Tevekkül ağacı

Mona İslam

BİR YAKINIMIN işine son verildi. Aniden, hesaplanmamış, adaba uygun olmayan biçimde yapılan bu ilişik kesme eylemi, büyük bir kaygıya sebebiyet verdi. Bizzat işine son verilen insan değil, ama yakınları endişe etmeye başladılar. Ne yapılacaktı şimdi? Ya yeni bir iş bulunamazsa ne olurdu? Eldeki parayı idare etmekle ne kadar ay geçinilebilirdi? Böyle bekleyecekler miydi şimdi? Sabrın da musibetle birlikte verildiğine bir kez daha şahitlik ediyordum. İşine son verilen adam tevekkül içinde neşe ile gülüp sohbet ederken, “Bakacağız bir çaresine inşallah” derken, etrafı endişe kumkuması idi.

Endişeli kişi ile konuşmaya çalıştım. Teselli vermek için “Allah gece ve gündüzü döndürür, bize kabz ve bast halleri yaşatır, hepimiz için böyle sıkıntı zamanları olur, geçecek inşallah, tevekkeltu alallah” dedim. Kaygılı yakınımı en çok çileden çıkaran, “belirsizlik duygusu” idi. Bir gün bile tahammül edilemez gelen belirsizlik duygusu onu huzursuz ediyordu. Dünyasında her şey planlı, hesaplı olmalıydı. Plan yapmak güzeldi elbette, ama işler planladığı gibi gitmeyince bir kristal bardak gibi dağılıyordu. Kaygı ve endişe hali neredeyse delirtecek gibi oluyor, bir türlü sükun bulamıyordu. Kendisini anladığımı ifade etmek için “Bak” dedim. “Biz de belirli bir gelir üzere yaşamıyoruz, bazen oluyor bazen olmuyor, ne zaman elimize ne geçecek bilmiyoruz, bazı insanlar hep böyle yaşar, belirli, planlı bir maaşları yoktur.” Bana kızdı ve “Siz zaten tevekkülle yaşıyorsunuz, ben sizi anlamıyorum, artık sizin için endişe de etmiyorum, ama o (işten çıkarılan kişi) böyle yaşayamaz, ona belirli bir para lazım” diye sözünü sonlandırdı. Bu noktadan sonra söylenecek birşey kalmamıştı.

Bu zihin yapısı için, insan para ile yaşıyordu. Bunun dışında bir yaşama türü aklının sınırları dışına çıkıyor. Yokluğa sabretmek, yokken de mutlu olabilmek mümkün gözükmüyordu. Yarını planlamadan yaşanamazdı, dolap mutlaka ağzına kadar dolu olmalı, insan en az altı ay hatta bir sene geçinecek bir parayı bankada tutmalıydı. Ancak böyle güvende hissedebilirdi kendini. Gerisi lâf u güzaftı. Allah’a güvenmek, verirse şükretmek, vermezse sabretmek onun dünya kavrayışında yoktu. Mutlaka vermeliydi, bunun için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Ehl-i imandı, namazlarında titizdi, ama bir türlü tevekkül edemiyor, kendini her şeyi kontrol etmek zorunda hissediyordu. Bu yük onu mahvediyordu.

Hemen binlerle ifade edilen dualar okunmaya başlandı. Dua okumanın hiçbir mahzuru yoktu elbette, güzel ve gerekli birşeydi. Ama duayı okurkenki psikoloji çok mühimdi. Allah’a “Hemen ver, şimdi ver, vermezsen olmaz” der gibi bir tutturma, bir hırs, bir umutsuzluk hali içinde okunuyordu tesbihler. Bu karanlıktan korkan birinin elektrikler kesildiğinde, mumu ve kibriti buluncaya kadar evin içinde panik halde dolaşması, neredeyse ağlayacak hale gelmesi, aklının başından gitmesi, kalbinin yerinden fırlayacak gibi atmasına benzer bir durumdu . Tesbihlere yardım ettim, maddi olarak da sorumluluk alacağımı söyledim, ama karşı tarafın endişesini bir türlü dindiremedim.

Oysa biz kendisine gelen ve “Kral bir nebi mi olmak istersin, yoksa kul bir peygamber mi olmak istersin” diyen meleğe “Bir gün aç olup sabreden, diğer gün tok olup şükreden kul bir nebi olmak isterim” şeklinde cevap veren bir Rasul’ün ümmetiydik. Allah onu bu tevazuu için övmüştü. Kul olmanın en büyük alameti idi zıtlıklar içinde yuvarlanmak, belirsizlikte kalmak, Rabbinden başka dayanak aramamak. Hayat zıtlıklarla kemal buluyordu, belirsizlik anları insanın cüz-i iradesini sıfırlıyor, tam bir acz içinde Rabbine olan ihtiyacını hissettiriyordu. Bu durumda ruhumuzun böyle gece ve gündüzlere, karanlık ve aydınlığa, günlerin döndürülmesine, darlık ve bollukla sınanmaya ihtiyacı vardı ki, tüm kabiliyetleri inkişaf etsin, ortaya çıksın. Hiçbir aksaklık ve pürüz olmayan bir hayat dilemek bu kul olma prensibinden gafil olmak demekti. Rabbine şiddetli ihtiyaç duymaksızın, kafası rahat yaşamak istemekti. Oysa insanın bazen kafasının karışmasına, başının ağrımasına, zorlanıp, terlemeye ihtiyacı vardı. İstenilmeyen şeylere verilince sabredip hayırlısı buymuş demek lazımdı. Bu demirin ateşte dövülüp yumuşatılması gibi ise sıkıntıdan sonraki ferahlık halleri dövülmüş demirin su verilip çeliklenmesine benziyordu. Yine de içim sıkılmıştı, bildiklerimi ezberden tekrar etmeye devam ettim.

Hazırlandığım bir çalışma esnasında İncil’den şöyle bir pasaj okudum. Şöyle söylüyordu Hz. İsa’ya dayandırılan pasaj: “Bu nedenle size şunu söylüyorum: ‘Ne yiyip ne içeceğiz?’ diye canınız için, ya da ‘Ne giyeceğiz?’ diye bedeniniz için kaygılanmayın. Can yiyecekten, beden de giyecekten daha önemli, değil mi? Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne biçer, ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Semavî Babanız yine de onları doyurur. Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz? Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir? Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın! Ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler. Ama size şunu söyleyeyim, tüm görkemine rağmen Süleyman bile bunlardan biri gibi giyinmiş değildi. Bugün var olup yarın ocağa atılacak kır otunu böyle giydiren Rabbin sizi de giydireceği çok daha kesin değil mi, ey imanı kıt olanlar? Öyleyse ‘ Ne yiyeceğiz? Ne içeceğiz?’ ya da ‘ Ne giyeceğiz?’diyerek kaygılanmayın. Kavimler hep bu şeylerin peşinden giderler. Oysa Semavî Babanız tüm bunları gereksindiğinizi bilir. Siz önce O’nun egemenliğinin ve O’ndaki doğruluğun ardından gidin, o zaman size tüm bunlar da verilecektir. O halde yarın için kaygılanmayın. Yarının kaygısı yarının olsun. Her günün derdi kendine yeter.”

Bu da açıkça gösteriyordu ki, tevekkülle yaşamak kadim bir nebevi gelenekti. Bu elbette çalışılmaması anlamına gelmiyordu. Kimse kendisi de marangozluk yapan Hz. İsa’nın böyle bir tembelliği kastettiğini iddia edemezdi. Ancak endişe ve kaygı cidden cana ve bedene zarar veriyordu. Nice psikolojik ve fiziksel hastalıklara neden oluyor, stresli bir yaşam ömrü bile kısaltıyordu. Kaygılarıyla ömrünü bir an bile uzatamayan insan bilakis onu kısaltıyordu. Kuş misalini Efendimiz (sav) de veriyor: “Siz de kuşlar kadar tevekküllü olun, onlar sabah evlerinden kursakları boş çıkar ve akşama kursakları dolu dönerler” buyuruyordu. Rızık öyle bir hakikatti ki, “Hiçbir canlı rızkını bitirmeden eceli gelmez” hadisi ile mutlak surette bizim olana kavuşacağımız yazılıydı, öyleyse telaşımız niyeydi? Şimdiye kadar bizi süründürmemiş bir Rabbe bu itimatsızlığımız nedendi? Kuşlar gibi özgür, maddeden bağmsız, onlar gibi yere konabildiği halde sema ehli olabilmek dilemiyor muyduk? O halde onlar gibi davranmalıydık? Kim istemezdi kır zambakları gibi güzel olmak? Bedenin ve ruhun güzelliği tevekküldeydi.

Açıkçası üzülmüştüm. Bana gizliden gizliye anormal olduğum söylenmişti. Benimkisi gamsızlıktı, ütopik bir düşünceydi. Artık benim için endişelenmiyorlardı. Benim kaygısızlığıma da kızıyorlardı. Onlara göre ben başka bir gezegende yaşıyordum. Benden vaz geçmişlerdi. Ben tevekkülle yaşıyordum. Başka zaman olsa övgü sözleri zannedilebilecek bu sözler, yergi için kullanılıyordu. Oysa insan sadece “tevekkeltu alallah” cümlesi ile değil, aynı zamanda başka kutsal kelimelerle de yaşardı. Allah’ın vahyi insanı besler, önüne semavî bir sofra indirirdi. Maide suresinde sofra isteyen havarilere Allah “Ben onu size her zaman indiriyorum” diye cevap vermiyor muydu? Her gün üzerimize inen manevi rızıklar vardı. Her namaza durduğumuzda doyuruluyorduk, her Kur’an okuduğumuzda ambarlarımızı dolduruyorduk. Her zikrettiğimizde devlet tahvili alıyorduk. Her tefekkür ettiğimizde altın külçeleri yığıyorduk. Her hakikatli kitabı okuduğumuzda mücevherler takıyorduk.

Hz. İsa bir gün Cebrail’den haber alır, sınanacaktır. Çöle götürülür. Kırk gün oruç tutar. Sonunda acıkır. Şeytan ona gelir ve der ki: “Dile, Allah şu taşları ekmek yapsın.” Hz . İsa şöyle buyurur: “İnsan sadece ekmekle değil, Tanrı’nın ağzından çıkan her sözle yaşar, kadim yasada böyle yazılmıştır.” Kadim yasa Tevrat’tır şüphesiz. Hz. İsa şeytana Tevrat ayetleri ile cevap vermiştir. Tevrat ayetleri onu doyurmuş, açlığa sabretmesini, ayakta kalmasını sağlamıştır. “Sünnetullahta bir değişme bulamazsın.”

Öyleyse insanın Kur’an’la doyması mutlaktır. Kur’an bizi yedirir, içirir. Arkamıza yastık koyup bizi dinlendirir. İhtiyacımızı temin eder, bizi sever, Rabbimize ulaştırır. Ruh-ül Kudüs bizim de destekçimizdir. Kur’an’ı her elimize aldığımızda yanımızdadır. Öğretmenimizdir. Allah her ihtiyacımıza kafidir. Allah kuluna yeter.

Bunları düşünerek yattığım gece bir rüya gördüm. Rüyamda bir yolda kızımla beraber yürüyordum. Bir bahçenin yanından geçiyorduk, acıkmıştık. Bir ağaç vardı, dışarıya sarkıyordu dalları. Dallar alabildiğince kiraz ve üzüm doluydu. Hayret ettim aynı dalda hem kiraz hem üzüm olur muydu? Biraz kopardım, avuçlarımdan taşacak kadar çok oldular. Kızıma da verdim. Tam yiyecektik, “İzin almadık” dedim. Bahçeye baktım, bir kadın bahçe işleri ile uğraşmakta, sordum “Afiyet olsun” dedi. “İsterseniz çaya buyurun, bahçede kahvaltı edelim” diye ekledi. “Teşekkür ederim, beklerler” dedim. Yürüdüm.

Uyandığımda o ağacın “Tevekkeltu alallah” ağacı olduğundan emindim. Keşke meyvelerden endişeli yakınıma da vermeyi becerebilseydim...

  03.09.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut