Kötülük sütle temizlenir

Mona İslam

KÖTÜLÜK HER yerdedir, doğada, insanın içinde, ruhlar dünyasında, hatta ahirette, iyi ve kötü daima vardır. Karanlık ve nur da öyle. Zira kainatta cari kanun cem’-i ezdad’dır. İbn Arabi der ki: “Cem’-i zıddeynde kemal vardır:” yani iki zıt şeyi makul bir ölçü ile cem ederseniz kemal bulursunuz. Aydınlık gözünüzün içine girerse, ve her yer saf ışıkla kaplı olursa hiçbir şey göremezsiniz, yine zifiri karanlıkta da eşyayı seçemezsiniz. Varlık ancak ışık ve karanlığın tenasüple cem’inde kemal-i vuzuhla görünür, özellikleri seçilir, sıfatları bilinir, güzelliği ayırt edilir hale gelir.

Yine ekler İbn Arabi: İnsan bir gözü karanlığa, bir gözü nura bakan bir varlıktır. Teşbihine şöyle devam eder: Allah Nur’dur. Bu yüzden bilinmez. O aynı zamanda Mutlak Varlık (Vacibü’l-Vücud)’dur. Sair eşya ise varlıktır ve haddizatında karanlıktır. Üzerlerine vuran bir Nur olmadan seçilemezler. İnsan ise “VAROLAN”dır. Yani bir taraftan halifeliği ve Esma tecellilerini cem etmesi ile Mutlak Varlığa bakar, bir taraftan aczi, fakrı, zalim ve cahil oluşu itibariyle de varlık alemine. İnsanın varlık kategorilerindeki unsurlardan en altta bulunan topraktan yaratılması da bunun için anlamlıdır. Karanlığın en yoğun ve kesif halini toprak temsil eder. Ve bu nedenledir ki kesafet arttıkça Esma tecellisi de artar. İnsan ne Mutlak’tır, ne de Varlık’tır. O “VAROLAN,” varoluşunu nura ve zulümata bakarak devam ettiren, ve nura yaklaştıkça kemal bulan bir varlıktır. Yine Bediüzzaman’ın terminolojisiyle ifade edecek olursak, insan bir aynadır. Parlak cihetiyle Nur’a: mat ve karanlık cihetiyle zulümata bakar. Bu zorunludur, zira ayna mat kısmı olmadan cam olur, yansıtmaz: parlak kısmı olmaksızın da kendinden başkasını göstermeyen kirli bir metal parçası olur. Bu yüzden ancak insan Rabbini bilebilir ve anlayabilir. Ona hakiki bir muhatap olabilir. Sadece insan Rabbini görebilir. Bu ise kendi varlığından vazgeçerek Mutlak Varlıkta fena bulmakla olur, buna da fenafillah denilmektedir.

Bunlar benim İbn Arabi’nin irfanından naçizane anladıklarımdır. Zikrine sebepse, izlediğim yeni bir film olan “SÜT”tür.

Süt bir Semih KAPLANOĞLU filmi. Bir üçlemenin ikincisi olan Süt’ün ilk filmi Yumurta’yı daha evvel Karakalem’de değerlendirmiştim. Ancak şu an ilk değerlendirmeleri okuyunca, filmin ikincisini seyretmenin getirdiği ayrı bir okuma ile eksik okumalar yaptığımı idrak ediyorum. Ve yine serinin üçüncüsü olan “Bal” çekilip önümüze geldiğinde okumadaki aczimi bir kere daha ifade etmek durumunda kalacağıma şüphem yok. Zira yönetmenin bize peyderpey sunduğu imgelem dünyası, ‘puzzle’ tamamlanmadan bütünsel olarak anlaşılamıyor. Her meselede olduğu gibi tevhid hasıl olmayınca eksik ve nakıs bir anlam dünyası karşınıza çıkıyor. Hatta kimi zaman anlam bütünüyle buharlaşıp uçuyor. Yine insanın tekamül süreci de peyderpey oluyor. Dolayısıyla eksik yahut yanlış anlamak mümkün olsa da, her dem anlama çabasından vazgeçmek mümkün değil.

Öncelikle yeni vizyona giren bu filmi görülmeye değer bulduğumu söyleyerek başlamalıyım. İlk filmi de beğenmiştim. Ama Semih Kaplanoğlu’nun sinema dili daha ziyade izleyiciden çaba bekleyen, uzun sessizlikleri ile tefekküre meydan veren, sembollerle ve soyutlamalarla serbest çağrışıma alabildiğine izin veren bir dil. Dolayısıyla bu tür bir çabaya girişmek istemeyenler için hiçbir şey vaat etmeyebilir. İlk paragrafta anlattığım ışık-karanlık metaforları da Kaplanoğlu’nun son sahnede kullandığı bir imgenin zihnimde çağrıştırdıklarıdır. Yönetmen bunu benim düşündüğüm sebeple mi kullandı, bilemiyorum.

Film ilk filmde anlatılan olayların mazisine uzanmış bir senaryo içeriyor. Yusuf’un gençliğini, ilk filmde vefat etmiş olarak tanıdığımız annesinin genç bir kadın olarak tek başına bir erkek çocuk büyütme çabasını, imkansızlıklarıyla dolu bir Ege kasabası olan Tire’yi, onun pazarını, tarlalarını, bahçelerini, narını, karpuzunu, cevizini, fasulyesini görüyoruz. Kasabanın dışındaki yoksul tek katlı evi, sürekli tekleyen motoru, üniversiteyi kazanamamış, bir kız arkadaş edinmeyi becerememiş, annesine yardım eden, şiir yazan ve annesinin tabiriyle, “bütün gün çiçeklere, tarlalara, böceklere bakan” bir gençle karşı karşıyayız. Bu arada en saf ve temiz görünen şeylerde bir kir, en kirli görünen şeylerde de bir safiyet bulabileceğimizi titreyerek hissediyoruz. İnsan bu ikili yapıdan asla çıkamayan bir varlık.

Filmde değerlendirmeye değer çok sembol var. Bunlardan birisi yılan kuşkusuz. Film bir kızın içine bahçede uyurken girmiş bir yılanın çıkarılması ile başlar. Kızı ayağından ağaca asarlar, baş aşağı sallandırırlar, altında süt kaynamaktadır, yılan usulca çıkar, süt kokusuna gelir. Süt öyle bir temizlik öyle bir safiyet sembolüdür ki, yılan bile kokusuna cezb olur ve gelir. Tıpkı iyilik gibi, tatlı söz gibi, hikmet gibi, saf güzellik gibi, iman gibi, insan-ı kamil gibidir süt. Kokusu nereye saklanmış olursa olsun yılanı yerinden çıkarır. Bu bize kötülüğü uzaklaştırmak için verilen nefis bir metottur. Yine kızcağız öyle saf ve temiz bir köylü kızıdır ki, onu başından aşağı sallandırdıklarında dehşete düşer ve ne yapıyorlar bu zavallıcığa dersiniz. Ne onun içinden bir yılan çıkacağını tahayyül edebilirsiniz, ne de onu sallandıran adamların iyilik yaptığını. Bu düpedüz bir töre cinayetini, bir cezalandırmayı çağrıştırır bir sahnedir zahire bakılacak olursa. Ancak hayatta hiçbir şey sadece zahire bakılarak anlaşılamaz. Ceviz kabuğun içinde saklıdır ve zahire bakılacak olursa o bir kahverengi taştır.

Yılan sembolü Tevrat’ta Tekvin bölümünde cennete sokulan ve Havva’yı kandıran şeytanı hatırlatır. Her ne kadar İslami anlatımda bu böyle değilse de, yine yılan ile tasavvufta da nefsin bir çeşidi anlatılmaktadır. İlk filmde köpek sembolü bunun için kullanılmıştı. Burada da yılan aynı işlevi görmektedir. Fakat köpek insandaki hayatın akışına kendini bırakmış, yeme içme, barınma, dışında birşeye ihtiyaç duymayan, temiz kalmayan, kalmayı da önemsemeyen, hayata havlayarak kavgayla karşılık veren bir adamı temsil ederken, yılan daha ziyade kadınlarla alakalı zikredilmiş gibi görünüyor. Zira ilk sahnede de, sonraki sahnelerde de yılan bir cinsel kışkırtıcılık, bir yoldan çıkarma, bir sinsice ayartma, sadık ve meşru olanla arayı soğuturken, şüpheli ve gayrimeşru olana iştiyak duyurma gibi halleri çağrıştırıyor. Ve filmde bu, kadınlar üzerinden anlatılıyor. Yılan kadını kandırıyor. Ya da benim muhayyilem bunları böyle anlamlandırıyor.

Başka birçok sembol daha kullanılmış Süt’te. Mesela bir sahnede Yusuf’u insanın ağzını sulandıracak bir iştahla nar yerken göstermiş, nar bana Rahman suresini çağrıştırdı, yasak meyve yemeyi çağrıştırdı, ama film içinde Yusuf karakterini herhangi birşeye iştah duyar halde görmediğimizden bu sembolün ne için seçildiğini anlayabilmiş değilim. Eşimin anlatımıyla nar Musevilikte de önemli bir sembolmüş, ama dediğim gibi burası üzerinde düşünülmeye değer muğlak bir nokta, belki üçüncü filmde açılması amaçlanmıştır. Zira köpek imgesi ilk filmde tam anlaşılmamakla birlikte, bu filmdeki yılanla beraber okununca yerli yerine oturuyor. Yine ilk filmde bahçede yeşil elmalar görüyorduk ve kız yeşil elmalardan topluyordu uzun uzun. Bu nar ile beraber okunabilir mi, yine bir soru işareti uyandırıyor. Anlayabildiklerim kadar, anlayamadıklarımın da olduğunu itiraf etmeliyim. Belki kimi Avrupalı yönetmenlerin filmleri gibi yahut İran sinemasının yapıtları gibi, tekrar tekrar izleme ile açılacak manalar bunlar. Kanaatimce zaman ayırmaya değer.

Filmin bize yönelttiği soruların cevabını bulalım ya da bulmayalım, yine de verdiğimiz her cevap bizim anlam dünyamızı genişletmesine karşın, yönetmenin anlam dünyasına dair bir isabet kaydedip edemediğimizi bilemiyoruz. Ayrıca bunun bir önemi de yok. Bulamadığımız ama kafa yorduğumuz her imge ise hiç şüphesiz soyutlama ve algılama yeteneğimizi biraz daha geliştiriyor. Film de insanın düşünen bir varlık olduğunu bizzat hissetmek, hayatımızda bir konuda derinlikli düşünmeye ne kadar zaman ve çaba harcadığımızı yakinen görmek, basit görünen şeylerin altında sonsuz bir anlam definesi olduğunu idrak etmek için biçilmiş kaftan. Yanından geçip gittiğimiz bir taş öylesine yiyiverdiğimiz bir meyve, kutusunu kafamıza dikip rengine bile pek bakmadığımız süt, öyle hiç düşünmeden yanından geçerek ne kadar da aşağıladığımız şeyler... Kaplanoğlu bana bunları fark ettiriyor. Bir de zikir gibi tekrar tekrar eşime “Bir gün mutlaka beni Tire’ye götür” dedirtiyor.

Kimbilir, belki Tire’ye gitmek tüm imgeleri çözmek için gereklidir. Neden Tire sorusu da bu hususta düşünmeye değer bir sual.

Yönetmenin ellerine sağlık, sinemanın da insanın varlık dünyasına hizmet sunan bir dil olabileceğini bize ispat ediyor.

  04.01.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut