SEVİNÇTE BULUŞAMAYANLARIN, acıda buluşmaları; yaşarken ayrı düşenlerin ölümden beraberlik ummaları ruhuma ağır gelir. ‘Acıda buluşmak’ başlıklı yazımda anlatmıştım buna dair hem hissiyatımı, hem fikriyatımı.
Öte yandan, yıllar önce, gençliğimin tam orta yerinde güvendiğim dağlara kar yağar, yaslandığım çınarlar çatır çatır devrilirken Rabbimin öğrettiği bir hikmeti önemserim. “Sınanmamış sevgilere güvenme.” Bu, sınanmış sevgilerin ne kadar güvenilesi, ne kadar da cihanbahâ olduğunun da ifadesidir elbet.
Birbirinden alâkasız gözüken iki paragrafın meramını üçüncü paragrafta buluşturmam gerekirse: Bu satırların yazıldığı gün, (2008 Temmuz’unun ilk Pazartesi günü yani) hayatımda yalnızca bir kez yüzyüze görüştüğüm bir yiğit insanın, bir büyük şairin, koskoca bir yüreğin kabre konulduğu gün... Gittiğimde göreceğim manzaranın acıda değil, sevgide buluşma manzarası olacağına kâil olduğum halde, araya maniler girdi, epeyce yakınına geldiğim halde, cenazesinde hazır bulunamadım. Ama, ihtimal ki onun cenaze namazının kılındığı anlarda, mısralarından birkaçını mırıldanıp, “İşte, mesele bu” dedim. “Hafızalara kazınmış, yüreklere işleyen, hayır ve hakikat namına bir değer taşıyan hoş bir sadâ bırakabilmek...”
Şair değilim. Ama bir kalem erbabı olarak, iyi şiiri hissedebildiğimi düşünüyorum. Özellikle de, bir yaşanmışlığın yankısını taşıyan şiirler beni cezbediyor. Hele ki, içinde hem bir hikmet, hem de insanı kapıp götürüveren bir müzik, bir âhenk, bir rüzgâr taşıyorsa... Bir şiirin yerini tesbit için bunların bir anlamı varsa, merhum Erdem Bayazıt, iyi şairdi. Çok iyi bir şairdi.
Dahası, o tek görüşümde bıraktığı intiba, iyi bir insan olduğuydu. Kimi yerlerde karşımıza çıkan, huysuzluğuna şiir mazereti giydirmeye kalkışanlar cümlesinden bir insan değildi asla. Uzun yıllar önce, İz Yayıncılık’ın bir odasında, iyi şiiri benden daha iyi farkeden bir mesai arkadaşımla birlikte görüşmüştük kendisiyle. Şiirlerinin İz Yayıncılık’ta basımıyla ilgili aşamalara dair. Rahatsız edici bir titizlikten uzak olması, her kelimemizden bir mânâ çıkaracak endişesini bize yaşatmadan bizi rahatlatması; zihnimde,‘yaşamış’ bir adam intibaı bırakması... Aklımda kalan bunlar.
Üç ay kadar önce, onu değil ama, çok yakın bir dostunu görmüştüm Ankara’da. Kalbi küfre kapalı ama yüreği her Müslümana açık alicenap kardeşim Asım Gültekin vesilesiyle, Vadi Kitabevinin önünde bir grup mü’minle birlikte muhterem büyüğümüz Rasim Özdenören’le yaptığımız sohbetin içinde, ondan da hatıralar vardı. Lise yıllarından başlayıp hayat boyu sürebilen bu dostluğa imrenmiştim. Dile kolay, tam 53 yıl süren, ölüm araya girmese öylece sürüp gidecek olan...
Sonra, bir dergide merhum Erdem Bayazıt’la yapılan bir söyleşiyi okumuştum. En çok, Mavera günlerine dair anlattıkları çekmişti dikkatimi. Onların içinde de, en çok, kıt imkânlar içinde, merhum Cahit Zarifoğlu’nun dirayetiyle, bir çuval mercimek, bir çuval bulgur alıp, gelip giden dostları boş çevirmeyişlerini...
Bilmem, böyle dostluklar arayıp da bulamadığım içindi belki Erdem Bayazıt’ın hatıralarından ve Mavera yolcularının hayatından benim gözüme çarpan...
On gündür, başka bir sebep bir yana, iki ayrı mekânda kalmış kitaplarımı ve dosyalarımı evimde biraraya getirmeye çalışmakla meşguldüm. Bu meyanda, miadını doldurduğunu düşündüğüm dosyalar, notlar, kitaplar, dergiler ve fotokopileri ayıklamaya çalışıyordum.
Dün gece, dosyalar arasında bir ayıklama işlemine giriştiğimde, elime bir dosya geldi. Vaktiyle bizden ve başkalarından duyup ettiklerini kendine mal edip kendince biraraya getiren bir yavuz uzmanın tez çalışmasının notları da vardı bunlar arasında. Dünü ile bugünü birbirini tutmayan bu kişinin bu çalışmasını saklamalı mı, ayıklamalı mı diye düşünüp ikincisinden yana bir kanaate gelmiştim ki, rastgele bir sayfa çektim dosyanın içerisinden. Gariptir, hiç ummadığım halde, Erdem Bayazıt’tan bir paragraf çıktı karşıma. Yazar, ‘önde gelen bir İslâmcı şair ve eski parlamenter’ diye tanıttığı Bayazıt’la 7 Eylül 1994 tarihinde yapmış olduğu söyleşiden cümleler aktarıyordu bu paragrafta. “Müslümanların yazması, daha da çok yazması gerekiyor. Ancak yazarak, insanımızın şuur düzeyini yükseltebiliriz. Dahası, yazarak ve okuyarak, Müslümanların ufuklarının genişlemesine yardımcı oluruz” diyen Bayazıt, beklemediğim bir şekilde, sonraki cümlelerde sözü Risale-i Nur’a getiriyordu: “Said Nursî’nin Risale-i Nur’u işte bunu gerçekleştirdi. (...) Cumhuriyetimizin ilk üç onyılına bakarsanız, seküler milliyetçi yaklaşıma alternatif bir şahsiyetin var olduğunu görürsünüz. Said Nursî’nin yazılarında işte bunu görürsünüz.”
Kendisini hususan Risale-i Nur ile tarif etmeyen bir entellektüelin, Risale-i Nur câmiasının çıkardığı bir mevkuteye yazdığı bir yazıda, onların yönetiyor olduğu bir yayın organında yapılan bir söyleşide, onların düzenlediği bir toplantıda Risale-i Nur’u övmeleri alışık olduğumuz, şahsen pek de itibar etmediğim bir durumdur. Bütün bunlar, maalesef örneklerini gördüğümüz üzere, bir yazarın, bir akademisyenin, bir entellektüelin tabir yerindeyse ‘pazarlama’ operasyonunun bir parçası, bir ‘halkla ilişkiler’ kurnazlığı da olabilir pekâlâ. Bir al gülüm ver gülüm, hatta kaz-tavuk hesabı içinde, yani içtenlikten mahrum bir halde böylesi nabza göre şerbet halleri pekâlâ yaşanabilir ve yaşanır. Ama karşısında kendisini Risale-i Nur’la tarif etmeyen, dahası seküler kimlik taşıyan bir araştırmacıyla yaptığı hususî bir söyleşide Risale-i Nur’a dair böyle bir tarif, ancak hesapsız bir yürekten, içtenlikle sâdır olabilir.
Bu paragrafı okuyunca, hem o dosyaya dair kanaatimi değiştirdim; hem de Erdem Bayazıt’a dair bir yazıya, bir Risale muhibbi olarak da kendimi mecbur bildim.
Ruhu şâd, mekânı cennet olsun. Gittiği diyarda, inşaallah, Bediüzzaman gibi simalar onu hoşgeldinler ile karşılasın...