İçimizdeki isyankâr

Nuriye Çakmak

ÜLFET, AKLIN önünde perdedir ve bu sebeple yönü ya geriyedir ya da en iyi ihtimalle sabittir. Beynin bir şeyleri tabu halinde kabul etmesi yine büyük oranda bizim tercihlerimiz doğrultusunda olduğundan, doğrudan nefisle ilgili bu bahsin ülfetle ilgili bölümüyle de birinci dereceden alakadardır nefis.

Ülfet ve nefis bağlantısının en çarpıcı örneklerinden biri Ramazan ayı ile ilgili olarak yaşanır. Risale-i Nur külliyatının en çok okunan bahislerinden biridir Ramazan Risalesi. Özellikle mübarek ay gelmeden veya içindeyken sık sık okunur. İyi bir hazırlık için ideal bir durumdur. Ancak bu sadece bizim anladığımız anlamda bir Ramazan ayı risalesi midir, sadece Ramazan için midir? Yoksa Ramazan ve tüm sene boyunca etkisi sürecek bütün bir kulluk dersi midir?

Bu bahsin her nüktesi ikinci şıkka büyük bir burhandır elbet. Ancak beni en derinden yaralayan bahsin sonundaki anlatımdır. Bunun bir hadis-i şerif olması, yani kaynağının selahiyeti, ders almamak için ‘fazla ciddiye almama’ya bahane arayan nefse ilk çelmeyi atmıştır bile... Fakat diğer yandan bunu dersin sonuna eklenmiş bir hikâyecik gibi okuma çelmesini yıllarca yediğimi düşünüyorum. Nefsimin “aman pay almayım” diyerek kaçarken, bu bahsi bana nasıl da süslendirdiğini belki.

Bu ‘hikâyecik’ büyük bir idrak vesilesidir aslında. Acı bir uyanış. Efendimizin ‘Beni yaşlandırdı’ dediği bahisler gibi, bizi yaşlandıracak ve yaşlandırası bir bahistir.

Cenab-ı Hak nefse sormuş, diye başlar malum. “Ben kimim, sen kimsin” Sonra bütün hayretlerin ve susuşların yetersiz kalacağı ve fakat üzerinden ülfet ayağıyla geçildiğinden hiç duraksanmamış dehşet bir cevap cümlesi gelir: “Ene ene, ente ente.” Ben benim, sen sensin...

Hangi azabı vermişse enaniyetten vazgeçmemiş ve sadece açlıkla acizliği hissederek, hem o asılsız rububiyeti kırılarak; “Sen benim Rabb-i Rahimimsin, ben senin aciz bir kulunum” cümlesiyle gelen bitişe atlamıyorum bu sefer. Tam burada duruyorum; Ene ene, ente ente...

Nefis ve şeytanla ilgili bahisleri okurken nedense tarihi bir vakıa okuyor olma hassasiyetine bürünür nefsim. Bu cümlenin üzerinden de kaç kez böyle geçtim acaba. Oysa o içimdeydi ve bu cevabı aslında “o” vermişti.

Ne büyük bir dehşet; içimde taşıdığım halde bana en çok da varlığını unutturarak zarar veren, beni ebedi helakete sürüklemek için durmaksızın çaba sarf eden, düşmanlar üstü düşmanım... Nefsim... Yani bir anlamda “ben”im, bu isyanı dillendiren...

Nasıl olur da Yaratıcısının ve tek sahibinin karşısında böyle bir edaya bürünebilir? Ve bu dillendirişi nasıl da unutturabilir bana?

Sürekli “tatmin edici” bahanelerle temize çıkarmaya çalıştığımız nefsin maskesi düşüyor işte bu cümleyle. Bizim her unutuşumuz bu isyana hizmet ediyor. Bizi tam da bu noktaya götürüyor, “ufacık” ve “kalbimiz temiz”ken yaptıklarımız. Farkında değilsek, tam da o yoldayız... ENE ENE, ENTE ENTE…

Ta ki “O” bizi tutana kadar. Ta ki, bizi içimizdekinin şerrinden koruyana kadar. Ta ki, sesi bastırılmamış vicdan ve gerçekten temiz kalp, elimizden tutuncaya kadar. İbadetle, sabırla terbiye oluncaya kadar..

Karşımıza alıp sorabilsek keşke, bunu nasıl yaptığını. Nasıl bu kadar nankör, daha da kötüsü kör ve kötü olabildiğini. Hangi maskeyle yanıtlardı acaba, hangi bahanelerle, yalanlarla. Sağdan vururdu üstelik..

Neyse ki hikâyecik burada bitmiyor. Maskesi düşen nefis, ‘Ben senin aciz bir kulunum ve sen benim sadece Rabbimsin değil, Rahîm olan Rabbimsin’ diyebiliyor maskesiz haliyle.

Bu dehşetten sonra, ümit yüzümüze gülüyor. Çünkü Rahîm olan Rabbimiz elimizden tutuyor. Ülfetin bizi saran perdesini ancak O kaldırabiliyor. Şeytanın ve nefsin şerrinden kendisine sığındığımız...

  16.09.2008

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut