Yeni buluşmalar için,
geçici bir elveda…

ÜÇ YIL üç ay önceydi. Yıllardır üzerinde çalıştığım, yıllardır hakkında konuştuğum halde bir türlü yazamadığım Peygamberin Bir Günü’nü yazmam için bir müşevvik olur ümidiyle, bir arkadaşım bir umre yolculuğu teklif etmişti bana.

O gün, başka birkaç sebebin yanısıra, bilhassa bir sebepten dolayı, bu teklife evet dememin mümkün olmadığını aktardım ona.

Bu özel sebep, üstadım Bediüzzaman Said Nursî’yle ilgiliydi.

Ona, Mekke’yi, Medine’yi hiç görmemiş olduğu halde Bediüzzaman’ın Hz. Peygamber’le ilgili yazdıklarını hatırlattım. “Ondokuzuncu Söz,” “Ondokuzuncu Mektub,” “Otuzbirinci Söz,” “Onbirinci Lem’a” ve diğerleri…

Ve bu arada, hacca gitmek kendisine nasip olmamış bir insan olarak, “Onaltıncı Söz”de bir ‘küllî ubudiyet’ mecraı olarak hacca dair o derin izahları…

Arkadaşıma, hacca ve umreye gidememiş; Mekke’yi ve Medine’yi görememiş bir insan olarak Bediüzzaman Hz. Peygamber’e dair, Kur’ân’a dair, hacca dair bu kadar güçlü, bu kadar derin, bu kadar anlamlı ve coşkulu risaleler yazabiliyorsa, bundan almış olmam gereken bir ders olduğunu söyledim.

Peygamberin Bir Günü’nü yazamamak, benim kendimle ilgili bir problemimdi; burada aşmam gereken bir problem. Mekke ve Medine’yi göremediğim, Peygamberin yaşadığı diyarlara nazar edemediğim için yazamıyor olduğum gibi bir gerekçe, böyle bir Üstadın hatırası gözlerimiz önünde apaçık iken, yanlış olurdu.

Buna karşılık, Peygamberin Bir Günü’nü yazabilmek için Mekke ve Medine’yi ziyaret de yanlış olurdu. Çünkü, yine üstadımdan öğrendiğim üzere, “Niyet fıtrî ahvalin ölümüdür” sırrı vardı. İçten gelen halis bir niyetteki hasbîliğin aklın ürettiği bir ikinci niyetle hesabîliğe dönüşmesi sırrı yani… Mekke ve Medine’ye ibadet kasdıyla, dua ve iltica kasdıyla, tevbe ve istiğfar kasdıyla gidilirdi; müstakbel bir kitap için gözlem yapıp malzeme toplayarak şevk devşirmek kasdıyla bu iki mübarek diyarı ziyaret, hasbîliğe bozar, yerine hesabîliği ikame ederdi.

Uzun sözün kısası, şükür ki üzerimde taşıdığım bu gibi hassasiyetlerden dolayı, hep gözümde tütseler de, Peygamber aleyhissalâtu vesselama vatan olmuş bu iki mübarek beldeyi ziyaret imkânım olmadı.

Ve şükür ki, Üstadımın hatırasına hürmetimin kırılmadığı bir surette, Peygamberin Bir Günü’nü nihayet yazabildim.

Sonrasını tahmin edersiniz. Ummadığım bir zamanda, Rabbim iki mübarek beldeyi ziyaret için bir vesile sundu önümüze. Siz bu satırları okurken, ya yolda olacağım, ya da menzil-i maksuda vâsıl olmuş durumda.

Gelin görün ki, Rabb-ı Rahîm’in lutfuyla böyle bir ziyaret imkânının bizim için hasıl olduğunu öğrenmiş bazı gönül dostları, elbette hiçbir art niyet taşımaksızın, ‘kimbilir neler yazacağım’dan söz ediyorlar orada. Onlara, üç yıl üç ay önce yaşadığım olayı anlatıyor; oralara birşeyler yazma kasdıyla gidiyor olmadığımı, böyle bir kasdla gidiyor olmaktan da Allah’a sığındığımı söylüyorum. Yazmak, yazabilenler için, yazması gereken şeyler var olduğu müddetçe, elbette boynumuzun borcu; ama bu borcun sırf ibadet kasdıyla yapılması gereken bir yolculuğu gölgelemesine de müsaade etmemek gerekiyor.

O yüzden sevgili dostlarım, eli kalem tutmayan bir ümmî halet-i ruhiyesiyle gidiyorum oralara. Dahası, dilinden söz düşmeyen bir dilsiz halet-i ruhiyesiyle. Rabbim dilerse nice yazılar lutfeder dilediği her yerde; ama o iki mübarek beldeye yüzünü ve gönlünü döndürmüşken, insanın ‘yazılacak birşeyler ummak’tan bilhassa uzak durması gerekiyor.

Gönül isterdi ki, gitmeden yazdığım yedek yazılarla, yazılarım inkıtaya uğramadan devam edebilsin sitemizde. Ama kaç taslak çalıştımsa da, içime sinmedi, bitiremedim. Yazılmaya değer konular, ‘yedek’ muamelesi görmeye razı olmuyor mudur, nedir?

O yüzden, hüzünlü ve hatta kahırlı yazıların da yer aldığı bir zaman diliminin akabinde on günü aşan bir zaman içinde yeni yazılar görmeyince meraka ve endişeye düşecek gönül dostlarım merak etmesinler diye bir arz-ı hal yazmak istedim.

Yola düşerken, sizden dua talep ediyorum. Yüreğime birikmiş, yüzümü bugün ve yarın yapmamız gerekenlerden alıp dün bize yapılanlara çeviren tortuları aşabildiğimiz; Yakub misali, yüzümüzü kayıpların bulunduğu, parçaların buluştuğu bir aydınlık yarının ümidine çevirebildiğimiz bir halin de mukaddimesi kılsın Rabbimiz bu yolculuğu diye…

Ve henüz gidemeyen gönül dostlarımız için, hiç gidememiş üstadımızın hatırasını da yâd ile, son günlerde kendime tekrar edegeldiğim bir hususa dikkat çekmek istiyorum: Evet, anlaşılıyor ki, insanı uyandıran, ruhunu intibaha getiren, nefsini dizginleyen bir manevî sır saklı Kâbe’nin siyah yüzünde. Ama gelin görün ki, kimileri o sırra, Bediüzzaman misali çok uzaklardan muttali olabiliyor; kimileri gitse de, görse de, hissetse de o sırdan nasibi kısa ömürlü olabiliyor.

Dilerim Rabbim Peygamberinin yaşadığı diyarı görmeyi hepimize nasip etsin. Dilerim o beldede giderek üzerimize sinen manevî kokuyu gidermeden üzerimizde hep taşıyabilmeyi Rabbimiz bize nasip etsin. Dilerim, gidip de giderenlerden olmaktan hepimizi korusun, gidemediği halde gitmiş gibi olabilen Bediüzzaman misali hakikat erlerinin sahip olduğu sırdan hepimizi hissedar etsin…

  16.09.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut