Denemeler

İnfaktaki Mutluluk

HAYAL ETTİĞİ Amerika’yı çıplak gözle görme imkânı bulan hemen her insanın en ziyade dikkatini çekecek olgulardan biri, ‘medeniyetin vitrini’ olan bu ülkede yoksulluğun ulaştığı boyut olsa gerektir.

Kısa süre önce, yaklaşık bir yıl boyu bu ülkede yaşarken, bu, bizim de dikkatimizi çekmişti. Yaşadığımız diyar ABD’nin nisbeten düşük gelirli eyaletlerinden biri olsa, bu denli şaşırmazdık belki. Ne var ki, yaşadığımız Connecticut eyaleti, resmî istatistiklerin de belgelediği üzere, dünya zengini Amerika’nın ‘en zengin eyaleti’ ünvanını üzerinde taşıyordu. Yaşadığımız şehir ise, bu en zengin eyaletin başşehri idi. Ne var ki, yine resmî istatistiklerin gösterdiği üzere, bu şehirde kazancı geçimine yetmez durumdaki aile sayısı yüzde 32 idi. Diğer bir deyişle, şehir nüfusunun üçte biri, geçinmek için başkalarının yardımına muhtaç haldeydi.

İstatistiklere bir bütün olarak yansıyan bu manzaranın tek tek insanların dünyasına nasıl yer ettiği ise, bir kısmından gündüz vakti geçmenin bile pek tekin sayılmadığı sokaklarda ‘Amerikan rüyası’nı kâbus sûretinde yaşayan insanların yüzlerine bakarak okunabilirdi. Bu yüzler, yoksul ama asil, yoksul ama dirençli, yoksul ama ümitli bir görünüm arzediyor değildi. Bilakis, bir tükenmişlik, yitip gitmişlik, ümitsizlik hali; bir şefkatten, sevgiden, sığınacak adresten mahrumiyet hali okunuyordu üstlerinde. Hispanik veya zencilerin çoğunluğu teşkil ettiği sokaklardaki fukaralık, otobüs duraklarında gördüğümüz insanların büyük kısmının yüzündeki çaresizlik ve meyusiyet izleri, şehir merkezinin orasında burasında pinekleyen işsizler, Eyalet Sarayının birkaç yüz metre ilerisinde karşımıza çıkan perişan manzaralar, Mercy House’da bir öğün bedava yemek için sıraya giren insanların yüz haritaları, ve diğerleri... bütün bunlar, çıplak gözle görünce insanı adamakıllı sarsan tablolardı.

Amerikan rüyasını kâbusa dönüştüren bu tablolarla ne zaman yüzyüze gelsek, eşim ve ben, bir süreliğine ardımızda bırakıp geldiğimiz memleketimizi hatırlatıp durduk birbirimize. Kişi başına düşen millî geliri 2000 doları ancak geçen memleketimizde, bu rakamın 48.000 dolara ulaştığı şu diyarda gördüğümüz kadar bitmiş yüz, ümitsiz bakış, ölgün yürüyüş görüyor muyduk?

Çağdaş uygarlığın görücüye çıktığı Amerika vitrininde yer alan bu manzaralar, o diyarın sakinlerinin ‘Corporate America’ dediği, benim ise topyekün ‘Amerika A.Ş.’ diye isimlendirdiğim dev şirketlerin gösterişli binalarının sunduğu ışıltılı manzaralarla ne derece müthiş bir zıtlık oluşturuyordu! Hâzır medeniyetin, bırakalım dünyanın kalan kısmını, vitrini mesabesindeki bu ülkede dahi müthiş bir adaletsizliği içerdiği bu kontrast manzaralar sayesinde net bir şekilde görülüyordu. Bir tarafta on odalı, onbeş odalı saray yavrusu evler, öte yanda evsizler; bir yanda yedikleri için harcadığı paradan ayrı, ‘formunu korumak’ için binlerce dolar harcayanlar, öte yanda o gün karnını doyuracağı garantisi olmayanlar; bir yanda lüks lokantalarda yarısını yemeden bıraktığı yemeğe yüzlerce doları gözünü kırpmadan ödeyenler, öte yanda çöplükten yiyecek arayanlar... Böylesi manzaralar, ister istemez, bir mukayeseye yöneltiyordu insanı.

Gerçi, bu diyar, “Komşunu seveceksin” gibi İncil kaynaklı hoş bir mesajın tatlı bir mırıltı gibi sürekli tekrarlandığı bir diyardı; ama komşuluğun ölmüş olduğu bir diyardı aynı zamanda. Bu bencil, çıkarcı, bireyci, en güzel mesajları bile gerçek olmaktan çıkarıp hayale ve masala dönüştüren bir kültür ve medeniyet ikliminde, ister istemez, doğup büyüdüğü iklimi ve tepeden gelen her türlü dayatmaya rağmen bu iklimi alttan alta şekillendiren ölçüleri hatırlıyordu insan. Evin en mutena köşesinin, dolaptaki en alâ yemeğin misafire ayrıldığı iklimi. Asırlardan bugüne taşınan imarethaneler, kervansaraylar, sadaka taşları, diş kiraları gölgesinde, ikramın, yardımın, yardıma koşmanın bir büyük erdem sayıldığı iklimi… İster istemez hatırlıyordunuz, mü’minlere insana ‘kendisine rızık olarak verilenler’den başkasını da nasiplendirmeyi emreden, infakı emreden âyetleri; fakirin, düşkünün, yolda kalmışın, akrabanın yardımına koşmayı bizim insafımıza bırakmayıp kayıt altına alan ve bu kayıt dahilinde farz kılan zekât emrini, sadaka-i fıtr yükümlülüğünü. İster istemez hatırlıyordunuz; Asr-ı Saadet’ten bugüne taşınan yüzlerce, binlerce ‘düşenin dostu olma’ öyküsünü…

Ve, ‘orası’ ile ‘burası’ arasında bütün bu gözlemler ve tahatturlar eşliğinde bir mukayese yaptığınızda, vaktiyle bu minvalde bir mukayese ve muhasebede bulunmuş bir büyük insanı da hatırlıyordunuz.

Bundan yüz sene öncesidir. Bu büyük insan, o dönemde yaşamış her hamiyetli insan gibi, İslâm âleminin içine düştüğü geri kalmışlığa mukabil Batının kalkınmışlığı karşısında, bir çözüm arayışı içindedir. Ancak, bu arayışı içinde geldiği nokta, en sonunda ‘medeniyetten istifa’ olur. Zira, “Saadet odur ki, külle, ya eksere ola” diye düşünmekte; hâzır medeniyetin ise, bırakın herkesi veya çoğu insanı, ancak ‘ekall-i kalîl’e, azın da azına surî, zahirî, maddî bir saadet verirken, insanlığın geri kalan kısmını meşakkate, yoksulluğa, şekavete attığını görmektedir. Oysa, “Nev’-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.” Dolayısıyla, dünyanın bir kısmında az sayıda insanın saray yavrusu evlerde yaşaması pahasına dünyanın her yerinde sömürüye, fakirliğe, darlığa yol açan; üç-beş yüz insanı dünya nüfusunun yarısından fazla servete sahip eden bir medeniyeti olduğu gibi kabullenmek, Kur’ânî ölçüler dahilinde, mümkün değildir.

Nitekim, dünyanın süper gücü ABD’nin en zengin eyaletinde görülenler, gerçekten, insana ‘medeniyetten istifa’yı düşündüren manzaralardır. Bu manzaraların ortaya koyduğu en açık gerçek lerden biri, bir bütün olarak bir beldenin zenginliğinin tek tek bireylerin zenginliğini tazammun veya garanti etmediğidir. Bir diyar, dünyanın en zengin diyarı olabilir; dünyanın en büyük şirketleri orada olabilir, orada onbinlerce saray yavrusu ev ormanı andırır derecede geniş bahçeleriyle birbiri ardısıra dizilmiş olabilir; ama bu, o diyarın her bir insanının rahatını, refahını, mutluluğunu garanti etmez. Dahası, o diyarın her bir insanının o gün karnının tok olacağını dahi garanti etmez. Bilakis, her hal ve şartta almanın, kazanmanın, çıkar sağlamanın asıl; vermenin, paylaşmanın ise istisna olduğu bir ruh ve davranış ikliminde, zenginlik ve yoksulluğun her ikisi aynı anda had safhada tecelli edebilir. Yani, bireyciliğin asıl, diğergâmlığın istisna; almanın asıl, vermenin istisna; kendi çıkarını düşünmenin asıl, paylaşmanın istisna olduğu bir diyarda, genel anlamda servet ve refah özelde tek tek bireylerin refahının veya en azından rahatının ve geçiminin teminatı değildir. Wealth and Poverty (Zenginlik ve Yoksulluk) yazarı iktisatçı George Gilder fakirlik problemini çözmenin ancak ‘iman ekonomisi’ne bağlı olduğunu düşünüyorsa, işte bundandır.

Dünyanın kalan kısmını yoksullaştırdığı gibi kendi içinde dahi ‘yoksulluk’ sorununu çözememiş hâzır medeniyetten böylesi insan manzaraları ile yaşadığımız diyarın manzaraları arasındaki farkı görmemek mümkün değildir. Maamafih, bu diyarda ve sair İslâm beldelerinde dahi, akıl almaz bir özentiyle hâzır medeniyetin düşünce ve duygu iklimine doğru bir kayma sözkonusudur. Bu minvalde bireyciliğin, çıkarcılığın giderek yayıldığı; yardımlaşma, paylaşma ruhunun giderek zayıfladığı pekâlâ söylenebilir. Nitekim, karşılıksız vermenin adı olarak zekâtın hakkı çoklarınca gözardı edildiği gibi, haksız bir karşılık isteyerek vermenin adı olarak faizin zihniyet ve uygulama itibarıyla yaygınlaştığı bir vâkıadır. Fakat, bütün bunlara rağmen, bu diyarda ayakta kalan, devam eden, birileri uymasa da uyanlar sayesinde toplum dokusunu incelikle, özenle ve şefkatle örmeyi sürdüren Kur’ânî ölçüler, İslâmî ve insanî âdetler dolayısıyla, dünya zengini Amerika sahnesinde görülen manzaralara o derece rastlanmadığı da bir gerçektir. Normal şartlar altında, şu ülkede, ondan yirmi küsur kat zengin olan Amerika’da görülen yürek yakıcı sokak manzaralarının yirmi kat fazlasına rastlanması beklenir. Ama hayır. Bu diyarda çok muhtaç insan vardır, ekmek alacak, tüp alacak, ilaç alacak parası olmayan belki milyonlarca insan vardır; ne ki, orada olmayan birşey gizliden gizliye işgörmekte, bir büyük ekonomik krizin üstesinden henüz gelememiş bu diyarın zor durumdaki insanlarını ayakta tutmaktadır.

Oralarda olmayıp buralarda olan şeyin ne olduğunu benim nazarımda belki en çarpıcı şekilde gösteren bir örnek, Elie Kedourie’ye ait, Osmanlı topraklarına İngiliz nüfuzunu anlatan bir kitabın arka kısmında yer alan İngiliz belgelerinden birinde gizlidir. Ondokuzuncu yüzyıl sonlarında, Doğu Anadolu’da, Kars civarında—muhtemelen Osmanlı-Rus savaşlarının getirdiği yıkım ve ölümler yüzünden toprağın işlenememiş olmasından dolayı—Kars ve Ardahan civarında kıtlık başgösterir. Bunu haber alan İngiliz yönetimi, bölgede Osmanlı aleyhtarı bir ayaklanma potansiyeli olup olmadığını araştırmak üzere bir casusu bu beldeye gönderir. Casus, yaptığı araştırmalardan sonra, Londra’ya şu raporu verecektir: “Evet, burada kıtlık var, ama açlık yok.” Onun açıkça gördüğü üzere, kıtlık ortamında insanlar muazzam bir dayanışma sergilemekte; olanın olmayanı gözetmesi sayesinde kıtlık açlığa dönüşmediği için, bir sosyal patlama potansiyeli gelişmemektedir.

Böylesi tabloların dayandığı infak ruhunun kaynağını keşif için ise, herhalde, tarih kervanına binip, kervansaraylarda konaklayıp vakıf sularından içerek ve imaretlerde doyarak Asr-ı Saadete kadar uzanmak gerekmektedir. Çünkü, hâzır medeniyetin görücüye çıktığı Amerika sahnesinde sergilenen utanç verici sefalet tablolarından en perişan zamanında bile İslâm medeniyetini alıkoyan bu ruhun özü, orada gizlidir.

Sonraki çağlar boyu, gerek Kur’ân aracılığıyla, gerek tekrar tekrar anlatılıp yeni kuşaklara taşınan Peygamber sözleri ve sahabi hatıraları ile İslâm medeniyetinin belkemiği, esası, ilkörneği olan Asr-ı Saadet, irili-ufaklı yüzlerce, binlerce infak tablosu içermektedir. İlk Müslümanların sergilediği feragat ve dayanışma, meselâ ‘kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine tercih etmeleri,’ meselâ ‘onda değil, bende olsun’un tam aksine ‘benim yerine onda olsun’ diğergâmlığı o derece nettir ki, Kur’ân onları bu şekilde övecektir. Ki, Muhacirîn-Ensar dayanışması, insanlık için bir ibret ve bir iftihar tablosu hükmündedir. İmanlarından dolayı hayatlarının tehlikeye girdiği Mekke’yi herşeylerini orada bırakarak terkeden Muhacirîn, Medineli sahabilerin şahsında, ‘Ensar’ [yardım edenler] kelimesini en derin anlamıyla hak eden bir yardım görmüşlerdir. Muhacirîne yönelik muazzam yardım, Medineli sahabiler, yani Ensar çok zengin insanlar olduğu için gerçekleşmiş değildir; Kur’ân’ın ifadesiyle, Medineli sahabiler ‘onların nefislerini kendi nefislerine tercih ettikleri’ için gerçekleşmiştir. Ki bu, infak ruhuna sahip olmak için aslolanın mal zenginliği değil, iman ve gönül zenginliği olduğunun bir belgesidir.

Savaş olmaksızın elde edilen Benî Nadîr topraklarının taksimini Resûlullah’a tevdi eden âyetlerin inmesinden sonra yaşanan bir olay, bu iman ve gönül zenginliğinin boyutlarını apaçık gözler önüne sermektedir.

Hz. Peygamber, ilgili Haşr sûresi âyetlerinin nüzulünden sonra, Ensarı toplayıp onlara şu teklifte bulunur: “Muhacir kardeşlerinizin malları yoktur. İsterseniz, Benî Nadîr mallarından Allah’ın bana verdiği malları sizinle Muhacirler arasında bölüştüreyim de, Muhacirler yine evlerinizde oturmakta ve mallarınızdan yararlanmakta devam etsinler. İsterseniz, Benî Nadîr mallarını yalnız Muhacirlere vereyim de, onlar evlerinizden ve mallarınızdan çıksınlar, el çeksinler?”

Medineli sahabilerin liderleri hükmündeki, Hazrec reisi Sa’d b. Ubâde ile Evs reisi Sa’d b. Muaz, bu iki şıkka karşılık bir üçüncü şıkkı teklif edeceklerdir: “Yâ Rasûlallah! Sen Nadîr oğullarının mallarını yalnız Muhacirler arasında bölüştür. Ama onlar, şimdiye kadar olduğu gibi, yine evlerimizde oturmakta devam etsinler.”

Bu teklifi duyar duymaz, sair Medineli sahabilerden yükselen ses de, “Biz buna razıyız ve kabul ediyoruz yâ Rasûlallah” sözü olacaktır.

Ki bu tavır, şu mealdeki âyetin nüzul sebebidir:

“. . . Onlardan önce, Medine’yi yurt ve iman evi edinmiş olan kimseler [Ensar] da, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara [Muhacirlere] verilen şeylerden dolayı da, göğüslerinde hiçbir ihtiyaç meyli bulmazlar! Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile, onları [Muhacirleri], öz canlarından üstün tutarlar! Kim nefsinin mala olan hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte, korktuklarından kurtulan, umduklarına erenler onlardır!” (Haşr: 9)

İnsan, akıllara hayret veren böylesi bir feragatin nasıl mümkün olduğunu anlamaya çalıştığında ise, infaka ve infakın farz kısmını teşkil eden zekata dair yüzlerce âyet karşısına çıkar. Bakara, Âl-i İmran, Nisâ.. derken, içinde ‘infak’a dair bir emir, bir davet olmayan sûre yok gibidir. İnfakın neden bu kadar önemli ve ne şekilde mümkün olduğunu en keskin sûrette bize bildiren âyetler ise, ilgili İsrâ sûresi âyetleri olsa gerektir.

Resûlullah’ın miracının ilk basamağı olan ‘Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya gece yürüyüşü’nü bildirerek başlayan, sonraki tüm âyetlerinde ise hepimize kendi şahsî ubudiyet miracımız için lâzım gelen asılları ve usulleri öğreten bu sûre, yalnız Allah’a ibadet emrinin hemen akabinde ana babaya iyiliği emreden 23. âyetinden başlayarak, bize infak dersi verir. Rabbimizin, bize rızık olarak verdiklerini ihtiyaç halinde kendileriyle paylaşmamızı istediği insanların başında anne-baba vardır. Onları, muhtaç haldeki akraba, fakirler ve yolda kalmışlar izlemektedir. Sûre, 28. âyetiyle, müthiş bir imanî inceliği de mü’minlere ders vererek, halini bize arzedene eğer verecek birşeyimiz yoksa en azından ‘gönül alıcı bir söz’ (kavlen meysûra) infak etmemizi ister.

Bir sonraki âyet, “Ellerini boynuna asıp durma, büsbütün de ellerini açma” buyurarak, infakta denge noktasını bize öğretirken, 30. âyet, infak karşısında nefsin en kritik dayanağını kesip atmaktadır:

“Şüphesiz Rabbin, dilediğine rızkı genişletir, dilediğine de daraltır (ölçülü verir). Muhakkak ki O, kullarından haberdardır, onları çok iyi görür.”

İnfak emri içeren âyetlerin ardından gelen bu 30. âyetin kırıp attığı dayanak, kendisine infak emredildiğinde Kârun’un sarfettiği sözde tecessüm eden anlayıştır. Zenginliğiyle şöhret bulmuş Kârun, Allah’ın Peygamberi Musa (a.s.) malından infak etmesini ondan istediğinde, “Bunlar, bendeki ilim sayesinde bana verildi” diye itiraz ve isyan etmiştir.

Bu sözün ardındaki mantık bellidir: “Velev ki bu zenginliğin bana Allah tarafından verildiğini kabul ediyor olayım, biliyorum ki, bunun bana verilmesinin asıl sebebi bendeki ilimdir. Ben nasıl para kazanılacağını biliyordum, bu bilgiyi pratiğe aktardım.; Allah da, —hâşâ—eli mahkûm, mecburdu vermeye; beni zengin etmek zorundaydı.”

Yine, bu mantığın içerdiği şu anlayış da açıktır: “Ben zenginlik edinmenin şartlarını gerçekleştirdim, zengin de oldum. Eh, birileri fakir ise, muhtaç halde sürünüyorsa, bu benim sorunum değil, onların sorunu. Onlar da kafayı çalıştırıp çalışsalardı, zengin olurlardı. Demek ki, zenginliğin yolunu ya öğrenmediler yahut öğrenseler de uygulamayı beceremediler. Ben ne diye onların yükünü yükleneyim, suç onların!”

Kendisine Allah tarafından zenginlik verilip bu zenginliği kendilerine mal edenlerin bu tavrının Kârun’a mahsus olmadığını, Yâsîn sûresinin 47. âyetinden anlarız. Bu âyetin bildirdiğine göre, onlara “Allah’ın size verdiği rızıktan infak edin” denildiğinde, onlar mü’minlere şöyle derler: “Allah yedirmek isteseydi, yedirirdi. Siz ancak apaçık bir dalâlet içindesiniz.”

Mü’minleri ‘apaçık bir dalâlet’ üzere gösteren bu apaçık cerbezenin içinde de, Kârun mantığının bir tezahürü görülür. “Allah’ın size verdiği rızıktan infak edin” emrinin belgelediği üzere, ellerindeki nimet Allah’ındır ve Allah’tandır. Ancak, onlar bunu sahiplenmekte; bu nimeti hak ettiklerini, dolayısıyla onun kullanımı konusunda Allah’ın onlara emir vermeye hakkı olmadığını düşünmektedirler. Ellerindeki onlarındır; diledikleri gibi kullanırlar, diledikleri gibi harcarlar. Nasıl kullanacaklarına—hâşâ—Allah bile karışamaz. İhtiyaç halinde insanlar varsa, hâşâ, bu o kişilerin ve Allah’ın sorunudur; onların değil. Onlar, hiç kimseye yedirmek zorunda değildirler. Kaldı ki, hak etmiş olsalardı, ihtiyaç halindeki o insanlara da nimet verilirdi. Hak etmediler ki verilmedi.

İşte, ruhu, kalbi, vicdanı, şefkati, rikkati onu infaka sevketse de insanı infaktan alıkoyan bu cerbezeli mantığa, infak âyetlerinin ardından gelen İsrâ âyeti öldürücü bir darbe vurmaktadır. Rızkı veren Allah’tır; ve Allah ‘dilediğine rızkı genişletir, dilediğine daraltır.’ Dilediğine rızkı genişleten Allah, rızkını genişlettiği bu insanların, rızkını daralttığı insanlara infakta bulunmasını da dilemektedir. Bu âyetin anne babaya, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa iyiliği açık ve kesin bir şekilde emreden âyetlerin hemen ardından gelmesiyle, açık ve net bir şekilde şu mesaj verilmektedir: “İnfak etmen gerektiğinde, sakın ‘Bu benim malım, başkasının derdinden bana ne?’ demeyesin. Çünkü, sana bu malından infak etmeni emreden Zât, bu malı sana veren Zâttır. Elindeki mülkün asıl Mâliki O’dur. Sen bir tablacı, bir tevziat memuru, bir kepçe hükmündesin. O’nun verdiğini O’nun istediği şekilde, O’nun izni dairesinde kullanma durumundasın. O bu malı kendinle birlikte başkalarını da faydalandırman içir vermiştir. O halde, bu malı başkalarına karşı değil, başkaları için de kullanabilmesin.”

Bu açıdan bakıldığında, infak, bir ‘iman sınanması’ anlamını da taşır. İnfak, mülkü gerçekten Mâlik-i Hakikî’ye tevdi edip etmediğimizin, kendimizi O’nun kulu, bize verilenleri ise O’nun ikramı ve ihsanı bilip bilmediğimizin sınanmasıdır. Kişi, infak ediyorsa, mülkün asıl Sahibini biliyor ve tanıyor demektir. Kişi, infak edemiyor olsa bile ihtiyaç halinde kendisine gelene en azından ‘gönül alıcı bir söz’ söylüyorsa, yine, bu sınanmayı başarıyla geçmektedir.

Açıkçası, infak edebiliyor veya infak edebilme niyeti taşıyor isek, bir büyük sınanmadan geçmişiz; Mâlikü’l-Mülk, Rezzak, Mün’im, Bâsıt, Kâbız gibi isimlerinin müsemmasının O olduğunu tasdik etmişiz demektir. İman ikrarımızda samimi ve sadık olduğumuzu göstermişiz demektir. Ki, infakın farz kısmı olarak zekâtın ‘tezkiye’ yani ‘temizlenme’ ile aynı kökten gelmesi; ‘infak’ın ihtiyarî kısmı olarak ‘sadaka’nın ise ‘sadakat’ kelimesiyle aynı kökten, ‘s-d-k’ kökünden geliyor olması, bu bakımdan son derece manidardır. Zekat vermesini gerektirir bir zenginlik içinde olup zekatı hakkıyla veriyor olmak; kendimizi benlik ve bencillik kokan iddialardan temizlediğimizin, kendimizi ve elimizdekileri O’nun bildiğimizin nişanesidir. Sadaka vermek, Mâlikü’l-Mülk’ün, Rezzâk-ı Kerîm’in O olduğu inancımızda samimi ve sadık olduğumuzun göstergesidir.

Bu sırdandır ki, Bakara sûresinin daha ilk âyetlerinde ‘müttakîler’ tarif edilirken zikredilen üç vasıftan biri, ‘infak’tır: “Onlar ki, gayba iman eder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”

Bu sırdandır ki, Âl-i İmran sûresinde mü’minler ayrı ayrı imanî vasıflarla tarif edilirken, münfikîn, yani ‘infak edenler,’ mustağfirîne bi’l-eshâr, yani ‘seher vakti gözyaşı döküp istiğfar edenler’den daha önde zikredilirler.

Bu sırdandır ki, Mü’minûn sûresinin başındaki ‘mü’minler’ tarifi içinde, farz olan infak, yani zekat için çalışmak, ilk sıralarda yer alır.

Bu sırdandır ki, ‘namazı dosdoğru kılma’nın emredildiği âyetlerin neredeyse tamamında, ‘ve zekatı verin’ diye de emrolunur.

Bu sırdandır ki, Beled sûresinde tarif edilen ‘sarp yokuş’ veya ‘dar geçit’i geçenlerin bir vasıfları ‘köleleri zincirlerinden ayırmak’ ise, diğer vasıfları ‘kıtlık ve açlık gününde yakın yetimlere, fakir miskinlere yedirmek, sonra inanıp da sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmak’tır. “İşte saadet ehli olanlar onlardır.”

İslâm diyarında Asr-ı Saadetten bugüne varlık ve darlık anlarında işte bu Kur’ânî talimin neticesi olarak yaşanagelen infak tablolarını bir tarafa, dünyanın bugünkü adaletsiz halini öbür tarafa koyduğumuzda, bir gerçek net bir şekilde açığa çıkıyor: Aç kalan, açıkta kalan, dara düşen insanların rahata kavuşması, daha fazla zenginleşme ve kalkınma ile mümkün olacak değildir. İnfak zarureti aklımızda, infak duygusu kalbimizde yer etmedikçe, refah ve servet genel anlamda artsa bile esasında belli ellere akacak, birileri yine aç, yine açıkta kalacaktır. Hâzır medeniyet tablosu, infaksız bir zenginliğin, hiçbir yoksulluğun, hiçbir sefaletin devası olamayacağını açıkça göstermektedir.

Çözüm, ‘veren eller’den olabilmek, mü’min olabilmek, münfik olabilmektir. Dolayısıyla, dikkatlerin ‘refah’a veya ‘kalkınma’ya değil, ‘infak’a yönelmesi gerekmektedir.

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut