yerde ayan beyan ortaya çıkar.

Aşkın, faniliğin, kaderin, cüz-i iradenin aklen olmasa da hissen ne olduklarını anlatan harikulade bir üslubuyla, insanı yüksek sesle okumak arzusu ile tutuşturan kelimeleriyle, göze, kulağa, hayale bir şölen yaşatan teşbihleriyle, padişahı unutup cariyeye giden hattatın, mavi bir yıldıza aşkından eriyip giden ve aşkına kavuştuğunda aşkı bitiveren mezarlık bekçisinin, mürekkep ile demir huruf arasında bir devrime kalbi burkularak tanıklık eden sahafın, beyaz karanfil kokusu yayan ve nuru sükunet veren şeyhin masallarıyla hayatımda okuduğum en seçkin kitaplar arasına giren “Nun Masalları”nın tefekkürümdeki payını inkar edemem. Nazan Bekiroğlu’na beni bu masal diyarında gezdirdiği için teşekkür ederim.

Tek bir harfin bir yazar tarafından okunan dünyası buysa bizim daha okuyacak çok şeyimiz, yürünecek çok yolumuz, tadılacak çok lezzet ve acımız, hissedilecek çok latifemiz, anlatılacak ve dinlenecek çok masalımız var demektir. Bir hikayede durup düşünmekle, onda takılı kalmak arasında büyük fark vardır. Bu yüzden hakikat şudur ki, hayattaki tüm hikayelerin sonu noktayla değil, virgülle bitmektedir.

Dileriz tüm masallar bizi O masallar ve hikayeler sahibi Büyük Yazar’a yakınlaştırsın.

  10.01.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut