Hangisi cennet, hangisi cehennem?

Mona İslam

TASAVVUR EDİN. Uyku ile uyanıklık arası bir hal, kısmen rüya, kısmen hayal. Bir hakikatin muhayyile üzerinden bize iletilmesi için çok elverişli bir zemin. Bir güzel bahçedesiniz, her yerde çiçekler gözlerini dikmiş size bakıyorlar, çok sevdiğiniz papatyalar etrafınız sarmış, sizi hiç tanımadığınız çiçeklerle tanıştırmak istiyorlar. Her birine külli bir selam gönderiyorsunuz, selamınızı alıyorlar, mutluluktan mı utanmaktan mı bilinmez kızarıyorlar.

Yürüyorsunuz, böyle güzel bir bahçede yürümek ne keyif. Bu kez de ağaçlar sarıyor kollarıyla sizi. Önce kiraz ve badem, sonra portakal ve elma. Hem çiçekli hem meyveliler. Renkleri göz kamaştırıyor, kokuları baş döndürüyor. Sizi tanıyor, hatta seviyor gibi görünüyorlar. Aralarında hiç bilmediğinizi meyveleri mahfazasında bir mücevher gibi uzatan bilinmez ağaçlar var. Tereddüt ediyorsunuz, ama öyle nezaketle sunuyorlar ki almamak ayıp olur. Cömertçe sunulan bir nasihat gibi alıyorsunuz verdiklerini.

Birden bir ani hareket dikkatinizi ağaçlardan alıp uçuyor, kuşlar bunlar. Serçeler, ak ve kara güvercinler, saka kuşları, rengarenk muhabbet kuşları hep birlikte havalanıyorlar ağaçlardan. “Nereye saklanmıştınız siz, nasıl bir an görünmez iken bir an görünür oldunuz?” derken, bir muhabbet kuşu, kuşların size en yakın olanı, elinize konuyor. Bir şey anlatmak istiyor sevgiyle bakıyor ama hiç konuşmuyor. Kabiliyeti olmamaktan değil de, sanki bir sırrı muhafaza titizliğinden susuyor. Gözlerinizin içine tatlı tatlı bakan bu küçük kuşun hatırına sırrı siz çözmelisiniz.

Bir geniş yola çıkıyorsunuz, adımlarınız güçlü, hızlı, her atışta ayağınızı bir uzak yakın oluveriyor. Yol bir şehre çıkıyor. Taştan sıra sıra evleri, enteresan yapıda çatıları, pencerelere iliştirilmiş saksı çiçekleri, sokakta koşan, top oynayan çocukları, dışı mütevazi içi davetkar kokulu dükkanları ile bir rüya şehri sanki bu. Zihninizden geçiriyorsunuz, “Mostar’a benziyor” Bir rayiha vuruyor sizi alınınız şafağından. Yine tanıdık bir koku, kahve, kadim dostunuz. “Kim bu kavrulmuş kahve kokusuna karşı koyabilir?” diyerek bir dükkana dalıveriyorsunuz. İçerisi sihir marifetiyle genişletilmişcesine bast ediyor. Oturup bu muammayı alışıldık tefekkür arkadaşınız köpüklü kahve eşliğinde düşünmelisiniz. Başınıza gelen bu şeylerin anlamı nedir? Semboller ile ne anlatılmak isteniyor? Bir bilmece sanki bu, kimse size yardım edemez. Bilmecenizi siz çözeceksiniz. Güler yüzlü bir kadın bir “hoş geldin” eşliğinde getiriyor kahvenizi, burada herkes siz söylemeden ne istediğinizi biliyor sanki. Zihin açıcı ve uyandırıcı etkisinden nasiplenmek arzusuyla kocaman bir yudum alıyorsunuz kahveden. “Mmmm, acaba burası cennet mi?” Telveye bakıp bir cevap arıyorsunuz. Ama bugün kahve de konuşmuyor.

Konuşmamasını yadırgayıp, biraz da gönül koyarak, kahvenin bitmek bilmez hazzını bırakıp çıkıyorsunuz dışarı. O da ne! Tüm tanıdığınız, sevdiğiniz insanlar etrafta dolaşıyorlar. Kimi şu pencereden sarkmış size el sallıyor, kimi hızlıca yolda yürürken tebessüm edip yanınızdan geçiyor, sokakta oynayan çocuklar arasında kızınızı fark ediyorsunuz aniden. “Anne!” diye neşe ile atlıyor üzerinize. Elinizden tutup çekiştiriyor. “Hadi gel! Babama gidelim.” Bu neşeli miniğe hayır demek ne mümkün! Sokağın sonuna dek çekiştiriyor sizi, bir evin kapısına geliyorsunuz. Burası sizin mi? Büyüleyici!

İçeri giriyorsunuz. Her şey tanıdık, her şey hiç ayrılmamışsınız gibi sizi bekliyor. Sanki tüm yolu yine evinize dönmek için katetmişsiniz. Tüm mobilyalar olağan üstü bir yenilik ve güzellikle sizi bekliyorlar. Hayret diyorsunuz, bunlar kaç senelik eşyalar nasıl bu kadar yeni görünürler, nasıl hiç eskimemişler, nasıl hem aynı hem başkalar? Eşiniz yine bildik koltuğunda oturuyor. Sanki aradan binlerce yıl geçmiş ama o koltuktan hiç ayrılmamış gibi. Size kayyumiyeti hatırlatıyor. Onun orada olmamasını güneşin gökte olmaması gibi addediyorsunuz. O kadar alışılmış, o kadar gerekli, o kadar güleryüzlü, o kadar merhametli.

Her şeyin güzel, eskimez, kusursuz, çatışmasız, ebedi olduğu bu kentte bir eksiklik var yine de. Görünürde bir eksiklik değil bu. İçinizde ta derinlerde sanki sizin bir parçanız eksik. Belki de parçası olduğunuz bir şey, bir aidiyet, bir mensubiyet. Çekilmez bir sessizlik. Dayanılmaz bir yokluk hali. Her şeyin bu kadar güzel olduğu bir mekanda bu gönül karanlığı nedir anlayamıyorsunuz? Sağa sola koşuşturup eksiği tamamlayacak bir şey arıyorsunuz. Sokağa fırlayıp tek tek insanlara soruyorsunuz, en bilgin, en sevgili, en akıllı, en merhametli dostlarınıza. Tek tek yüzlerine bakıyorsunuz. Sorunuzun cevabını yüzlerinden koparıp almaya çalışıyorsunuz. Nafile. Kimse size yardım etmiyor. Söylemesini istediğiniz şeyi söylemiyor. Bir taşın üzerine çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorsunuz. Gözyaşları aktıkça etrafınızı kaplıyor, kendinizi Harikalar Diyarındaki Alice gibi hissediyorsunuz. Kimselere anlatamadığınız bir eksiklik var bu kentte. Yanılıyorlar, cennet olamaz burası, hatta geldiğim dünyadan daha kötü bir yer burası. Avaz avaz bağırıyorsunuz kentteki tüm binaları yıkmak ister gibi. “Burada RABB KONUŞMUYOR!” Körolası bir dilsizlik istila etmiş yamaçları. Siz çölde olmak, susuz bırakılmak, yalnız kalmak, korkmak, üşümek, sıcaktan kavrulmak hepsine razısınız. Yeter ki Musa’nın Rabbi size de “Benim Ben, senin Rabbin!” desin.

Koşuyorsunuz Allah’ın ne afakta, ne enfüste konuşmadığı, ne vahiy ne ilham bulunan, ne melek elçileri ile size mesaj göndermediği bu şehirden çıkmalısınız, çiçekler, ağaçlar, insanlar, evler, eşyalar, leziz yiyecekler, sihir gibi sizi yutmadan atmalısınız başınızdan hepsini. Hiç birini istemiyorsunuz. Hiç biri size bir anlam ifade etmiyor. Şehrin nutku tutulmuş. Kimse Rahmandan haber vermiyor. Güzellik bir Cemali göstermiyor. Terk etmelisiniz. Çöle gitmelisiniz. Yıldızları görmelisiniz. Yıldızlarla konuşan adamı bulmalısınız. O Kutsal kelimeleri bulmanıza yardım edecek. O sizi Rabbinize götürecek. Bir serap gibi kovalıyorsunuz o zatı. Ta ki bir hurma ağacına kadar. Bir eliyle size işaret ediyor, bir ateşi gösteriyor. Biliyorsunuz. Koşmalısınız gücünüzün tükendiği yere kadar, ateşi tutmalısınız, ateşe girmelisiniz, ateş olmalısınız. YANMALISINIZ. Adınız gibi biliyorsunuz ki, sırrı ateşin içinde bulacaksınız.

İşte vardınız. Ateşe vasıl oldunuz. Korkmadan içine atladınız, yanmaya talip oldunuz. Aşka talip oldunuz. Rabb sizinle de ateşin içinden konuştu. Rabb konuşunca her şey berd ve selam oldu. Başkalarının cenneti size cehennem, başkalarının ateşi size nur oldu. Yüzünüz aşkla karardı, Rabbin kelamı ile aydınlandı. Yıldızlara bakan adam gülümsedi. Bir daha yanmamak üzere bir kez yandınız, bir daha ölmemek üzere bir kez öldünüz. Ölmeden öldünüz. Ateşin davetine icabet ettiniz. Artık sizin için ne korku vardır, ne de mahzun olacaklardansınız. Zira siz bildiniz, Rabbin Mütekellim ismine mazhar olmadan cennet dahi azaptır, Rabb sizinle konuştukça zindan dahi saraydır.

Bizimle ayaktayken, otururken, yanlarımız üzere yatarken, afakta ve enfüste, uyanıkken ve uyurken, aklın veya muhayyilenin diliyle, melekler ve elçiler göndererek durmaksızın konuşan, her sözü kalbe ekili bir tohum olan, her mevsim filizlenen, çiçek açan, her kelimesi bir sonrakine açlık doğuran, kelamının tadına doyulmayan, ama ondan gayrı hiçbir şeyle de doyulamayan Mütekellim’e hamdolsun. Kelam’ına şedit ihtiyacımızı hissettiren Rabbe sena olsun. Ateşi ve tüm ateşin halleri bize musahhar kılan Kadir’e selam olsun. Ey Sevgili durma konuş, sesini duyamazsak bize cehennem her dünya! Ey Sevgili susma anlat, kelamın ateşin içinden duyulsa ateş yarimiz olur, seve seve yanarız!

  24.11.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut