Sorumluluk zinciri

Mona İslam

HAYAT, BİR sorumluluk zinciri. Asla özgür değilsin. Yapılması gerekenler ellerini kollarını bağlamış, -meli, -malı ülkesinin bir kürek mahkumu olmuşsun. Diğer mahkumlarla sizi birbirinize bağlayan zincirler var. Sorumluluk zincirleri. Görev bilinci. Size bağlı olanlar. Terk edemeyeceğiniz işler. Her bir sorumluluğun üzerinde sizi sımsıkı saran, bazen bunaltan takva elbisesi.

Yalnız kalmalı insan, kendi ile başbaşa. Kendi ile söyleşmeli, kendini dinlemeli. Kendi kendine konuşmalı. Arzularına bir daha bakmalı. Hayallerini gözden geçirmeli. Ama kim kaybetmiş ki yalnızlığı, biz bulalım? Yalnızlık nimetinden mahrumuz. Etrafımız sürekli konuşan çenelerle dolu. Korna sesleri, kahkahalar, televizyon gürültüsü, çocuk sesleri. Gelen giden misafirler. Sesler sesler, biraz sessizlik istesen de bulamazsın. Sessizliğin sesini asla duyamazsın. Sessizlik dağ başlarına göçtü gitti, kuşlar ve cırcır böcekleri hicret ettiler. Artık sadece kaosun sesi var etrafımızda, sadece şeytanın çağrısı duyuluyor sokaklarda. Bizi bir an bile yalnız bırakmayan gardiyanımız gürültü, işkencecimiz vicdan.

Bir kadın için alıp başını gitmek, sessiz bir kuytu bulmak, yıldızları görmek, deniz kenarında yürümek, aya ve yakamozlarına dalıp gitmek mümkün mü? Asla! Bir kadın için hayat bir erkek için olduğundan çok daha haşin yüzlü, çok daha çatık kaşlıdır. Kadınlar ondan korkarlar. Korkmak güvende kalmalarını sağlasa da biraz daha mahkum kılar onları zincirlerine. Bir tavşanın ormanın sessizliğinden ürküp kulaklarını dikkatle dikmesi gibi tedirgin ve kaygılı bir bekleyiştir kadınlar için ıssızlık, sessizlik. Huzur bulamazlar, dağ başına çıkamazlar, çünkü yalnızlık güvenli değildir onlar için. Kadınlar huzuru kalabalığın içinde bulmak zorundadır. Öyleyse iki kat zordur kendini bulmak kadınlar için.

Bitmek bilmez günlerde, ev içi koşuşturmaların, alışverişin, temizliğin, gelen giden misafirlerin, çocuklara çalıştırılacak derslerin, okunacak kitapların, yeniden usanmadan gelen sofra kur, sofra kaldır saatlerinin ardından, bir nefes almak için izin koparırsınız. En yakın sahile gidersiniz. Azıcık yürür etrafa bakınırsınız, denizin iyot kokusunu içinize çeker ötelere dikersiniz gözünüzü. Başka hayatların, başka yerlerin varlığını hissedersiniz etrafınızda, size değmeden geçip giden insanların varlığında. Telefon çalar. Yalnız kalmak için yanınıza almak istemediğiniz halde, merak ederler kaygısı ile aldığınız sinir bozucu cihazı açarsınız. Ev sizi çağırmaktadır, görev sizi beklemektedir. Sorumluluk, zincirini azıcık uzatmış da olsa, sizi ayaklarınızdan çekme zamanının geldiğine karar vermiştir. O çeker, siz gidersiniz istemeye istemeye. Her özgürlük tadışı böylesine bir göz açıp kapama süresi kadardır bizim için.

Denize bakarsınız son bir kez, ışıl ışıl adalar kapkara bir boşluğun öte yakasından sizi çağırmaktadır. “Acaba” dersiniz, “ahiret de bu kadar yakın mıdır?” Gemileri görürsünüz denizde, nazlı nazlı süzülürler. Bu kıyıdan o kıyıya götürücek gemi sizin için ne zaman kalkacaktır acaba? Hayat o kıyıda nasıldır acaba? Alıp başını gitmek hoş mudur acaba? Başka bir yaşam mümkün müdür acaba? Hal-i pürmelaliniz vapurun kaçıncı mevkiinde gitmeye liyakatlidir acaba? Bir yığın acabaya son bir tane daha eklersiniz. Dünya siz olmadan nasıl bir yer olur acaba? Yine de kıyamazsınız ardınızda bıraktıklarınıza, adımları sıklaştırır, eve yetişmeye çalışırsınız, beş dakika gecikme ile de olsa vazife başına geri dönersiniz.

Başka insanların da dertleri vardır. Onların da sorumlulukları onları zincirlemiştir. Onlarla aynı kaderi paylaşmak az da olsa rahatlatır insanı. Demek insan bu yükleri kaldırabilecek kapasitede yaratılmıştır. “Biz insanı zorluk, sıkıntı ve meşakkat içinde yarattık” ayetini hatırlarsınız. Bu dünya hizmet yeridir, ücret, lezzet, mükafat yeri değildir. Sizin gibi başka yerde, başka zamanda, başka dostlarla, başka şartlarla yaşamak isteyen bir sürü insan vardır. Kimin bir “acaba”sı yoktur ki? Her insan seçim yapar, her insan geriye dönüp acaba der. Başka bir yaşamın nasıl olacağını merak eder. İnsanın elinde olmayan şey nefse daima daha iyi gözükür. Bu bir aldanıştır. Her hayat ağır bir yüktür. Her hayat bir çiledir.

Tasavvuf dilinde çile, sanıldığı gibi insanların normal hayat şartları dışında dervişin ayrıca acı çekmesi değildir. Hayat aynıdır. Fark dervişin hayata ilişkin, kendi nefsine ilişkin, arzularına, aşklarına ilişkin, hasretlerine ve ayrılığa ilişkin farkındalığıdır. Farkındalık, anestezi olmadan ameliyat olmak gibidir. Her insan bir ameliyat-ı cerrahiden geçer, her insan Ashab-ı Kehf gibi dünya denilen mağarada bir o yana bir bu yana çevrilir. Ancak uyuyanlarla, uyanık olanlar, gözü kapalı gidenlerle gözü açık olanlar, ne pahasına olursa olsun kalbi açık tutanlarla kalbi uyuşturanlar, bilenlerle bilmeyenler bir olmazlar. Çektikleri çile de bir olmaz. Gözü açık gitmeye aday olanlar, gözyaşlarına da adaydır.

Aşkın tutuşturduğu derviş, kim olduğunu bilir, ne istediğini bilir, kimden istediğini bilir, niçin vermediğini bilir. Bilmediği sadece ne zaman vereceğidir. O bir doğum hanenin önünde bekleyişte olan bir baba gibi sabırsızlık ve kaygıyla, çaresizlik ve arzuyla bekler durur. Kapı bir zaman sonra açılacaktır, ama ne zaman? Derviş kapıda bekler, hep bekler, asla vazgeçmez. Zira o bilir ki, gidilecek başka yer yoktur. Başka bir dilek çeşmesi yoktur. Beklenen, arzu edilen her şey kapının ardındadır. O kapıya çöker bekler. “Her şey bir an gelir hallolur, her derde bir çare elbet bulunur” diye mırıldanır durur.

Kalp sadra sığmayınca, ruh cesede sığmayınca, aşk dünyaya sığmayınca yapılacak şey diz çökmektir. Diz çökmek olanı kabullenmektir, diz çökmek odun kırmak da olsa, kazan kaynatmak da olsa vazifeyi yerine getirmektir, diz çökmek sabretmektir. Diz çökmek umuttur. Başınıza bir gün bir mübarek elin deyeceğinden emin olmaktır. Saçlar ağarıncaya kadar merhamet elini beklemektir. Rahmetten umut kesmemektir. Vapurun sizi alıp ışıklı diyarlara götüreceği ana kadar dergaha hizmet etmektir. Zincirleri ile uğraşmaktan vazgeçmektir. Darağacını salıncak yapmak, piyango dairesine geçmektir. Gürültüye tahammül etmek, iç sesini gürültüde dahi bulabilmeye kabiliyet kesb etmektir. Prangaları alyans gibi bir nişan alameti gibi görmek, sevgilinin işareti bilmektir. Sevgiliye kavuşulacağı ana dek, her yüzde onu görmek, her yanağa kondurulan öpücükte onu hissetmektir. Aşık için tüm mahlukat sevgilinin yanakları değil midir?

Nefsin sesine kulak verip çekip gitmek kolaydır. Firar etmek kolaydır. Dağa çıkmak kolaydır. Sorumluluklardan kaçmak kolaydır. Kalbin sesini duyup kapının önüne diz çökmek zordur. Sevgiliyi ucu bucağı gelmez bir zamanda, bilinmez ve uzak bir diyarda, hiç vazgeçmeden beklemek zordur. Yaranız kanaya kanaya, sa’y etmek zordur. Akan her damla kanı, hayatın faniliği adına bir delil saymak, çileyi ölüme muştu yapmak, “varsın yaram kanasın kanatan sevgilidir” demek zordur. Dünyada bir görev için kalanlara, mevt elbette bir düğün davetiyesidir. Bir visaldir. Bunun sevincini ancak hayatlarını kalpleri aşkla taşarken, elleri işle meşgul olanlar, bir de kendi açken yavrularını doyuran aslan gibi merhametle dolup taşanlar anlarlar. Hayatta değerli hiçbir şey yoktur ki elde edilmesi kolay olsun. İnsan zorluk içindir. İnsan aşk ve merhamet içindir. İnsan olmayı başaran, zorluğun üstesinden gelmeyi de başarır. Zorluk aşkla merhameti dengede tutmaktan ibarettir. Kalbin bozulmaması gereken mizanı elbette ki budur.

  29.12.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut