YILDIZ, HAÇ VE HİLAL

Mona İslam

SON ZAMANLARDA Yahudilik ve Hristiyanlık araştırmaları üzerine epey bir mesai harcadım. Rastladığım şeyleri notlar haline getirirken sembollere dikkatimi tevcih ettim. Yahudiler için Süleyman Mührü, ya da Sion Yıldızı, Hristiyanlar için Haç, ya da Istavroz, Müslümanlar için ise Hilal. Çeşitli dinlerin bir arada yaşama projelerini dillendirenler bu sembolleri birlikte anmayı seviyorlardı.

Yahudilerin Hz Musa’nın şeriatına iman ettikleri, en büyük peygamber olarak onu tanıdıkları ortadaydı. İnsan düşününce Tevrat levhaları, levhaların içine konduğu Tabut, ya da Hz. Musa’yı sembolize eden bir işaret kullanmalarını bekliyordu. Ya da hiç değilse kendilerini isimlendirdikleri babaları Yakub (as)’a dair bir sembol. İsrail gibi bir alamet. Ama onlar peygamber bile kabul etmedikleri Süleyman (as)’ın mührünü sembol olarak seçmişlerdi. Onlara göre Süleyman (as) bir sihirbazdı, bir kraldı, zengindi, iktidar sahibiydi. Dünyada hükmetmediği yer kalmamıştı. Mühür bir kralın mührü olunca tamamen bir dünyevi sembol haline geliyordu. Oysa onlar onu boyunlarında dini bir sembol, havralarında bir alamet olarak kullanıyorlardı.

Yine okuduğum bir kitapta, İslam Kelamcıları Kur’ânî kavramlarla ifade edilen iki kitap olduğunu; bunun birinin Kur’an, birinin ise Tevrat olduğunu söylüyorlardı. El-Kitab terimi Kur’an’da yalnız bu ikisi için kullanılmıştı. İncil ise Tevrat’ı tashih edici, tamamlayıcı, Kur’an’ı müjdeleyici bir ara kitap hüviyetindeydi. Kitab terimi, şeriatı da ihtiva ediyordu ki, bu İncil’de yoktu. Kur’an’la tevhid noktasında benzeşen mevcut tevrat, ahiret noktasında ayrılıyordu. Dünyayı düzenlemeye çok inceliklerle ehemmiyet veren bu kitap ahireti neredeyse unutmuş, es geçmişti. Oysa Kur’an’ın üçte biri ahiretle ilgiliydi.

Yine Hz. İsa (as) dönemini anlatan kitaplar o dönemde iki Yahudi mezhebinden söz ediyorlardı, Ferisiler, Sadukiler. Sadukiler ahiret düşüncesini, melekleri, cinleri, gayba ilişkin her şeyi reddediyorlar, Musa’nın kitabını bir dünyevi yasa gibi kullanıyorlardı. Hz İsa’yı reddedişleri de bu yüzdendi, onlar dünyevi bir Yahudiyye Krallığı kuracak Davud soyundan bir Mesih bekliyorlardı. Onları Davud’un ve Süleyman’ın günlerine döndürecek bir mesih olmalıydı gelen. Oysa Hz. İsa Onlara Göklerin Melekûtundan bahsediyordu. Onlar ahirete dair bir söyleme yabancı ve soğuktular.

Bu yüzden Süleyman Mührünü aldılar, dini bir sembol haline getirdiler. Bu Yahudi Krallığının, Yahudi gücünün, Yahudi enesinin sembolü haline geldi. Her kutsal metne onu iliştirdiler. Artık bir gözleri kördü. Bir gözü kör birini Mesih Olarak istiyorlardı. Ahireti görmeyen, sadece maddi servete, güce ve iktidara götüren biri. Deccal’ı Mesih zannedip arkasına takılacaklarını söyleyen ahir zaman hadisleri de bunu anlatıyordu sanırım. Zira onlar kutsanmış insan anlamına gelen Mesih kavramının anlamını çarpıtmışlardı.

Hristiyanların Haçı ise, Yahudilerin yıldızının tam tersi, dünyayı değil ahireti temsil ediyordu. Ölümü ve sonrasını. Onlar haçı boyunlarına her astıklarında, onun karşısında her diz çöktüklerinde, dünyanın berbat bir yer olduğunu, acı çekilmesi gerektiğini, Tanrının kan istediğini, ancak çile ve eziyetle onu hoşnut kılacaklarını düşünüyor, “mutluluk sadece ahirettedir, bu dünya bir matem yeridir” diyorlardı. Ayrıca Tanrı saydıkları birinin bile dünyevi iktidarın gazabından kurtulamamış olması, onlarda dünyevi olanı değiştirmek, adil bir dünya oluşturmak, dünyayı mamur etmek arzusunu köreltiyor, umutsuzluğa düşürüyor, zorda kaldıkları her anda, dünyevi güce boyun eğmeyi netice veriyordu. Sezar’ın hakkı verilmeliydi. Vergiler ödenmeli, saygı hak edene saygı gösterilmeliydi. Saygı hakkı makama göre tesbit ediliyordu. İdareciler tanrısaldı, itaat şarttı (St. Paul). Zulme direnilmemeli, vurana diğer yanak çevrilmeliydi. Böyle bir parçalanmış zihni temsil ediyordu haç.

Dünya ve Ahiret sadece İsa Mesih’te kesişiyordu. Başka türlü kimse bu ikisini tevil edemez uzlaştıramazdı. Dünya içinde ahirete çalışmak, ahirete yol alırken dünyadan nasibini almak mümkün değildi. Haç bir yönüyle matematikteki kartezyen düzleme benziyordu. Apsis ve ordinat eksenleri sadece sıfır noktasında kesişiyor, bu da ruhsal alanla bedensel alanın, dünya ve ahiretin kesişimine, İsa’ya tekabül ediyordu. O tekti başkası için bu mümkün gözükmüyordu. Kim bilir belki bir rahip olan Descartes Kartezyen düzlemi haçtan mülhem icad etmişti.

Haçın ilginç bir yönü de onun bir Roma sembolü olması idi. Zira Romalılar azılı suçlulara haça asarak ceza verirlerdi. Bu Yahudi şeriatında olmayan bir cezai uygulamaydı. Bir dinin kendini zalim bir devletin bir işkence enstürmanı ile tanımlaması da ilginç bir psikoloji idi. Kurban kendini zalimle özdeşleştiriyordu. Zulmü içselleştiriyor, çaresizliği yudumluyordu. Kim bilir belki de bu yüzden kendine eziyet etmede zalimlere taş çıkaracak bir maharet sergiliyordu. Ortaçağ Hristiyanların kendilerine uyguladıkları şiddet ve eziyet için sadece Victor Hugo’nun “Sefiller” ini okumak, manastır ortamına bir soluk dahil olmak yeterliydi.

Bir de haçın nefse hoş gelen tarafı vardı elbette. Birisi sizin günahlarınız için kendini feda ediyor, Allah da bu adaletsiz taksimi kabul ediyordu. Artık Kutsal Yasa (Torah) uyulması icab etmiyordu, insanların on emirle, sünnetle, Sebt günüyle, diğer Musevi yasalarıyla bağlantısı kalmamıştı. Kurban kesmeleri, domuz yememeleri filan da gerekmiyordu. Sarhoş da olabilirdiler. Musevilikteki içki sınırlaması da onları bağlamıyordu. Bu yeni inanç putperest Romalılara cazip geliyordu. Zaten eskisi de demode olmuştu. Sadece İsa Mesih’e iman edeceklerdi, başka bir şey yapmalarına gerek yoktu. Böylesine bedava cennet bileti görülmüş şey değildi. Bu fırsat kaçırılır mıydı? Üstelik onların alışageldikleri, Yunan veya Roma tanrılarında da yarı tanrılar yok muydu? İsa ismi ile değiş tokuş ettiler tanrılarını. İsa’yı da sonsuz bir sukut ile haça astılar. Dinini eğip büküp istedikleri kıvama soktular. Haç nefse güzel gelen bir şeydi. İnsanın hevasını okşuyordu. Belki İsa’nın kendisini asamamışlardı haça ancak dinini pekala asmışlardı duvara sabit çivilerle.

Sonra İslam’daki hilal sembolü üzerine düşündüm. Bu sembol nasıl olmuş da Müslümanları temsil etmeye başlamıştı bilemiyordum. Ama Efendimizin ayla tesmiyesi tâ şakkı kamer mucizesine, Medinelilerin söyledikleri “Tala’al Bedru” ezgisine, Kur’an’ın güneşe, Efendimizin de aya benzetilmesine kadar uzanıyordu. O kendinden söylemezdi, bu noktada enesi devre dışıydı, o sadece güneşten aldığı ışığı yansıtır, Kur’an’dan aldığı mesajı yaşanır hale getirirdi. Sünnet de Kur’an’ın insan hayatına uygulanmasından başka bir şey değildi. Öyleyse sünnet de aydı.

Ay üzerinde pek düşündüğüm bir gök cismi değildi. Bu tefekkürde çok zorlandığımı itiraf ediyorum. Ben metaforlarımı genellikle güneşten seçer, hayatımı da Kur’an ayetleri ile yönlendirmeye gayret ederim. Sünnetle irtibatım da çok kavi sayılmaz, Allah beni affetsin. Düşününce ayın dünyaya bağlı olduğunu, ama dünyanın içinde olmadığını hayretle fark ettim. Efendimiz de böyleydi. Dünyada yaşamış, dünya nimetlerini tatmış, ama dünyalı olmamıştı. O semalıydı. Burada dünya ahiret dengesinin nasıl da mucizevi bir şekilde kurulabildiğine şahitlik ediyorduk. Yahudilerin ve Hristiyanların başaramadığı bir şeydi bu. Hem dünyayla irtibat halinde olmak, hem onun içinde olmamak. Resulullah bunu başarmış, bize de bir yol açmıştı. Ay gökte durdukça ümmeti de o yoldan geçip göğe ulaşacaktı.

Ayın hallerini düşündüm sonra, bazen karanlık, bazen hilal, bazen ilk ve son dördün, bazen de dolunay. Resulullah’ın da hayatının böyle evreleri olmuştu. Mekke dönemi belki de bir karanlık ay dönemi idi. Sonrasında ince bir hilalle Akabe biatları yapılıyor, Medineliler gökteki Muhammed (ASV) hilalini fark ediyorlardı. Sonra Medine hayatı başlıyor ve ay yarım oluyor, savaşlar kazanılıyor ayetler iniyor, Medine bir medeniyet merkezi oluyor, ay Mekke’nin fethiyle dolunaya dönüyordu. Ve sonra Efendimizin yarımada Arapları ile Bizans’la gazveleri, etrafa gönderdiği elçilerini müşahede ediyorduk ki, ay dolunaydan son dördüne dönmüştü yine. Ve onun veda haccında bir hilal görüyordu Hz. Ebu Bekir, hilali görüp anlıyordu en sevilesi kamerin gurubunu. Ağlıyordu. Ayetler tamamlanıyordu. “Bugün dininizi tamamladım, size din olarak İslam’ı seçtim” buyuruyordu Allah (cc). Ve Veda hutbesinde son nasihatlerini ediyordu ümmetine o mubarek hilal. Ve gurub ediyordu her fani gibi, her nefis gibi tadıyordu ölümün şerbetini o da.

Biz sema ehliydik. Bizi o asıp gitmişti semaya. Bizi semaya çıkan yollara sevk etmişti. Yıldızlara dost kılmış, melekleri etrafımıza sarmıştı. Onun adı yerde ve gökte tılsımlı bir kelimeydi, O aydı, hilaldi, bedirdi. O nurdu, bize de nurundan pay vermişti cömertçe. Onun nurundan yiyip içiyorduk, onun nuruyla yatıp kalkıyorduk. Onun nuru güneş gibi göz kamaştırmıyordu, rahatça bakılabiliyor, incelenebiliyor, taklit edilebiliyordu. Mucizeleri bile insana hayatına dair modeller sunuyor bereketi, paylaşmayı, mahlukatla konuşmayı, dost olmayı öğretiyordu. Kimsenin gözünü acıtmıyor, tenzil buyuruyor, anlayacağımız kadar konuşuyordu.

İlk kez insan olmanın, insani yönleri barındırmanın güzel bir şey olduğunu, melekleşmemiz gerekmediğini, bizim kendi fıtratımızla meleklerden üstün olduğumuzu öğretmişti bize. İlk kez olduğumuz gibi sevilmiş, bağra basılmıştık. Yıldız olmamız gerekmiyordu bizim, ışığı kendimizin üretmesine hacet yoktu, bize ay olmak yazılmıştı. Işığı Rahman’dan alıp etrafa yaymak. En şerefli görev buydu. Ay olmak, halef olmaktı aynı zamanda, Allah’a ve Rasulüne.

Ay kimsenin değildi, ay herkesindi. Sevgililerini kıskandırmıyor, herkese cömertçe, eksiksiz dağıtıyordu nurundan. Ay evrenseldi. Yeryüzünün her yerinden görülüyordu. Millet devlet, kabile lisan ayırmıyor herkese ilham veriyordu. Her kültür aya şiirler yazıyor, besteler yapıyordu. Cihan şumul bir mesaja da bir insanı yahut bir ırkı temsil eden değil bir dünyayı temsil eden bir sembol lazımdı.

Ay görmek isteyenlere ancak manayı harfi ile Efendimizi gösteriyor, manayı ismi ile bakıldığında “Bu ona aittir” denilemiyordu. Bu diğer sembollerden çok farklı bir semboldü. Hiç kimsenin değil ancak Allah’ın sahip çıkabileceği bir sembol. Muhammed-i Arabi’nin sahibi Allah’tı. Bizim sahibimiz Allah’tı. Bize ancak ayın sahibi sahiplik iddia edebilirdi. Bu yüzden nurlu insanlara, ümmeti Muhammed’e ay yakışıyordu. Bu yüzden tüm İslam bayraklarında hilal vardı. Biz gök ehliydik, yerden seçmedik sembolümüzü, semalıların sembolü semadan seçilirdi. O da bize semanın en mütevazi ama en güzel cismini seçti.

  06.10.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut