Varlıkla nasıl ilişki kurmalı?

Mona İslam

TELEVİZYONDA BİR fuar gösterimi var. Porselen tabakların sunulduğu bir fuar bu. Her biri incecik, nakış nakış, kimi modern, kimi klasik olarak tasarlanmış büyüleyici tabaklar. Toprağa böylesine şekil veren ve onu cennet misal fincanlara çeviren Musavvir ismini anıyorum, bu fincanlarda ne olsa içilir diyerek. Ve onun insana şekil verişi üzerinde duruyorum uzun uzun. O gözleriniz incitecek diye bakmaya kıyamadığınız insanlara…

Benim hiç böyle porselenlerim olmadı. Param olmadığı için değil, almaya kullanmaya, kırılması ihtimaline ve kırıldığında ne kadar üzüleceğim hayaline dayanamadığım için. Ben hep sıradan günlük tabaklar kullandım. Tabaklar kadınlar için çok önemlidir. Yemeğin sunumu da öyle. Bu dayanılmaz bir letafet çağrısıdır kadın fıtratına. Onları almamak nasıl bir çelişkidir. Kırılacaklar diye kalbini bağlamamak, ne zor. Önceleri sadece görmezden gelerek başa çıktım bu duyguyla. Bastırarak…

Annem aynı şeyi geçen yıl aldığı oturma odası takımı için söyledi. “Önce çok güzel geliyorlardı, ama şimdi sıkıldım. Öyle güzelleri çıktı ki, takip etmek mümkün değil.” Kadın ruhu her yaşta aynıydı, bıkmadan usanmadan güzelliğin peşinde koşuyordu. İncelikler peşindeydik hepimiz…

Eşyayla, mekanla ve insanla kurduğumuz ilişkiler de böyle değil miydi? Onları çok seviyorduk, bağlanıyorduk, sonra ya terk ediyor ya terk ediliyorduk. Laf aramızda ben hiç terk etmedim sevdiklerimi. Onlara gücüm yettiğince tırnaklarımı geçirdim, bazen bıktırdım bile onları, hiç anlayamadım sevilmekten bıkmalarını. Terk edilmekten kurtulamadım yine de, tırnaklarım sadece onların canını yaktı benimle kalmalarını sağlamadı.

İki yol vardı, kırk katır mı, kırk satır mı dedirtecek kadar çetin. Biri, benim gibi, kalbinin kapasitesi yettiğince sevmek ve sürekli kalbi kanayarak dolaşmak. “Sadece hüznü vardır kalbi olanın” demek. Ya da “Niye seveceğim ki, en yakınlarım bile terk edecekler, biri beni çok sevse ne olacak o da ben de ölmeyecek miyiz? O halde en iyisi kalbini kimseye bağlamamak” demek. Bu kaskatı kalple, insanmış gibi yaparak bir zombi soğukluğunda caddeleri dolaşmak. Kalbini kapatmak önce insanın kendisini üşütür çünkü, sevgisizlik zemherirdir…

Bir üçüncü yol olmalı, Allah bizi bu dünyaya azaplardan azap beğenelim diye göndermiş olamaz. Allah’a hüsnüzannımız varsa bir yol olmalı. Sevmenin ve ayrılmamanın, sevgiyi daimi birlikteliğin anahtarı yapmanın bir yolu vardır elbette.

Evdeki koltuklarımı seviyorum. On yıllık hayatımın tanığı onlar. İlk romantik sohbetlerimi o koltuklarda yaptım. Misafirlerimi onlarda ağırladım. Çok sevdiğim insan yüzleri, kahkahaları kazındı o koltuklara, bebeğim düşmesin diye altına yastıklar dizdim onların, kaç kere kustu temizledim. Hasta olduğumda üzerime bir battaniye çekip onlarda hapşırdım, ayağım kırıldı günlerce kımıldamadan üzerlerinde kaldım. Eşimin şefkatle getirdiği kahveler de onların üzerinde içildi. Okuduğum tüm kitaplar onların üzerine sindi, izlediğim tüm filmler hakeza..

Ben o koltukların ne kumaşıyla, ne deseniyle ilişki kurdum, ilişki kurduğum onların ruhuydu. Ben onları harap olmadıkları sürece elden nasıl çıkarırım?

Babamın evi, asla kaybolmaması gereken bir mekan benim için. Ne çok üzülmüştüm metruk halde görünce. Kimbilir yıkılıp yerine ne kondurulacak? Ne oldu çocukken koşuşturmalarım? Ne oldu babamın bahçeye seslenip beni “Yeter artık Mona yemeğe gel” diye içeri çağırışları? Ammi Cezuli (babamın yardımcısı), Abu Mahmud (şoför) nerdeler şimdi? Yok mu oldular? Hayır. Benim onları sonsuza dek muhafaza etme arzum ne olacak şimdi? Beyhude mi? Hayır. Bizzat bence sadık bir rüyada gördüm ki, babam evine odalar ilave etmiş, arabasını yenilemiş, eşime ve kızıma da birer oda vermiş, ağabeyime yengeme ve kızlarına da, büyüyen ailemizle birlikte babamın evi de büyümüş. Bahçesi eskisinden de bakımlı, ağaçlar güneşi gizleyecek kadar gölge etmişler. O ev taşınmış, aynı olarak ve değişmiş olarak. Berzahta bir yerlerde Villa Salih İslam (Arabistan’da evlerin de isimleri vardır) beni bekliyor hala. Buna inanıyorum.

Sevgili dedem, babam gittiler. Ayakucumda uyuyan bembeyaz güzel kedim de gitti. Birçok ölmemiş sevdiklerimden de ayrıyım artık. Kalbim kanamalı mı? Sanmıyorum. Unutmalı mıyım, hiç tarzım değil. Onlarla geçirilmiş, her bir saatin anlamı ve değeri var benim için. Ben onların bedenleriyle değil ruhlarıyla ilişki kurdum. Onların kalplerine dokundum. Gözlerinde parladım. Nasıl onların hayaletleri halen yanımdaysa, benim hayalim de onlarla.

Allah’ın şefkatini, hikmetini, celalini, her bir ismini bize anlatmış birer âyet-ül kübra sevdiğimiz insanlar. Bu yüzden bir seyahatte tanıştığımız, dört gün birlikte olduğumuz ve bir daha görüşmeyeceğinizi bildiğimiz birine bile kalbimizi verebiliriz. Şayet onun dünyasında anlamlı tek bir cümleye tekabül ettiysek buna değer. Ve o bize tek bir tebessüm verdiyse onu koynumuzda ebede kadar saklamaya da değer.

İnsan, mekan, eşya. Ölüm her birine deyiyor. Ayrılık her birine temas ediyor. Gaib oluveriyor tüm sevdiklerimiz. Biz de gaib olacağız bir gün. Ancak Allah bir şeyi alırsa ya aynıyla ya misliyle iade eder. Tüm sevdiklerimizi de nefislerden, çatışma ve kavgalardan, kırgınlıklardan azad olmuş bir biçimde geri verecek bize. Onun muradı sevdirmek, sevmekten nefret ettirmek değil. Gaib olan her şeyi onun ebediyet eline teslim ediyoruz sadece. En emin kasada Azrail (as)’ın kasasında saklanıyorlar bizim için. Azrail (as) onlara tahrip eliyle değil, hafiz eliyle dokunuyor. Muhafaza ediyor bizim için. Her dem tazelenerek, güzelleşerek, temizlenerek.

O halde varlığın ruhuyla temas etmeliyiz. Mekanın ruhuyla, insanın ruhuyla. Ruh ebedi olduğu için onunla temas edilen her an da ebedidir. Kanımca vefa tam da bu demek, varlığın hakkını vermek, ona gerçek değerini vermek, onu layık olduğu kadar çok sevmek, layık olduğu biçimde muamele etmek. Eşya sadece maddeye bakan bir yüzden, insanlar etten kemikten bir bedenden, sözler rüzgarda savrulup giden toz zerrelerinden, mekanlar bir gece konaklanıp gidilen hanlardan ibaret değiller. Böyle görmek onlara haksızlık olur. Onlar bize can-ı gönülden hizmet ediyorlar, sevilmeye gönül vermeye layıklar. Bizzat bizim sevgimizle ebedi oluyorlar. Seven sevdiğiyle beraberdir sırrını ben böyle anlıyorum.

Cennet fincanlarını anlatan Vâkıa suresini dinliyorum. Ne hoş latif bir anlatım. Allah ayrıntıları zikretmekten çekinmiyor, ayrıntıdakilerin ne kadar mühim olduğunu biliyor. Bir fincanın desenini ihmal etmeyen Rab bir güzel bakışı, bir tebessümü, bir tatlı sözü, bir sabır kırıntısını, bir göz yaşı damlasını asla ihmal etmiyor. Allah bizim ruhumuzun fincanlara bile ihtiyacı olduğunu biliyor. O benim İstanbul’u sevdiğimi, cennete beraber götürmek dilediğimi biliyor. Dualarımda isim isim saydığım, tüm sevdiklerimle dolu, çirkinliklerden arınmış bir İstanbul. Çünkü ben bu şehrin, ve içindeki dostların, altında yatan ehli kuburun ruhuna sevdalıyım.

Artık hiçbir kayd u şarta bağlı olmaksızın sevdiklerime kavuşacağımı, ayrılığın sadece onlar hakkında iyice düşünmek ve ne istediğime teenni ile karar vermek için verilmiş bir süre olduğunu biliyorum. Delil mi istiyorsunuz, kalbinize bakın. Hakkal yakin delili orada bulacaksınız, ben buldum elhamdülillah.

  24.06.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut