Medyen’den çıkan istiğfar ve tevbe dersi

Mona İslam

“Vestağfirû rabbekum, sümme tûbû ileyhi, inne rabbî rahîmun vedûd.”(Hud 90)
“Öyleyse Rabbinize istiğfar edin, sonra tevbe ile O’na dönün; zira benim Rabbim çok Rahîm ve çok Vedud’dur.”


BU AYET-İ KERİME Medyen halkına duyurulmak üzere, Şuayb (as)’a verilmiştir. Bilindiği gibi, Medyen halkı ticarette çok mahir, aynı zamanda çok da üçkağıtçı bir halktır. Zengin olmanın ancak hile ve hurdadan geçtiğini düşünmekte, bu yüzden Şuayb (as)’a bile kuşku ile bakmaktadırlar. Çünkü Hz. Şuayb da harama el uzatmadığı halde en az onlar kadar zengindir, iyi bir aşiretten gelmektedir. Onların dünya görüşüne göre ise bu kadar zengin olmak için sadece alınteri yetmez. Günümüzde de böyle düşünenler çoktur. Gerçek ise helal kazançla da zengin olunabildiğidir. Bu bir nasip meselesidir.

Yapıp ettikleri yanlıştır. İnsanları meşru haklarından mahrum etmekte, ölçü ve mizanda adil davranmamakta, malları üzerinde müsrifçe keyfi tasarrufta bulunmaktadırlar. Amaçları sadece kazanmak ve harcamaktır. Bunun yolunun meşru ya da gayrimeşru olmasına aldırmamakta, kesretle insanlara değer biçmektedirler. Bundan daha büyük yanlış ise davranışlarını meşru saymak, bu hayatta yapılabilecek tek şey olduğunu varsaymak, “Dünyanın kanunu bu, bu çarkın dışına ancak zayıflar ve enayiler düşer” demektir. Kanaatleri bu minvaldedir. Pişman değillerdir; yanlışta olduklarını, yahut başka bir yaşama biçiminin de pekala mümkün olabileceğini akıllarından bile geçirmezler.

Allah onları önce istiğfara davet eder. İstiğfar ilk adımdır. Allah’ın “nefs-i levvameye andolsun” dediği gibi, kendisini kınayan, yanlışta olduğunu fark eden, eksiğini kusurunu gören, “daha iyisi olabilir, yapmalıyım” diyen insan Allah katında değerlidir. İstiğfar, anladığım kadarıyla günahlardan çok eksiklere bakar. İnsan bireysel hayatında insan-ı kamil noktasından ne kadar uzak düşerse, potansiyeline konulmuş yetenekleri kuvveden fiile ne kadar az çıkarırsa, üzerinde tecelli eden esmayı ne derece az gösterirse, bunlar için istiğfar eder. “Eksiğim, kusurluyum, rahmetine mukabelede acizim, bu kadarını becerebildim” der. Yapamadıklarının suçunu yüklenir. Eksikleri nefsinden bilir. Toplumsal hayatta ise insan cemaatlerinin hep birlikte ortaya koyabilecekleri, Rablerinin onların içlerine dercettiği kültürün, medeniyetin olması gereken görkeminden, cemal ve kemalinden ne kadar uzak kalınırsa, o ölçüde istiğfar gerekir. Bu bağlamda Resulullah’ın da her gün yetmiş kere istiğfar etmesi de anlaşılır hale gelir. Zira o günah işlememiştir. Yapılan istiğfar eksiklere, rahmete hakkıyla mukabele edememelere bakar. Bu durumda insan İnsanlığın Efendisi bile olsa Rabbin önünde eksiktir, boynu büküktür.

Sonra tevbe ile ona dönün/ona yönelin buyurulur. Çünkü sadece eksiğini ifade yetmez, onu tekmil için yeniden çabayı kuşanmak da gerekir. Tevbenin aynı zamanda dönüş anlamı da içermesi bize gösterir ki, yanlış yolda giden tevbe eder, döner, makas değiştirir. Dolayısıyla tevbe günahtan dönmedir. Eksiklerden ziyade günaha, şerre yöneliktir. Aynı zamanda bir aktivite bildirir. Yönelim manası içerir. Rabbine sırtını dönmüş insanın, yeniden yüzünü ona dönmesi gibidir. Hasarı farkediş değil, hasarı tamir çabasıdır. Tevbede kul nefsinden Rahman’a, arzdan semaya, mülkten melekuta yönelir. Beşer olmaktan çıkmak, insan olmak, insan-ı kamile ulaşmak için, bize hem istiğfar hem tevbe lazımdır.

Bu şekilde bakıldığında etrafımızda istiğfar eden ama tevbe edemeyen insanlara rastlarız. Hatta biz de ekseriyetle böyle yaşarız. Hatasını, kulluğundaki eksikliğini, gafletini bilip dururken, bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmayan. Pişman olan ama düzelme iradesi gösteremeyen, bir türlü yapılması gerekeni yapamayan insan tipi, tevbesiz müstağfir tipidir. Bu tıpkı bir karabasan gibidir. Susamışızdır, suya şiddetli ihtiyacımızı biliriz, suyun masanın üzerinde durduğunu biliriz, ama bir türlü yataktan kalkıp suyu içemeyiz. Üzerimize bir tembellik şeytanı oturur, bize ağırlık verir ve harekete geçemeyiz.

Bazısı da bir günahı işlemektedir, epeyce yaptığı ve artık sıkıldığı birşeydir bu günah. Bırakır da başka bir yol seçer. Ancak bunu artık nefsi ondan haz almadığı için yapar. Bu da bir dönüştür, günahtan vazgeçmedir ama makbul değildir. Çünkü bu istiğfarsız bir tevbedir. Adam yaptığını yanlış görmemiş, pişman olmamış, sadece hevesi geçmiş ve yolunu değiştirmiştir. Bu durumda adam tevbekardır, ama müstağfir değildir. Bu da Allah katında kabul görmez.

Yapılması gereken, Allah’ın hoşuna giden istiğfar ve tevbeyi beraber kuşanmaktır. O zaman zülcenaheyn olunur, o zaman arzdan semaya uçulur. O takdirde İsa (as)’ın bir çamurdan bir kuş yapmasına ve ona üfleyip uçurmasına benzer amellerimiz. Beşeriyet çamurundan hallerimiz, istiğfarın şekillendirmesi ve tevbenin ruh üflemesiyle canlanır, kanatlanır, gökyüzüne yol alır. Biz gökyüzüne kanat çırptığımızda, Rabbimizi karşımızda Rahîm ve Vedûd olarak bulacağız. Çünkü O özür dilememizi, muhabbeti ile baktığı yüzümüzü ona dönmemizi, düştüğümüz yerden kalkmamızı, ona doğru bir adım atmamızı büyük bir özlemle şevkle beklemektedir. “Kul tevbe ettiğinde Allah’ın sevinci çölde devesini kaybedip bulan adamın sevinci gibidir.” Çölde devesini kaybeden adam yaşama şansını kaybetmiştir, umudunu kaybetmiştir. Devesini bir ölüm kalım meselesi gibi arar. Bulunca dünyalar onun olur, hayatı kurtulur. Rabb bizi böyle sever, böyle özler, böyle arar. Adeta sürekli gözlerimizin içine bakar ve “Haydi gelsene, ne duruyorsun” der. Ölünceye kadar da demeye devam edecek, bizi çağıracaktır.

“Sizi hayat veren bir çağrıyla çağırdıklarında Allah ve Rasulüne icabet edin.”

Ne mutlu icabet edenlere, ne mutlu istiğfar edenlere, ne mutlu tevbe edenlere. Onlar için Rabb Rahîm’dir, Veduddur.

  23.08.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut