Güzel bir ayrılış...

AHİR ZAMAN şartlarında hayatlarımızın her dönemecinde hayatının verdiği dersle aydınlandığımız Bediüzzaman Said Nursî, yatıştırmaya çalıştığı bir ayaklanmanın ‘kışkırtıcısı’ olmak iddiası ve idam talebiyle haksız yere yargılandığı 31 Mart Divan-ı Harb’inde ‘iki mekteb-i musibetin şehadetnamesi’ adını verdiği harikulade savunmasının bir yerinde kalblerimize kazınmaya layık bir söz söyler. Hangi niyetle yola çıktığını ve buna karşılık nasıl bir muamele gördüğünü dile getirdikten sonra, “Vicdanım beni tazib etmediği için” der, “musibetlerin tenevvüü musikinin nağmelerin tenevvüü gibi bana ulvî bir hüzün veriyordu.”

Hayatın içinde başımıza gelen üzüntüleri, kederleri, açmazları, özellikle de insanların elleriyle ve dilleriyle bize yaşattıkları haksızlıkları musikide notaların değişmesiyle açıklayan; ‘hayatın müziği’nin böyle oluştuğuna dikkatlerimizi çeken bir benzetmedir bu. Hayatın akışı içinde ara yerde sevinçler de olmak üzere o sıkıntıdan bu kedere salınıp duran insan için aslolan, vicdanının onu tazib edip etmeyişidir. Vicdanda bir sızı yoksa, kendi elinin işlediği, dolayısıyla vicdanını tazip eden bir zulümkârlığın başına gelen musibetlerde bir hissesi bulunmuyorsa, musibetler, evet yine de hüzün verir; ama ulvî bir hüzündür bu. Bir yanıyla hüzün olmakla birlikte, bir yanıyla gönül huzuru ve ruh dinginliği içeren, ulvî bir hüzün...

Daha onbeşinde bir delikanlı olduğum günden başlayarak yolumun ışığı olmuş, hayatımı kendisine adadığım bir eserin daha iyi anlaşılması, daha iyi yorumlanması, onun muhtaç ve müstaid ellere gereğince ulaşması için yapamadıklarım ile yapmak istediklerim arasındaki mesafe büyük, hayal ettiklerim ile başıma gelenler arasında uçurum derin... Hele ki, maksadının aksiyle, gayesinin zıddıyla analize tabi tutulmanın; hele ki, bir büyük yolculuğun küçük nefsanîlikler, küçücük meyl-i tefevvuklarla akamete uğramasının yüreğimde kopardığı yangın öyle kolay söneceğe benzemiyor.

Kendimi mecbur hissettiğim bir duruma binaen ancak küçük bir veçhesini birkaç mahrem yazıda aktardığım bu yürek yangınını yazarken, sanılmasın ki, kendimi günahtan, kirden, pastan uzak gören bir ruh ikliminde yazdım bunu. Nefsime sıklıkla hatırlatmayı itiyad edindiğim bir husus, bildiğim zaaflarımdan çok daha fazla bilmediğim zaaflarımın ve kusurlarımın olduğudur.

Ama yine bildiğim bir husus, çocukluğumun erken zamanından başlayarak, şükür ki, ‘feragat,’ ‘vefa’ ve ‘adanmışlık’tan nasiplenmiş olduğumdur. Büyüklerim, dört kişinin yaşadığı bir evde, daha dört-beş yaşında bir çocukken dahi, kırdığım bir cevizin ancak dörtte birini kendime ayırdığımı bana anlatırlar. Geçenlerde iki ayrı mekâna dağılmış haldeki kütüphanemi tek bir mekânda toplarken dosyalarımı, notlarımı, bu arada vaktiyle tutmuş olduğum defter ve günlükleri de elden geçirirken, daha onsekiz yaşında yazdığım bir nota ilişmişti gözüm. Fakültedeki birkaç istisna hariç tamamı mütedeyyin arkadaş çevremi anlatırken, ‘kimsenin baş olma kavgasına girmediği; herkesin, farklılıklarının kabulü içinde ortak bir gaye için beraber olabildiği’ bir kıvamdan söz ediyordum nedense. Kendime dair düştüğüm bir not ise, hayatımda en ziyade zoruma giden şeyin birine birşeyi emretmek olduğuydu; yapmayı, yapılmasını emretmeye kesinlikle tercih ederdim. Yine bir diğer notta, hayır diyemeyişimden söz ediyordum.

Çeyrek asır sonra dönüp bu notlar arasından bugünlere baktığında, kişiliğinin değişmez kısmının bir gölge gibi nasıl onu izlediğini; yaşadıklarının nasıl buna göre biçimlendiğini görebiliyor insan. Feragat, vefa, adanmışlık, farklılık içinde birlik, bir otoriterliğe dönüşmeden organize olabilme ümidi, hayır diyemediği için sezgilerine rağmen ucu kedere uzanan yolculuklara çıkabilme...

Artısı ve eksisiyle, sevinci ve hüznüyle, bu hayat yolculuğundan geride ne kaldığına bakıyorum da, geride ‘musikinin nağmeleri’ kalmış, iyi mi? Vicdanım beni tazip etmediği için, ulvî hüzünler... “Yazsam roman olur” kabilinden acı tecrübeler; Müslümanın Müslümana ettiği kötülüklerle kahroluş. Ama buna karşılık, Rilke’nin ‘...ve ortasından geçerek acının, olgunlaşmak...’ diye uzayıp giden o güzelim şiirinde dile geldiği üzere, içinde kaç hakikat tohumunu çatlattığını ve ruhunu kaç milim daha incelttiğini görmüşlüğün sevinciyle bütün o acılar için yine Rilke-misali ‘gönül borcu duyduğum acılar’ diyebilmek...

Rabbim Kur’an okyanusundan, Asr-ı Saadet ikliminden, Risale havuzundan ve hayat bahçesinden dile ve kaleme dökülmüş bir dizi incelik nasip etmişse bana, biliyorum ki bunda bütün o yaşanmışlıkların hissesi var. Ucunda bir hakikatin inkişafı olan acıların bereketiyle teselli buluyor ruhum.

Ama bilesiniz dostlarım, bereketsiz acılar ruhumu kanatıyor. Birileri ‘çok şey yaptık’ rehavetine veya gururuna kapılmışken, yapılacak çok şeyin ortada durduğunu görmek; ama elbirliği görmeyi beklerken başka şeyler görmek, başka şeyler işitebilmek... Hayatı boyu, hayır diyemeyen, yapmayı emretmeye her zaman tercih eden, feragatı ve paylaşmayı erdem edinen, yedirmenin yemekten daha büyük lezzetini tatmış biri iseniz; ama bu kişilik özelliklerinizin de farkında olarak, Üstadınızın işaret ettiği üzere ‘daire içinde mürşid’ ararken Üstadınızın ihlasa mugayir diye zemmettiği bir hal olarak ‘mürşid vaziyetini takınanlar’ çıkıyorsa karşınıza, hele ki ‘mürşid’ arayışınıza karşı ‘lider’ler kesiyorsa yolunuzu, ne yaparsınız? Ya uykularınıza tesir eden bir hamiyetle ‘yapılması lüzumuna inandığınız şey’ler için yüreğinizi ortaya koymanıza karşılık bir analiz masasında ölü etiniz lime lime teşrih olunarak, her seferinde iş ‘liderlik tutkunuz’a gelip bağlanıyorsa? Ve feragat, vefa ve hayır diyemeyişin karşılığı olarak, ‘terkedilmeyi terketmeye tercih ettiğiniz halde, terkedip her defasında bir kez daha çağrılma umuduyla kendisini naza çekmelerden yorgun ruhunuz, artık kendisini naza çekmeyen dostlarla yetinmeye karar verdiği için, ‘terketmek’le, ‘yanında kimseyi barındırmamak’la itham olunuyorsa?

Yıllarca kendimden, sonraki yıllar içinde ise başkalarından sakladığım bir gerçeği ifşa etmenin vakti şimdi... İçinde benim de olduğum bir ‘biz’in hayaline tutunan, bu ‘biz’den çok şey bekleyen dostlar; böyle bir ‘biz’ hiçbir zaman olmadı esasında. ‘Biz,’ hiçbir zaman bir ‘ekip’ olamadık. Böyle bir ekip, benim hayalimdi; hayalimin ekildiği toprakların çoraklığını ya görmediğim veya kabullenemediğim için, bu illüzyonu gidebildiği yere kadar yaşatmayı seçmiştim içimde...

Olup biten, bu. Artık yoruldum. ‘Biz’ olamayan ‘ben’lerle deplasman maçına çıkmak istemiyorum.

Bir mi, iki mi, üç mü, kaç kişiyseler onlar, ‘A takımı’ oldukları için benim kendilerini çekemediğimi düşünüyorlar belki. En az bir kişinin böyle düşündüğünü biliyorum; ikinci, üçüncülerin suskunluğu ise temize çıkarmıyor duruşlarını...

Ben ise, “Cemaatte vahid-i sahih olmazsa; cem ve zamm, kesir darbı küçültür” diye başlayan ‘hakikat çekirdeği’ne sığınmış haldeyim. İşte ‘mahrem yazılar’da gördünüz, ‘vahid-i sahih’siz bir ‘A takımı’na bedel, ben ‘ümit millî’lerle yürümeyi seçtim. Kimseyi terketmeden; kimseye git demeden... ‘Kal’ da demedim sadece... Hepsi bu.

Hayat devam ediyor. Artık arkama değil, önüme bakmak istiyorum. Yapılması gereken çok şey var. Yazılması gereken çok şey... Eller çoğalmalı... Eller birleşmeli...

Birleşemeyen eller dahi, güzel bir ayrılışla, hayırda yarışmalı...

  15.07.2008

© 2021 karakalem.net, Editör



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut