Kim demiş, aşktan ölünmez diye?

Mona İslam

İNSANI HAYVANLARDAN ayıran nedir, aklı mı? Ya insanı meleklerden ayıran nedir, tercih etme kabiliyeti mi? Ya insanı şeytandan ayıran nedir, tevbesi mi? Kanaatimce insanı tüm mahlukattan tek bir vasıfla ayırabilirsiniz. O da muhabbettir. Muhabbet duymayana insan denilir mi? Onu hangi varlık kategorisine koyacağımızı bilebilir miyiz? “İnsan kocaman bir kalpten müteşekkildir” desek mübalağa etmiş olur muyuz? En azından benim durduğum yerden olmayız. Zira hakikatin benim gördüğüm kısmı böyle arz-ı endam ediyor.

İnsan muhabbetle donanmıştır. Var olduğu andan itibaren etrafındaki tüm yaratılmışları sever. Bazen muzır şeyleri dahi sever. İnsanı günaha sevk eden nefsin o şeye olan muhabbeti değil midir? İnsan hayra ve şerre sonsuz muhabbet kapasitesiyle doludur. Melekler vazifelerini ifa ederler. Rububiyete ubudiyetle mukabele ederler. Denilir ki onların ubudiyeti külli değildir. Ancak insanın ubudiyeti küllidir. Nedir insanın ubudiyetini küllileştiren? Elhak muhabbettir. İnsan katıksız muhabbetten yoğrulmuş bir hamurdur. Hamuru pişiren fırın ise muhabbetullah değil de nedir?

Kudrete ve iradeye boyun eğer insan da melekler gibi. Rububiyetin üzerindeki tesiri ile halden hale döner, kemalat mertebelerini kat eder insan da, cinler gibi. İnsanı onlardan ayıran şey ihsan mertebesinin icabı, “Ya Rab, ne güzel emretmişsin, ne hoş şeyler istemişsin, ne güzelsin, ben bu dediğini aşk ile yaparım, yeter ki sen benle ol, sen bende ol” demesi değil midir? Her cemal pırıltısında, her şeyi hüsn ü cemalini aksettirsin diye yaratanı aratan, terbiye etmesi gereği verdiği her sıkıntıda ona imdat ettiren, her şeye “Bu da güzel ya Rab!” dedirten muhabbet ihsan değil midir? İnsanı Kainatın Sahibi ile ru be ru eden, söyleşmeye doydurmayan, özlemini bitirmeyen, “Bana yalnız Sen lazımsın” dedirten, bir cilvesine ruhunu feda ettiren, en küçük bir ricayı emir telakki ettiren, rızasını da geçip kendisini istettiren aşk değil midir?

Sabahın ilk saatlerinde bir meleğin nidasında “Ey insan, kalk ve içindeki ateşi söndür!” diye seslenişine lebbeyk diye cevap verdiren, alelacele soğuk suya daldırıveren, içimizde her vakit namazına koşmazsak alevlenip bizi tutuşturuveren ateş aşk değil midir? Bizi hiçbir sevgili aç susuz bırakamazken, uğruna seve seve aç kaldığımız, midemizin kasılmasını bir kurban gibi kendine sunduğumuz En Sevgili değil midir? Çalışıp didinip kuruş kuruş biriktirdiğimiz, hesap kitap yaparak sarf ettiğimiz her dirhemi avuç avuç yoluna feda ettiren, “Hepsi zaten senindir ya Rab! Buyur al, canım feda!” dedirten sevda değil midir? Yediğimiz içtiğimiz her lokmada aldığımız lezzet, sevdiğimiz her insana sarıldığımızda duyduğumuz sıcaklık, yaşadığımız her günde duyduğumuz mutluluk, bağrına sığınıp dinlendiğimiz her gecede duyduğumuz huzur Zat-ı Zülcemal’e duyulan aşk değil midir? Sevdiğimiz, sardığımız, huzur duyduğumuz, tattığımız, özlediğimiz, beklediğimiz, içimizde hissettiğimiz, kainatın görkemli burçlarında fark edip ürperdiğimiz O değil de nedir?

Derler ki, dost isteyince verilirmiş, mahbuba ise istemeden verilirmiş. Biz daha hiçbir şeyi istemeden bize her şeyi veren, istemeyi bilmediklerimizi bize Kur’an’ıyla talim ettiren, Rasulünün mübarek dudaklarından hıfz ile kalbimize nakşettiren, “Size hiçbir gözün görmediği hiçbir hayalin uğramadığı nimetler hazırladım” dedirten, cemal-i kudsîsini yeryüzü sayfasında ve semada tecelli ettirdiği gibi bizim yüzlerimizde de tecelli ettiren Zat için biz mahbub değil de neyiz ki? Bütün alemin gönüllü hizmet ettiği, mukarreb meleklerin bile huzurunda hicab ettiği, hiç kimseyle değil bizle konuşan, hiç kimseyi değil bizi kendine halife eden, hiçbir şey bilmez iken bilmediğimizi öğreten, bizi meleklere gıpta medar bir hale getiren, kimseye değil bize Rahman sureti giydiren Rab biricik mahbubumuz değil midir?

Habibi olan zat-ı şerifi üzerimize kendi mübarek isimleriyle müsemma, Rauf ve Rahim kılan, doğumundan, miracına, ölümünden, haşrine dek, bizim adlarımızı zikrettiren, hatırına bizi hiç çıkmamacasına kazıttıran, her derdimizde cemal-i Mustafa’yı yanımıza koşturan, her gece yavrusunun üzerine defalarca örten bir anneden daha şefkatle her gün defaatle hatalarımızı örten Allah-ı Zülcemal bizi gözbebeği gibi sevmez mi? O nurundan gölgesi yere düşmez mübareğin peşine takılıp her çağrısına lebbeyk denilmez mi? Maşukun verdiği randevuya heyecan ve mutlulukla gidilmez mi? Onun için dünya ve içindekilerden bir kalemde vaz geçilmez mi? Aşk için ve aşk ile ölünmez mi?

Aşık sıkıntısında yarine sarılır, sevincinde yari ile söyleşir, yalvarışı yarinedir, zilleti yari içindir, sabrı yare kavuşmakla müjdelenmesindendir, ayrılığı Maşuk’un nazındandır. Allah aşıklarına küsmez. Allah aşıklarına müştaktır. Aşığın gözü O’ndan başkasını zaten görmez. Aşık hayatını Sevgilisinin hasretiyle geçirir. Her yerden ondan tebessüm kırıntıları, sevgi mesajları, hatıra girme yolları arar durur. Her çiçeği yarimdendir diye koklar, her güzelliğe yarimindir diye nazar eder. Yar onu ayın halleri gibi çevirir durur da hoştur der. Ömrünce peçesi ile vurulduğu yarini hiç peçesiz görmek istemez mi? “Yar lutfun da hoş, kahrın da hoş!” denilmez mi? “Kul bu dünyada Rabbinin Zatını görmeyecektir” hadisini duyup da O Zat-ı Ehad ve Samed’in hasretiyle gelen Melek-ül Mevte “Hadi ne duruyoruz çabuk gidelim!” demez mi? Vallahi ölüm aşıklara şifadır!

Ya Rab, bunu çoğu kör kalbimin cemaline şehadeti kabul eyle...

  13.10.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut