En büyük mucizenin
kapağını aralamak

Murat Kuru*

PEYGAMBERLERİN HAYATLARINI okurken gösterdikleri mucizeler, hayalimi harekete geçirir. İnsanı heyecanlandıran o mucizeleri zihnimde resmetmeye, canlandırmaya çalışırım. Musa aleyhisselamın elinin pırıl pırıl pırıldaması, asasının yılana ve sihirbazların sihirleri karşısında ejderhaya dönüşmesi, Kızıl Deniz'in ortadan ikiye yarılması, asasını vurduğunda taştan oniki çeşmenin fışkırması sahneleri heyecana ve hayrete düşürür insanı. Davud aleyhisselamın demiri elinde hamur gibi eritmesini, dağlarla ve kuşlarla birlikte zikretmesini; Süleyman aleyhisselamın rüzgara hükmetmesini ve üzerinde seyahat etmesini düşünürüm. İsa aleyhisselamın nefesini üflediği çamurdan yapılmış kuş heykellerinin canlanması, körleri iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi, gökten semavi bir sofranın inmesi mucizelerini hayal ederim.

Mucizeler arasındaki bu hayali yolculuğum “Ondokuzuncu Mektub”un satırları arasında hayretimi ve heyecanımı daha da arttırır. Efendimiz sallallahü aleyhi veselleme verilen mucizeler diğer peygamberlere ihsan edilen mucizelerin toplamı gibidir. “Bu parça altın ve elmas ile yazılsa liyakati var” denilen enfes sayfada sadece bir elinin mazhar olduğu o mucizelerin hayali ise mest olurum. Avucunda taşlarıın zikretmesi, aynı avucunda küçücük taş ve toprağın düşmana top ve gülle hükmünde onları bozguna sevketmesi, aynı elin parmaklarından çeşme gibi suyun akması, aynı elin yaralılara ve hastalara şifa olması, aynı elin kameri, yani ayı iki parça etmesi gibi her bir mucizenin yaşandığı anlarda zihnen ve hayalen orada olmaya çalışmak müthiş gelir bana. Ağaçların emrine itaat etmek için köklerini söküp ona yürümesi ve nübüvvetini tasdik etmesi, mezardaki ölülerin onun sesine icabet etmesi, ağzının değdiği yemeklerin birer bereket fabrikasına dönüşmesi, emri ile kurtların dile gelmesi gibi daha onlarca mucize arasında dolaşırken, tarifsiz bir sürur yaşar insan. Ve aynı zamanda, o anın karelerinde bulunamamış olmanın hüznü çöker insana. Bazen keşkeler dökülür lisanımdan ve keşke ben de o kutlu ve saadetli zamanlarda yaşamış, o mucizeleri görmüş, bereketinden ve feyzinden nasipder olmuş olsaydım derim.

Bu duygu ve düşüncelerle mucizeler arasında dolaşırken önemli bir noktayı farkettim. Ben de ve biz de bir mucizeyle her zaman beraberdik. Hem de en büyüğüyle. Zira yukarıda sadece üç-beş örneğini verdiğimiz mucizelerin hepsinin insanda uyandırdığı ayrı bir duygu, hayranlık ve heyecan olsa da, bunların hiçbiri en büyük mucize değildi. Efendimizin en büyük mucizesi Mu’cizü’l-Beyan olan Kur'an'dı ve bizler bu en büyük mucize ile beraber yaşıyorduk. Bu farketmeyle bir kez daha anladım ki, bizler ülfet ve ünsiyetin çocukları olarak kainatta her an yaşanan sayısız mucizevari hale hissiz ve heyecansız kaldığımız gibi, şehadet alemindeki bu en büyük mucizeye de alışıyor ve hayranlığımızı, heyecanımızı yitirebiliyorduk.

Efendimizin en büyük mucizesi karşısında diğer mucizelerde hissettiğim heyecan ve hayranlığı hissetmediğimi fark ettiğimde şaşkınlığa düştüm. Bu mucizenin büyüklüğünü kendi idrakimin kapasitesi kadar dahi olsa farkında olmadığını gördüm. Bu bilmeyiş ve fark edemeyiş ki, Kur'an'dan nasibimi azaltıyor, ona ciddiyetle muhatap olmamın önünde büyük bir mani oluyordu. Anlıyorum ki, öncelikle Kur'an'ın mucize olduğuna imanımın ve yakinimin derecesinde ondan istifade edebilirim. Bu düşünce Kur'an'ın i'cazına yani mucizeliğine dair eserlere yolumu düşürüyor. Ayrıca, Üstadımın dediği gibi Arş-ı Azam'dan, İsm-i Azamdan ve her bir ismin mertebe-i azamından gelen Mu’cizü’l-Beyan olan Kur'an'dan istifademiz; Rabbimizin isimlerini, ism-i azamlarını ve her bir ismin mertebe-i azamlarının tecellisini görmemizdeki marifetimizle orantılı oluyordu. Mesela Rabbim beni idare, tedbir ve terbiye ettiği gibi, nev'im olan bütün insanları da idare, tedbir ve terbiye ediyor. Bütün hayvanları, bütün canlıları, gezegenleri, yıldızları, galaksileri de... Rab isminin alemlerdeki tecellisini idrakim ve marifetim nisbetinde Rabbimin kelamından istifadem ve nasibim artıyor, O’nun kelamına karşı daha bir ciddiyetle muhatap oluyorum.

Sonra Kur'an ülkesine çok kısa bir zihin yolcuğu yapıyorum. Bu kitap “Eğer dağlar yürütülecek olsaydı, bu Kur'an'la yürütülürdü. Yeryüzü paramparça olsa ve ölüler konuşturulabilseydi, o da yine bu Kur'an'la olurdu” (Ra’d, 31) denilen bir kitaptı. Şu imtihan dünyasında şimdilik dağlar yürütülmüyor, yeryüzü parçalanmıyor ve ölüler konuşturulmuyordu. Zira o bunun için indirilmemişti. O bize varlığı şerh ediyordu. En büyük mucize olan Kur'an sayesinde ki, bizler üzerinde yaşadığımız ve her daim muhatap olduğumuz kainatın dilini çözüyor ve manalarını anlayabiliyorduk. Öncesinde bir kitap olduğunun bile farkında olmadığımız kainatın manalarını bize tercüme ve tefsir ediyor, gözümüz önünde yaşanan mucizelere dikkatimizi çekiyordu. En büyük mucize bir anahtar olup kainat denen mucizeler diyarının kapılarını açıyor. Yağan yağmurda, yaprak, çiçek ve meyveye duran ağaçta, bir ceninden bir bebeğe olan yolculuğunda, denizlerde akıp giden gemilerde, yerde biten yeşilliklerde, çatlayan tohum ve tanelerde yaşanan mucizeler gibi sayısız mucizeyi tefekküre çağırıyordu.

Sözün kısası, peygamberlerin gösterdikleri mucizeler arasında dolaşırken kendimi en büyük mucizenin yanında bulmuştum. Üstelik o mucizeler geçmişti kalmış, belli bir zaman ve mekanla mukayyet iken, muhatap kılındığım Kur'an mucizesi kıyamete kadar bakiydi ve her mekanda yanımızdaydı. Hakka gözünü kapayıp hakikate kulağını tıkayanlara değil, gözünü ve basiretini onun nuruna ve hidayetine açanlara, yani muttakilere sonsuz bir şifa, rahmet ve bereket kaynağı olarak geçmişte bir zaman veya uzakta bir mekanda değil, burada, en yakınımızdaydı. Şimdi ve daima...

  16.08.2008

© 2021 karakalem.net, Murat Kuru



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut