Müslümanlık öldü, başımız sağ olsun...

Öznur Çolakoğlu Cam

UZAK YA da yakın fark etmeksizin her görüntünün karşımda uzadığı ve sanki yalımların ardından etrafı seyrediyormuşum gibi herşeyi dalga dalga gördüğüm, hayli sıcak, insanların sokaklara dahi çıkmaktan imtina ettiği bir yaz günü... Bir seminer çıkışı şehrin merkezine doğru her zaman yaptığım gibi ara sokaklardan yürüyorum.

Henüz altı-yedi yaşlarında bir kız ve bir erkek çocuk sokaktan geçiyor. Kız birazcık yorulmuş ve arkadaşına bisikletini vermiş olmaktan bıkkın,

“Hadi çal zili de kendi bisikletini al” diyerek evin kapısına yöneliyor.

Çocuk hemen müdahale ediyor.

“Sakıınnnn, sakınnn zile basma, kardeşim uyanırsa annem çok kızar.”

Kız zilden elini çekip kapının önüne oturuyor ve:

“Hadi o zaman, anne diye bağır” diyor.

Çocukcağız hayli ürkek ve cılız bir sesle:

“Anne” diyor.

Kız uyarıyor çocuğu:

“Annen duymadı, biraz daha bağır!”

Çocukcağız bu sefer sesinin volumünü biraz daha yükselterek bağırıyor annesine ve iki katlı henüz boyası olmamış sıvalı bir evin alt katındaki pencereden bir anne yerine ağzından ateşler püskürten bir ejderha çıkıyor sanki..

Ardı ardası kesilmeyen beddualar ile karşılıyor çocuğu.:

“Allah belanı versin senin!!! Kö….ek. Ben sana gürültü yapma demedim mi? Öldüreceğim seni, geberticem.. Defol!! Defol!! Akşama gelme bu eve.. S..tir git! Nereye gidersen git!! Akşama seni bu evde istemiyorum duydun mu?!! DEFOLLL!!!”

Çocuk aniden kaçmaya ve koşmaya başlıyor. Anne bağırmaya devam ediyor. “Nereye gidiyorsun?! Gel burayaaa.. Gel dedim sana!! Allah’ın cezası. Babana telefon ediyorum bak.. Sen görürsün, baban gelsin, bak görürsün.. Allah belanı versin! Allah belanı versin!”

Kadının çığlıkları mübalağasız boşlukta ve sokakta tam üç kez yankılanıyor ve benim kulaklarım dahil, kadına da geri dönüyor. Yoldaki esnaflar, tornacılar hep birden o tarafa doğru manidar baksalar da, kadıncağız öfkeyle camı kapatıyor.

Şahit olduğum bu ürperten manzara birçok soruyu üşüştürüyor zihnime. Müslüman bir ülkenin Müslüman annesi acaba gerçekten Peygamber Efendimiz a.s.m.’in ahlakını tam manası ile idrak edebilmiş olsaydı, onun çocuklara karşı duyduğu sevgi, ilgi, şefkat ve merhameti bilseydi yine böyle mi davranırdı? Yine böyle çığlıklar atarak mı beddua ederdi kendi yavrusuna?

Bu düşünceler eşliğinde şehrin merkezine varıyorum.

Bursa Ulu Camii’nin bahçesinde benzer bir manzaraya daha şahit oluyorum ister istemez. Bu sefer minicik bir kız çocuğu kocaman gözlerini ürkekçe açarak, başını yukarı kaldırıp annesine bakıyor. “Anne” diyor korkak ve titreyen bir sesle ayakkabılarını işaret ederek. Zavallıcık su birikintisini görmemiş anlaşılan. Annesi yüksek ve sert bir ses tonuyla azarlıyor çocuğunu: “Dikkatsiz!! Ben sana demedim mi?” Çocuk üzgün ve azarlanmış eğiyor başını öne. Aynı soru tekrar çınlıyor kulaklarımda... “Müslüman bir ülkenin Müslüman anneleri Peygamber Efendimiz a.s.m’in çocuklara karşı tutumunu idrak etselerdi böyle mi olurdu?”

Yazın kavuran sıcağından bir medet serinlik bulmak ümidiyle kendimi kadınlara tahsis edilmiş olan bir abdesthaneye atıyorum. Tam birazcık su ve abdest serinliği ile sükut bulurken, girişte ücret tahsis eden bayanın öfkeli sesini işitiyorum bu sefer. Yaşlı bir teyzenin ardından bağırıyor.

“Teyze!! Teyze!! Hop sana diyorum.. Duymuyor musun gerçekten? Kaç kişi geliyor buraya senin gibi. Teyzeee, sana diyorum. Ücret vermeden geçemezsin.”

Teyze gerçekten duymuyor mu? Hasta mı? Çok mu yaşlı? Bilmiyorum. Orada abdest almakta olan başka yaşlı bir teyze bonesini eteğine koymuş, kırışık elleriyle saçlarını meshederken abdest almayı bırakıp cüzdanına yöneliyor ve kucağındaki eşyalarının yere düşmesinden imtina ederek, iki kat olmuş bir halde cüzdandan 50 yeni kuruş çıkarıp:

“Al teyze, uzat bunu kapıdakine” diyor.

İçeri hiç ücret ödemeden giriveren teyze olanlardan habersiz bir paraya bakıyor, bir etrafa. Ne paraya uzanıyor, ne de bir kelam ediyor. Sonradan yanlarına yaklaştığımdan, parayı görevliye uzatma görevi bana düşüyor.

Ben parayı görevliye götürürken içeride hararetli bir tartışma başlıyor. Parayı veren teyze söyleniyor durmadan:

“Yazık ya, bu kadar olur mu? Müslümanlık öldü mü sanki? Görmüyor mu teyze yaşlı, hasta, belki sağır. Ne olmuş yani 50 kuruş vermeden geçiverse...”

Diğer lavobanın başında abdest almakta olan daha gençten başka bir kadın yanıt veriyor:

“Teyzecim, sen kendini herkes gibi zannetme. Ben buradaki esnaflardanım, nelerle karşılaşıyoruz bir bilsen. Bu zamanda ne örtülüye güven kaldı, ne yaşlısına, ne ihtiyarına.”

“Olur mu yavrum. Geçende dışarıda baygınlık geçirir gibi oldum. Bir ayran alsınlar diye para çıkarttım. Hemen birkaç genç koşup ayran getirdiler, parayı da almadılar. Ne olacak yani 50 kuruştan. Allah razı olsun onlardan. Müslümanlık öldü mü yavrum? Belki sağır kadın, duymadı.”

Beriki inatla karşı çıkmaya devam ediyor:

“O zaman yazıyı okumadı mı teyze? Sen öyle diyorsun ama, ben neler yaşıyorum bilsen!! Boşver teyze, senin dediğin gibi değil işler. Müslümanlık öldü bu zamanda. Nerde var Müslüman?!!”

Aralarındaki tartışma uzayıp giderken ben de başka bir çeşmenin başında abdest almaya çalışıyorum. Yanımdaki teyzenin de benimle sohbet etme niyeti var anlaşılan..

“Numaracı bunlar kızım” diyor. Hiç bu zamanda okuma yazma bilmeyen olur mu?

“Olabilir teyze, neden olmasın?” diyorum. “Belki duldur, ihtiyaç sahibidir.”

“Bu zamanda emekli maaşı olmayan mı kaldı?” diyor teyze inatla.

Lafı uzatmaya niyetim yok. Elimdeki son kağıt mendili kullanmış olmaktan muzdarip, yandaki teyzeye kurulanması için yardımcı olamamanın mahcubiyetiyle:

“Fazla mendilim olsa vermek isterdim” diyorum.

“Yok yavrum, sağol” diyor az evvel benimle konuşan teyze.

O zaman bakıyorum ki, teyzenin üstü başı hayli düzgün, kollarında bilezik. Diyorum; bu güzel teyzem herkesi kendi gibi bilenlerden herhalde.

Abdesthaneden yola çıkıp, camiye yöneliyorum. Aklımda yine aynı soru bu sefer şekil değiştirerek çınlamaya devam ediyor. “Müslümanlık öldü mü gerçekten?” İçimdeki sesler ağız birliği etmişçesine “Ölmüş işte!! Baksana şahit olduklarına...” diyor. Sıcağında verdiği bezginlik ve ümitsizlik ile “Müslüman topraklarda Müslümanlık ölmüş galiba, başımız sağ olsun…” diye düşünürken, cami avlusunun kuytu bir gölgesinde önündeki küçük hasır sepetin içinde küçük hazır kekler, şeker, sakız mendil vs. satan yaşlı bir teyzeye ilişiyor gözüm.

Herhangi bir çığırtkanlık yapmaksızın, önünde sepeti, gölgede sessizce duruyor teyze. Çantamdaki mendilin bittiğini hatırlayarak bir paket mendil rica ediyorum satıcı teyzeden. Bu tarz mendil satan her yerde 50 kuruş, hatta 75 kuruşa satılan mendiller bu teyzede sadece 25 kuruş. Mendilleri kalitelerine göre ayırmış ve dürüstçe işini yapıyor. Mendili alıp camiye doğru yönlenirken içimdeki seslerin tümüne birden dönüp:

“Yanılıyorsunuz!!” diyorum. “Halen daha Müslüman olup Müslümanlığı gereğince yaşayan insanlar yok değil! Müslüman anneler yok değil. Peygamber ahlakı ile ahlaklananlar yok değil! Müslümana en çok yakışan ‘ticari ahlâk’ı yaptığı iş ne olursa olsun halen uygulayan bu satıcı teyze var, hayır sever gerçek Müslüman işadamlarımız var.. Abdesthanede yaşlı bir teyzenin giriş ücretini ödeyerek Müslümanlığı yaşatmaya çalışanlar var. Ücreti ödeyen teyze fenalaştığında ona hiç menfaat beklemeksizin en yakındaki marketten bir kutu tuzlu soğuk ayranı hiçbir ücret talep etmeden ikram eden yüreği mert delikanlılar var. Çocuğunun başını okşayan, birlikte namaz kılan, evlatlarını Peygamber ahlakı ile ahlaklandırmaya gayret eden ebeveynler var...”

Müslümanlık ölmedi çok şükür ve bu topraklar üzerinde, böylesine müthiş bir yüreğe sahip bir milletin yüreğinde hiçbir zamanda ölmeyecek Allah’ın izniyle. Kim ne derse desin...

  17.07.2008

© 2021 karakalem.net, Öznur Çolakoğlu Cam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut