Karanlık ve kırık

Mona İslam

KIRGINIM; ÜZERİMDEN ince ince bir şeylerin sızdığını, sızıntılardan yaralar açıldığını, bazı özel parçalarımın, heyecanlarımın, coşkularımın, aşklarımın bir daha hiç dönmemek üzere beni terk ettiğini hissediyorum. Beraberinde tutkunu olduğum nesneleri de götürüyorlar. Yerinde kocaman bir boşluk, bir kara delik, bir Yusuf kuyusu, bir köstebek yuvası açılıyor. Anlamsız, soğuk, ışıksız, susuz. Her şey sessiz, bir taş atıyorum, sesleniyorum, yankı yok, yoksa sesim mi çıkmıyor?

Çok karanlık; oysa ben karanlıktan korkarım. Soğuğa hiç dayanamam. Sıcak diyarların insanıyım ben. Üşüyorum. Oracıkta bir ateş olsa, tutup getirsem Musa gibi, iki kere kutlu kılınmış vadiden. Pabuçlarımı çıkarsam, sıcacık, yumuşacık kumlar olsa ayaklarımdan akan. Varlığımın toprağını hissetsem ayaklarımda. Bulutlar çekilse bir ay görülse. Yahut yıldızlar, bizim oralarda yıldızlar bile sıcaktır ya… Bir Alaaddin lambası, yurdumu hatırlatan, binbir gece masallarından çıkmış bir dost nesne. Bir kibrite bile razıyım. Kibritçi kız gibi donuyor ayaklarım. Karanlığa masal anlatıyorum Şehrazat gibi. Bir umut ki aydınlanır diye. Birazcık ışık olsa, hayal kuracak kadar azıcık ışık, ne olur sanki… Ellerimle karanlığı yokluyorum, elime değen her şey sert ve pürüzlü, yapış yapış, hayat belirtisi yok, hiçbir şey kıpırdamıyor. Korkacak bir şey yok diyorum kendi kendime. Kimse yok sana zarar verecek. Oysa bu ya korkunç olan şey, kimse yok, kimse yok, yok…

Ay doğmuyor hiç, nuru yok karanlığımın, uzaktan sesler duyuyorum, kulak kabartıyorum. Kahkahalar, vahşi hayvan çığlıklarını andırıyorlar. Cırcır böcekleri, kurbağalar, kuyunun içinde bunlardan kim bilir ne kadar var? Sonra anlamlı bir şeyler duyuyorum. Kelimeler çarpıyor yüzüme, çirkin kelimeler, “o kötü, bu çirkin, şu eksik, öteki iğrenç, sen hepsinden berbatsın” diyorlar. Ne çok konuşuyorlar, “Sessizlik bundan iyiydi” diyorum, kulaklarımı tıkıyorum, sağır oluyorum. Etrafta bir sürü sinir bozucu dudak kıpırtısı…

Zihnime bakıyorum, içinde ne çok şey var, eşyalar, insanlar, nesneler, olaylar. Hiçbiri benim değil, onların benim olduklarını sanmıştım oysa. Hepsi nasıl da yabancı, nasıl da sahte, nasıl da cafcaflı. Bir sürü incik boncuk. Bir sürü kıvır zıvır. İltifatlar var satın aldığım, tebessümler var hak etmediğim, zaten yoluna girmiş meseleler var “ben yaptım” diye böbürlendiğim, insanlar var sevdiğim, hiç yakın olmadığım, hep özlediğim. Özlemekten bıktığım. Beni birazcık sevdiler mi, hiç bilmediğim.

Kalkmalıyım, bu kuyudan çıkmalıyım, ben hep düşerim, annem bana hep kızar, “ne kadar dikkatsizsin kızım!” diye. Ama hep düştüğüm yerden kalkarım. Bu defa da kalkmalıyım. Ben hiç pes etmedim, etmeyeceğim de. Kalkıyorum. Tırmanıyorum. Ellerim acıyor. Acıyı kanırtarak doğrulmaya çalışmak ne zor. Kanıyor yaralar, aldırmıyorum. Düşüp düşüp kalkışlarımdan alıyorum gücümü…

Evime varıyorum yorgun, telaşlı. Kendi kanına bulaşmış, bereli ellerle, evimi toplamaya çalışıyorum, biricik evimi, kafamın içini, zorluyorum kendimi, tozları alıyorum, her şeyi tek tek katlıyorum, kolileri açıp yerleştiriyorum, paketlerin düğümlerini çözüyorum, okumadığım kitapları okuyorum, güzel yemekler yapıyorum, dvdleri raflara yerleştiriyorum. Her şey hazır, artık birilerini çağırabilirim evime. Bekliyorum, onu bekliyorum, zil sesi duydum sanıp kapıya koşuyorum. Çocuk çığlıkları duyuyorum bahçede, “hah bana geldiler” diyorum. Nafile. Kimse çalmıyor kapımı, kimse gelmiyor. Bu yorgunluk, bu eller, bu yemekler, hepsi boşuna mıydı? Bunca çaba…

Şüpheye düşüyorum, o güzel insanlar gerçekten var mıydı? Yoksa onları teselli olsun diye ben mi uydurdum? Sevgili gerçek midir, yoksa sadece bizim muhayyilemizde mi vardır? Biz sevdiğimiz için mi güzeldir o. Bizdeki nazar olmasa güzelliği beş para etmez mi ? Dağları delmeye değer mi? Hapse düşmeye? Kuyuda beklemeye? Hiçbir şey belirgin değil artık. Her şey flu bir renge bürünmüş, gözlerim alabildiğine bozulmuş, bulanık görüntüler, bulanık insanlar…Gömlekler paramparça, kim yırttı, kim suçlu, kim bilir? Hakikatte yalnızım. Züleyha da yok zaten…

Yalnızlık önceleri bunaltıyor, sonra bir zoraki evlilik gibi alışıyor insan yalnızlıkla baş başa olmaya. Sessizlik gülümseyerek dişlerini gösteriyor. Sevmesem de olur sessizliği. Ama alışabilirim ona. Alıştıkça açılıyor karanlık. Her şey seçilir oluyor. Fark ediyorum ki sevgili, düzenlenen eşyalara, okunan kitaplara, temizlenen eve, pişirilen ve bilmem kaçıncı kez ısıttığım yemeklere aldırmıyor. Onlara gelmiyor. O yemiyor, içmiyor, okumuyor, izlemiyor. Sevgili boş bir ev istiyor. Sadece kendisinin dolduracağı boş bir ev. Pencerelerimi açıyorum. Her şeyimi camdan tek tek dışarı fırlatıyorum. Züleyha’yı, Bünyamin’i, Yakub’u, Yusuf’u. En güzel kıssayı fırlatıp atıyorum yüreğimden. Tüm kahramanlarımı, tüm hallerimi, tüm masallarımı. Artık gece masalları anlatmaya tevbe ediyorum. Önce acıyor içim, kırılan dökülen eşyalarımı, tamamlanmamış öykülerimi görünce. Sonra hafifliyorum. Atıyorum, hafifliyorum. Atıyorum, gülümsüyorum. Atıyorum, ferahlıyorum.

Son hamlemi yapıyorum, aynaya bakıyorum, güzelmişim diyorum, atmaya kıyamıyorum . Sonra en öfkeli, en çirkin yüzümle dönüyorum aynaya. Fırlatıyorum onu da camdan aşağıya. Ben de gidiyor.

Ben parça parça olurken, kapı çalıyor.

O nihayet geliyor…

  30.06.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut