Güzellik beyazdı

Mona İslam

BAZILARI TAŞLARI, bazıları ışıkları sevdi. Bekayı kimi taşta, kimi ışıkta buldu. Taş sahipleri taşları koyunlarında sakladılar, taş oldular, yakıtı taşlar ve insanlar olan yere doğru uzun bir yolculuğa çıktılar. Işık dostları ise ışığa hiçbir zaman sahip olmadılar ama ışık hep onların yanında oldu. Sabah onları uyandıran da oydu, gece üstlerini örten de o. Işık dostları meleklere benzediler. Zira onlar hep meleklerle söyleştiler. İnsan kiminle söyleşirse ona benzemez mi? Melekler ışıktı, ışık beyazdı. İnsan meleklerle söyleştikçe cennet toprağı gibi beyazladı.

Allah göğü ışıklarla süsledi. Birileri için de taş oldu yıldızlar, ateşli bir alev takıldı peşlerine, kovaladı durdu onları, yazık ki kavruldular. Kimine nur, kimine nar düştü nasip. Herkesin gönlündekinden başka değildi nasibi. Semayı taşlayanlar bilemediler ki semaya atılan taşlar elbet bir gün kafalarına düşer. Birileri için ateş yaktılar, bilemediler ki ateş de Makam-ı İbrahim’de hürmetle eğilir. Onlar ateşleri yalnız kendileri için tutuşturdular. Gönlü aşk ateşi ile yananları arzın ateşleri tutuşturabilir mi ki? Makam-ı İbrahim’de namaz kılanlar ateşe hoş amedi ettiler, ateş onlara selam verdi, “rıza” insana ateşi gül bahçesi eyledi.

Yıllarını yıldızları saymakla harcamış, keşfettiği yıldızlara adını vermiş, büyüklüklerini, ısılarını, birbirleri arasındaki mesafeleri ölçmüş nice adem oğlu şeytan oldu. Çünkü onlar da şeyleri muhakeme ederken şeytan metodu kullandılar. “Bu ateş, bu toprak” dediler. “Bu büyük, bu küçük” dediler. “Bu az, bu çok.” “Bu değerli, bu değersiz.” Saydılar küçük prensin zengin adamı gibi, meşgul edilmek istemediler. Milyon artı birde de olsalar, ateşten taşları ne yapacaklarını bilemediler. Bir çocuğun misketleri gibi biriktirdiler taşlarını. Taşlar yanıktı, kömür karası siyahtı.

Yakalarına bir gül takmanın lezzetini hiç tatmamıştı onlar. Gülün yapraklarını saydılar, renklerini söylediler, sınıflandırdılar, coğrafyalara ayırdılar, ama gülü koklamayı unuttular. Gülü koklamayınca yüreklerini kim tutuştursun ki bu gariplerin. Yürekleri buz tuttu, cesetleri alev aldı. Yandılar da kavrulan tenlerini güzel sandılar. Güzellikten de nasipleri yoktu onların. Tenlerin uçup giden hevesine kurban edip yitirdiler güzelliği.

Bir sinek uçtu girdi pencereden, merakla “bu evde kim yaşıyor neler yapıyorlar?” diyerek. Önce televizyonun üzerine kondu, pek haz etmedi, sonra sofraya kondu güzel taamları kokladı, odada şükür kokusu vardı, salondaki çiçeğe kondu söyleşti onunla, dinledi ev halkının hikayesini çiçekten. İyi insanlardı, sevgi kokuyorlardı. Son bir işi kalmıştı o da ev sahibini uyandırmaktı, geldi vızıldadı bir çalar saat gibi. Uyandırdı kadını, kadın güneşe “merhaba” dedi, pencereyi açtı, sineğe “hoşçakal” diyerek yolcu etti.

Aynı sinek komşunun penceresinden içeri süzüldü bu kez. Bu evde ağır bir koku vardı. Öfke kokuyordu ev, memnuniyetsizlik, ve ızdırap. Üzüldü ahalisine, gidip selamlamak istedi. “Uyanın yeni güne, Allah sizin için bir kainat daha yarattı” demek, müjde vermek diledi. Vızıldadı, savruldu. Vızıldadı, ruhunu teslim etti. Son fikri, “Bu öfke dolu eve girmemeliydim” oldu. Bir ruh daha yeryüzünden, biri iyi biri kötü iki haberle Rabbin katına çıktı.

Kimi İsa (as) gibi bedeni de ruhu gibi nur olan bir nebiyi bile taştan heykellere çevirdi, önünde selam durdu. Aşkını taşa gömdü. Kimi kır zambaklarını seyretti, onlara şiirler yazdı, türküler söyledi, kuruduklarında onları Neretva’nın turkuaz sularına saldı. O zambakları sevdi, zambaklar onu. Zambak ve adam birlikte sevgiyi Rabbe bir gelin bohçası ile takdim ettiler. Hiç kimsenin Rabbe sevgiden başka vereceği bir şey yoktu. Zambakların da, zambak dostlarının da. Zambaklar beyazdı, adamın kalbi ise bembeyazdı.

Dostluklarını bir bayrağa işlediler insanlar ve melekler, bir çizgi ile ayrılıyordu bayrak bir tarafı zambaklar, bir tarafı zambak dostları. Hepsi birbirine benzemişti, temiz, onurlu, başı dik, mütevekkil. Seven sevdiğine benzerdi. Seven sevdiğiyle beraberdi. Sonra adamlar da zambaklar gibi yattı usulca Neretva’nın bağrına. Nehir de, zambaklar da, şehitler de ahirete götürdüler hep beraber güzelliği. Güzellik kendini ruhuna dokunana açtı yıldızlarda ve zambaklarda. Gökte yıldız neyse yerde zambak oydu. Güzellik beyazdı, saftı. Ruh güzel yüzünü yalnızca o “Tek güzeli” arayanlara açtı.

Bir sineğin vızıltısı ile uyanan kadın, yıldızlara bakarken uykuya daldı. Bir sukut indi gökyüzünden. Kocaman bembeyaz kanatları vardı sükutun. Bir attı bu. İniverdi usulca kadının yanına. Kadın huzurun güzelliğini seyretti. Sessizliğin cümlelerini dinledi. Konuşmadan anlaştılar bu semavi varlıkla. Korkarak usulca dokundu atın bağrına kadın. Ilık bir mutluluk sardı tüm benliğini. Ata ismini sormak istedi, konuşmaya ar etti. Güzelliğin ismini sormaya hacet yoktu. O da “O güzelin” yaratıklarından biri idi olsa olsa. Kadın “Ya Cemil” dedi. Uyandı. Vakit sabah namazı idi. Tekrarladı kadın, “güzellik beyazdı.”

  03.10.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut