Adını doğru koyalım

BİR HAFTADIR Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu son karar ve bu karara arka çıkan malum ittifakın tavrı irdeleniyor gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında. Bu ittifakın medya ayağını temsil edenler, Anayasada açıkça yazılı kuralların Anayasa Mahkemesi üyelerince dikkate alınmaması ile gerçekleşen karardan ziyadesiyle memnun; bunlar karşısında, sözümona ‘laik devlet’i koruma görüntüsü altında ‘hukuk devleti’nin hiçe sayıldığı yönünde görüşlerin sesi eskiye göre daha iyi duyulabiliyor.

Tek başına bu durum, herşeye rağmen, insanı ümitli kılıyor. İnsanların ‘konuşa konuşa’ anlaştığı vâkıası dikkate alınırsa, bu ülkede her türlü tahrike rağmen birbiriyle konuşma yeteneğine sahip, hakkâniyet ortak paydasında buluşan, mütedeyyin veya seküler ehl-i vicdanın varlığı herşeye rağmen yüreklere su serpiyor.

Bu vicdanlı insanların yaptıkları analizlere, yazdıkları yazılara, getirdikleri yorumlara baktığımda, katıldığım çok şeye rağmen, yaşanan bu açmazın en temel sebebi konusunda yine de bir fluluk gözüme çarpıyor. Söylenen çok şeye evet, ama ülkeyi yasama-yürütme-yargı noktasında bir açmaza, bir kilitlenme durumuna götüren en temel sebep; diğer bir deyişle, Anayasanın açık hükümlerini görmezden gelme pahasına kendi ideolojisinin dikine hareket edenlerin bu pervasızlığının dayandığı en temel dayanak, bunca söz arasında bir türlü dile gelmiyor.

Adını doğru koyalım, yaşanan bunca problemin en temel sebebi, bu ülkenin bütün evlatlarının iradesinin tek bir kişinin iradesinin inhisarına alınmış; herkesin, hepimizin o tek kişi karşısında birer ‘özne’ olarak değil, birer ‘nesne’ olarak kurgulanmış olmasından ve bunun bu topraklarda açık yüreklilikle sorgulanamamış olmasından kaynaklanıyor.

Biraz daha açık konuşursak; bu devlet ‘cumhuriyet’ olarak kurulmuş olmakla birlikte, gerçekte bu ‘cumhuriyet’te ‘cumhur’a tek bir kişinin sözünden dışarı çıkmamak kaydıyla söz hakkı tanınıyor.

Daha da açık konuşursak; bu topraklarda egemenlik milletin değil, Mustafa Kemal’indir. Onun hayatta olduğu zamanlarda seçimler tek partili olarak gerçekleşmiştir; iki çok-partili deneme ise, tek-partiye daha güçlü bir geri dönüşle neticelenmiştir. Onun hayatta olmadığı zamanlarda ise, ona mahsus bu egemenliği yaşıyor olsaydı onun neyi nasıl yapacağı konusunda söz söyleme hakkına sahip olduğu varsayılan kişi ve kurumlar kullanır. CHP, asker-sivil bürokrasi, yargı bürokrasisi bu kurumların başında gelir. Milletin iradesi, sözünü ettiğimiz bu kurumların varsaydığı “Atatürk yaşıyor olsaydı ne yapardı?” cevabına uygunsa bir anlam ifade eder; değilse gerekirse darbeler, gerekirse bürokratik engelleme, gerekirse yargı darbesi yoluyla engellenir.

Bir cumhuriyetin bugününü ve geleceğini yetmiş yıl önce bu dünyayı terketmiş tek bir kişinin görüşüne tahsis eden bu yaklaşım, Mehmet Altan’ın haklı tarifiyle “Kemalist cumhuriyet” olarak anılmayı hak ediyor. Yine onun tarif ettiği üzere, yaşanan gerilim, “Kemalist cumhuriyet”ten “demokratik cumhuriyet”e geçiş gerilimidir zaten.

Bu sürecin bu kadar uzun, sancılı ve gergin olmasının en temel sebebi ise, çok zaman önce tarafların uzlaşması gereken bir orta noktada buluşmanın asla gerçekleşememesidir. Bu ülkede, Kurtuluş Savaşı tek bir kişinin mücadelesi ile gerçekleşmiş değildir. Başkomutanlık makamında Mustafa Kemal’in bulunduğu bu savaş, generalinden erine milletin her kesiminden insanı buluşturan bir ordu ve bütün bir milletin topyekün seferberliği ile kazanılmıştır. Dolayısıyla, buluşulması gereken hakkâniyetli orta nokta, bu savaşın bütün şerefini tek bir kişiye mal etmek değildir. Aynı durum, Türkiye Cumhuriyeti devletini millet adına kuran irade olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi için de geçerlidir. Türkiye Cumhuriyeti devletini, Mustafa Kemal tek başına kurmuş değildir; bu kuruluş onun teklifiyle ve milletin vekillerinin ortak iradesiyle gerçekleşmiştir.

Ama bu yalın gerçek, Türkiye’de en ziyade gözardı edilen gerçektir. Bugün bu ülkede ilk, orta, hatta yüksek öğretim kademelerinden geçmiş ortalama bir kişinin Kurtuluş Savaşının komuta kademesinden Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’den sonra üçüncü, dördüncü, beşinci bir ismi zorlukla hatırlayabilir durumda olması, manidardır. Bir ilkokulun beşinci sınıfındaki öğrencilerin bu savaşta Mustafa Kemal’den başka komutanların da olduğunu semtlerindeki Kazım Karabekir Müzesi’ni ziyaretten sonra hayretle farketmiş olmaları, bu ülkenin bir gerçeğidir. Bu ülkede nice insan, ilk Meclis’ten sadece beş ismi dahi duraksamadan söyleyebilir durumda değildir.

Durum bu olunca; yani, başkomutan ve ilk cumhurbaşkanı olarak Mustafa Kemal’e de hak ettiği şerefin verildiği, ama bu savaşın ve bu kuruluşun bir ordunun, bir meclisin ve bir milletin ortak iradesiyle gerçekleştiği gerçeğinin kabul ve teslim edildiği hakkâniyetli bir anlayış yerleştirilemeyince, birilerine sözümona ‘Cumhuriyetin kurucusu’ Mustafa Kemal adına konuşup ‘cumhur’a müdahale etme zemini doğmaktadır. Anayasada açık hükümlere rağmen gerçekleşebilen bunca müdahalenin nasıl vuku bulabildiğinin cevabı, işte buradadır.

Bu durumdan yalnız Kemalist elitlerin sorumlu olduğu kanaatinde değilim. Kemalist cumhuriyetten gerçek anlamda demokratik bir cumhuriyete geçişin lüzumunu gören insanlar, özellikle bu lüzumu gören mütedeyyin insanlar da, tercih ettikleri ikircikli söylem ile bu durumun sorumluları arasındadır. Mustafa Kemal’e de başkomutan, ilk meclis başkanı ve ilk cumhurbaşkanı olarak bu kurtuluş ve kuruluş sürecinde hak ettiği şerefin verildiği, ama kurtuluş ve kuruluşun bütün şerefinin yalnızca ona tevdi edilmediği, bilakis bütün komutanların, bütün ordunun ve milletin de bu noktadaki şerefinin teyid edildiği bir söylem pekâlâ mümkün iken; Kemalist elitlerin söylemi tercih edilegelmiştir. Böylece, gerçek anlamda ‘demokratik’ ve ‘cumhurî’ bir söylemin tarihsel arkaplanı tahkim ve takviye olunacağı yerde, gözardı edilmiştir.

Siyasetin içinde veya dışında, önder konumundaki kişilerin bu noktadaki söylemleri biraraya toplandığında, bu durum, daha berrak bir biçimde görülebilir.

Buluşma noktası bu hakkâniyetli orta nokta değil, bir milletin şerefini tek bir kişiye tahsis eden söylem olduğunda ise, o bir kişinin adını siper edinerek ‘cumhur’a ve ‘demos’a dur diyecek elitler kendilerini daima hem psikolojik açıdan hem de fiilen güçlü hissedeceklerdir.

Türkiye’de nice onyıllardan beri olan, budur.

Umarız yaşananlardan, bütün gerilimin düğümlendiği bu noktada bir ders alınmış olsun...

  12.06.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut