Ufak tefek gölcükler

Mehmet Nuri Bingöl*

-Elif ve Karakalem Okuyucusu gönüldaşlara-


DÜNYALAR BAŞKAYDI, duygular bir başka alem; ya oyunlar... Gökyüzü pembe miydi, mavi mi; soran kim? Çiçekler ve böcekler mi; Hak getire... Şekerci dükkanında mıydılar, sağır taş duvarların ıpıslak zemininde mi? Kubbeler polattan mıydı; gül, karanfil ve sümbüllerden mi? Belki de sapsarı ümitlerdendir.

“ Bir garip günlerdi işte, ap ayrı tadların hazzındaydık.”

Ama, o yemyeşil otlar, o pespembe ümit çiçekleri kurumuş ve kavrulmuş; görüyordu, biliyordu. Sapsarı yapraklarla örtülmüş, ufak tefek gölcüklerle vıcık vıcık olmuş, vırcıklanmıştı. Kimi yerinin donması nedendi peki? Soğuktan mıydı donuş, korkudan mı; onu zaman “ sel dolapları”nın dişleri, dişlileri anlatmalıydı.

Merdiven başında durmuş, hemen çıkıverecek gibiydiler;öyle sanırdı herkes..onlar bile. Halbuki onun ve onların ne basitlikleri vardı, ne de hinlikleri; bir engin saffet denizinde kulaç atıyorlardı. Meselenin entipüften olamayacağı, öyle sayılamayacağı - işte- görüldü zaten, idrak edildi de. Kimi - daha- birinci basamakta takılıp kalmış, kimi merdivenin orta yerinden - paldır küldür- yuvarlanmıştı; kimi de ağır ve emin adımlarla, altın renkli düşünceler çerçeveli çıkmayı becermiş; neyin ne olduğunu, dişlerin, dişlilerin hangi manaya geldiğini bellemişti.

***

Çocuklukları birlikte geçmiş gibiydi. Yemyeşil sümbül yıllarında yan yana, omuz omuzaydılar. Ortaokul sıraları sesleri ya da sessizlikleriyle şenlenir, kahkaha atardı. Durgun göl sularını andıran ruhlarınını şaha kaldırmak için bir ufak meltem yeter de artardı bile. Sokakları kaplayan “mutlak doğru”ları, kırları korkutan spor “ gösterileri”!.. Hele odaları bizar eden ders çalışmaları?

Adı ders çalışacaklar, adı “ ödev” hazırlayacaklardı. Tutup elin odasının göbeğinde futbol oynamaya kalkmaları da bir bakıma çalışmaktı işte. Devrilen eşyaları mı sorarsın, sağa sola savrulan minderleri, kitapları mı ararsın; ele avuca sığmazlığın bütün tonlarını seriverirlerdi halının üzerine! Bazen de - şangur şungur- kırılan cam kırıkları geceleri süsleyiverirdi. Ya sabahleyin?

“Çalışamadım hocam.”

“İmtihanlar üst üste gelmişti de...”

“Zaman mı kaldı çalışmaya diğer derslerden?”

“ Bu seferlik affedin hocam.”

İşte, öyle günlerdi; dünyalar başka, duygular başka, oyunlar başkaydı. Gökyüzü ya pembe, ya maviydi. İmkanı yok, bir başka rengini bilemezlerdi henüz. Çiçekler ve böcekler mi; geç bir kalem birader. Akide dükkanında mıydılar, sağır taşlar ülkesinde mi; düşünmezlerdi bile. Kubbeler polattan yapılsa kendilerine neydi; gül, karanfil ve sümbüllerden yapılsa

ne farkederdi. O yemyeşil otlar, o pesbembe ümit çiçekleri kurumuş, kavrulmuş; görüyorlar, biliyorlar. Sapsarı yapraklarla da örtüldü niceden beri; ufak tefek gölcüklerle mırcıklandı. Ya donan kısımları? Buzlar ne zamana kadar kaskatı kalacak, ne zamana kadar inadına devam edecek..ve ne zaman çözülüverecektir?

Keşke; “ Belki yarından da yakın.” Mısraındaki nikbinliğe kavuşabilseler; öyle bilseler!

***

Buraya varmışken, o meşhur maçları hatırlanmadan geçilmez, geçilemezdi. Sınıf takımına almamışlar kendilerini. Onlar da tutup, bir rakip takım çıkarmışlar ve maydan okumaları evlere şenlik! Ve meşhur maç başlamıştı. Ama bir rüzgar,bir rüzgar...

Adı maç yapıyorlar, adı top oynuyorlardı. Aslında rüzgarın sürüklediği topu kovalamaktı yaptıkları. Aradan geçen üç beş zaman kırıntısını atlayınca duyulan ‘goool!’ sesleri, rüzgarın havalandırdığı, göz gözü görmemeye zeminin hazırlattığı toz talazı bile ürkütmüş olmalıydı.

Rakipleri basmıştı itirazı; topu kaleye yel aparmış da, bu yüzden sayılmazmış gol. Git de küllahına anlat bunu; oyunun kaidesini koyan onlar değildi ki... Karşı takım kızgınlıkla - ya da şamatayla- sahadan ayrılınca, kendilerinin kapıldıkları sevinç görülmeye değerdi, bir alemdi, şekerlemeci vitrini görmüş gariban çocuk çığlığı gibi tıpkı... Birbirlerine sarılmalar, tebrikler... Diğerlerini yuhalamalar

Ama işte, gerçeğin ta kendisi, hakikat ötesi gerçek, o günlerin şen, cıvıl cıvıl, ümit yüklü, dostluk dolu çiçeklerinin çok çok değişik ufuklara el etmesi değil mi? Hepsini anmaya, anlatmaya ne can dayanır, ne gönül.

O ikisi, bazen düşünme melekesini uyuşturacak derecede üzerdi onu; yüreğini bir burma burardı ki... Romanlık hayatları, ruh maceraları vardı. Biri tohum olup yere düşmüş, baharı beklemeye koyulmuştu. Öbürü ise, daima zehirli çiçek arayan serkeş bir kelebek olmayı yeğ tutmuştu. Ancak, her ikisini kıyaslamak rahatlatırdı onu; “ En iyisini, en güzelini Sen bilinsin Rabb’im!” dedirtir, kendine düşenleri hesaplamaya dururdu. “ Hayır O’nun seçtiğinde...” değil miydi hem?

İkisi de halim, selimdi; Abdullah mücadeleciydi ama, ona buna rakip olmayı pek severdi yine de, İhsan ise kimsenin başarısını kıskanmaz, umursamaz, aksine artmasına çalışır, yardım da ederdi. Dostluklarının türü de değişik olacaktı elbet; Abdullah’la aynı yola gönül verdiklerini “zanneder”lerdi; aynı hedefin adamı olmaya ahdetmekle, olmak arasındaki esas farkı anlamamıştı daha! İhsan’la ise öyle bir yüce anlayış nisbeti yoktu belki; hayat boyunca hep dost kalmayı kurmuşlardı, o kadar-cık!

Ortaokulu bitirdikleri yaz, kendisi o garip ama tatlı,bir yaz sürecek olan seyahata çıkmış, ailesinin yanına gitmişti gene. Dönüşte bir başka buldu Abdullah’ı. O yumuşak kaşları - artık- devamlı çatıktı. Dost çehresi ise pasa bulanmış gibi geliyordu. Çok çok ayrı bir ses tonuyla okulu bırakacağını söyleyince, neye uğradığını anlayamamıştı. Yazı nasıl geçirdiği sorularına kaçamak cevaplar alınca işin ciddiyetini, ancak kavrayabilmişti. Sonraki günlerde kendilerinden devamlı kaçmaya çalışması, kimbilir nereye kadar uzayacaktı? Ateşli şekilde tutkun sandığı “yol”un tersine tersine akmaya başlaması, şaşırtmaktan çok düşündürdü onu; nedense İhsan’la kıyaslamaya kalktı ihtiyarsız. Pek fazla ortak yanları bulunmasa bile, dostlukları neden kopmamıştı. Bu tek hadisede bile pek çok ibretler yattığını seziyor,ancak ifadeden çekiniyordu! Bir sır, bir düşünce tarzı, konulması lüzumlu bir tavır, bir hayat düsturu, acayip ibret halatı yattığına inanıyordu. Sonraki günlerde satırların diliyle, “ İnsanı unutmayalım, ondan ayrı düşmeyelim” diye attığı çığlıkların kaynağı- kimbilir- belki de buydu.

Hülasa, dünyalar apayrı, yüreklerdeki hisler bambaşka desenlerde, kurulanlarsa çok daha değişik... Ama nereye, nerelere kadar? Tatlı şerbet üretenleri dururken, zehirli çiçek arayan serkeş bir kahverengi kelebek olmayı marifet bilmiş gönüldaşı tek misaldi, “böyyük” bir ibretti. Merdiveni tırmanıp tırmanıp, tam zirveye varacağı vakit kendini kayaların üzerine fırlatarak, pare pare ufalanan eski dostu, varılacak ufuklardan bir tekiydi; batı ufkuna pek benzer kıyafeti seçmesinde, - acaba diyordu- kendisinin hiç kabahati yok muydu?

***

“Ah İhsan, vah İhsan!” demekten alıkoyan, içinin figanını bastıran yegane sevkettirici, sözlerin vurulan mihenkte bakır çıkmasıydı; altın değil. Abdullah’la kıyaslamak bile, öylesi hüznü kapı dışarı etmede birebirdi.

Lise’de şubeleri ayrılmıştı; galiba bundan, pek sık da görüşemiyorlardı. Bununla birlikte, her sohbetlerinde dosztlukladı daha bir bekişmedeydi. Vefalı, dost düşkünü, kadirbilirdi. Lise sonrası bir fakülteye attı kapağı; İhsan bir yıl sonra. Senede iki ya da daha az -ancak- görüşebiliyorlardı; o da memlekette. Yem yeşil sümbül dönemlerini yad edip neşeleniyorlardı. Dürüst yaratılışı eninde sonunda onu kendisbiyle aynı “ istikamet” üzerine oturtmuştu; dostluklarına, bir de ”meslek” arkadaşlığı eklenmişti.

Önce ideal arkadaşlığı ve sivri dillilik neticede hüsran getirebiliyorken, önce gönül birliği ve dostluk, daha sonraları “ ittihad-ı mesele”yi de çekip getirebiliyordu demek!

Günler gibi yıllar da birbirini kovalamıştı. O sapsarı hazan mevsimi, yaşadığı şehrin bulvar, meydan ve parklarını istila etmişti bile. Rüzgarlar; esip duran türlü “hava akını” esintiler deli dolu şaplağıyla, yapraklarla birlikte hayalleri de bir bir yerinden söküyor, havalandırıyor, ayaklandırıyor; ayakları baş yapıyordu. O başka günlere, bir diğer başka günler, hatta başka yıllar, dünyalar ekletilmişti zoraki, uyduruk gerçeği kaybettirme endişesiyle... O can yakan sıkıntılar, emekleri silip süpüren gasplar; o anlaşmazlık ve aymazlık, vurdumduymazlıkla atbaşı ters istikametlere akan ırmaklar; delinen barajlar, setler... Abdullah’tan bin beter!

Acayip sancılarla buruşan ruhu, eve döndüğünde onunla karşılaştı. Bir ufak, hiç ehemmiyet vermediği rahatsızlığı varmış, dostları onu buraya, bu “ suyu telli pullu” şehre yollamışlar; şöyle bir konrolden geçmesi, onları kırmamak için yerinde olurmuş. Bahsedilen kontrollere birlikte gittiler; filmler çekildi, başka tahliller yapıldı ardından, ona da pek muhim bir şey yok gibi geliyor, ama doktorlar - ah, onlar!- başka türlü konuşmadalar.

Üstelik, dostunun gün gün olgunlaşan armut misali renk attığı gözle bile farkediliyor artık. Tamamen fenalaştığı gün, çağırılan ailesiyle doğru dürüst konuşamadı bile; ne derse tesirsiz kalacağından korkup gözlerini kaçırdı onlardan hep. Ameliyattan sonra hastanede uzun bir nekahet devresi... Doktorların manalı sözlerle evine götürülmesinin daha yerinde olacağı görüşleri...

“ Yeşil sümbül sarardı bir kere; kuruması mukadderse eğer...” düşüncesi onu yatıştırsa da, yüreğini başını sızlatmadan edemiyor yine de... Üç dört ayın ardından gelen göç haberine şimdiden hazırlanmalıydı en iyisi.

Kim umardı halbuki; kim umardı ki o neşeli gülüşler, o parlak dostluk böyle bitecek, böyle sönecektir? Acaba bitmiş midir ama, sönmüş müdür sahiden; tohumun toprağa verilişini, hangi akıl bir bitiş olarak gösterebilir?

Biri serkeş kelebek, öbürü mutlu tohum. Ya diğerleri; savrulan yapraklar,” berk-ı dıraht”lar?... Hepsini demeye ne can dayanır, ne cihan. Donuş ve kaskatı kesilişlerin nereden beslendiği iyi görülmüştü aslında; ne soğuktandı, ne de korkudan... Sadece bu hayalhanedeki rolleri iyi oynayıp, oynamamalarındandı.

Zaman denilen sel dolabı yine dönecek, hep dönecektir. Onu ne bir kelebek, ne de bir tohum durdurabilir; tersine çevirmekse kimin haddine. İnecek çıkacak, çıkacak inecektir.

Dünyalar - yine - başka başka olacaktır belki, duygular başka oyun, oyunlar farklı kulvarlarda oynanacaktır! Gökyüzü ya pembe pembe gülecektir; ya da mavi mavi sırıtacaktır yüzlere. Çiçekler ya ağlayacak, ya gülecektir; böcekler çok değişik yönlere kanat açacaktır elbette.

Kimi şekerci dükkanıdna sanacak kendisini, kimi de sert taşlar ülkesinde. Kubbelerini polattan kursan da bir, gül, karanfil, sümbülden de; kim karışır?

Ufak tefek gölcükler bir koca ummanı dolduracaktır gün gün, toplanıverecektir. İşte o gün, İhsan gibi çok dostuyla kucaklaşabileceğinden pek emindir; nasipse...

  02.09.2008

© 2021 karakalem.net, Mehmet Nuri Bingöl



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut