BUGÜNLERDE DEĞİŞİK vesilelerle aklıma takılan mevzulardan birini sizinle paylaşmak istedim: ağlamak.
Sürekli sorgulamamız ve Kur'an ve sünnet-i seniyye süzgecinden geçirmemiz gereken "gelenek"imizin bir boyutunu da ataerkillik oluşturuyor. Bunun neticesinde de erkeğin gayr-ı fıtri bir biçimde kendini "güç"lendirmesi için, gayr-ı fıtri amellerle iğreti fiiller de beraberinde geliyor.
Erkeğin kadın karşısında daha güçlü, sanki insanüstü bir varlıkmışçasına gösterilmesi için "kadınsı" duyarlılıklardan, ‘light’lıktan, acziyet göstergesi fiillerden uzak durması gerekiyor ki, bu fiillerin de en hulasa hali olarak "ağlamak" ilk sırada geliyor.
Hâlihazır kültürümüz bize "erkekler ağlamaz" düsturunu empoze ediyor bu yüzden. Ağlamak gibi Allah’ın en güzel rahmet nimetlerinden birinden bizi mahrum ediyor. Peygamber Efendimiz aleyhissaalatuvesselam böyle tarif ediyor ağlamayı: "Bu, Allah’ın kullarının kalbine koyduğu bir rahmettir."
O ki kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, her şeyin ve her olayın Allah’ın birer vazifeli tesbihçisi olduğuna sarsılmaz bir imanı olan İnsanlığın İftihar Tablosu aleyhissalatu vesselam bütün bunlarla birlikte torununun ölümüne ağlıyor.
Ve bunu da bir rahmet nimeti olarak değerlendiriyor. Zira gözyaşları da Allah’ın esmasına en güzel bir ayna oluyor onun yüzünde. Bu onun için öyle olduğu gibi bizim için de böyle; icmal-tafsil farkı ile. Ağlayarak Rahman-ı Rahim’in rahmetine ayna oluyoruz biz de.
Yine Muhammed-i Arabî aleyhissalatu vesselam ki, bir başka hadisinde "Siz benim bildiğimi bilmiş olsaydınız, elbette az güler, çok ağlardınız" buyuruyor.
Yine o Nebiyy-i Muhterem aleyhissalatu vesselam ki, "yaşarmayan gözden" Allah’a sığınıyor.
Fakat maalesef kendi çocukluğuma baktığımda hep bu "erkekler ağlamaz" eğitimini aldığımı, hatta Allah için ağlayanları hakir gördüğümü farkettim. Hatta bir gün televizyonda [henüz 8-9 yaşlarındayken] ağlayarak vaaz eden bir hocaefendiyi görüp hayatımın ilk ve tek 15 günlük günlüğüne o gün biz "Süper Baba”yı seyretmek isterken babamın o hocaefendiyi dinlemesinin beni rahatsız ettiğini, onun "sürekli ağlamasından" hiç hoşlanmadığımı yazmışım.
Ve yine aynı ben, babaannemin vefatı dışında babamın hiç ağladığına şahit olmamıştım. Zaten o zaman da artık onaltı yaşındaydım. Yani bir yetişme dönemi, eğitim dönemi "ağlamayı" öğrenemeden, hatta ağlamanın kötü birşey olduğunu öğrenerek geçip gitmişti.
Eğer siz de hâlâ ağlamayı öğrenemeyenlerden iseniz, gelin çok geç olmadan "oturup ağlayalım." Günahlarımıza ağlayalım, kendimizinkiler az gelirse bütün insanlığın günahlarına ağlayalım; ağlamayı öğrenemeyişimize ağlayalım, ağlayamadığımıza ağlayalım. Ağlayalım ki, Allah’ın rahmet-i bînihayesine ayna olalım.
Ne mutlu o ağlayanlara!