Denemeler

Bizi Ayıran Duvar

HAYAT YOLCULUĞUNDA her insanın yüzyüze geldiği en temel acılar üzerine kitap çalışması yürüten bir sevgili arkadaşım, 'anlaşılamama'yı da onlar arasında zikretmişti bana. Anlaşılamamak bir büyük ve derin acıysa eğer, yanlış anlaşılmak acıların beteri olmalıydı.

Ve şu ülkede, nicedir, milyonlar, belki on milyonlarca insan, yıllar yılı bu acının ortasında yaşıyordu. Anlatamıyorduk. Anlatsak da, anlaşılamıyorduk. Zira anlamıyorlardı. En fazla, yanlış anlıyorlardı. Anlaşamıyorduk o yüzden.

Hayatımı yapabildiğim kadarıyla Rabbimin rızasına uygun şekilde yaşama tercihinde bulunduğum ilkgençlik yıllarından beri, bu sızıyı hep yüreğimde taşımıştım. Tetikte sayılırdım hep; anlatamamaktan, anlaşılamamaktan, yanlış anlaşılmaktan korkuyordum. Paylaşmak istediklerime karşılık paylaşamamanın, şefkatimi ve sevgimi ifade etmek istememe rağmen yanlış anlaşılma korkusuyla susmanın acısı taş gibi yüreğimde duruyordu onca senedir.

Paranoyak değildim çok şükür; ama paranoyak olmamam izlenmediğim anlamına gelmiyordu ne yazık ki. İzlendiğimin ve gözetlendiğimin farkındaydım. Yaptığım hareketlerin ve söylediğim sözlerin ihtimal ki yorumlanıyor ve yanlış anlaşılıyor olduğu tedirginliği, şu diyarda oldum olası bırakmış değildi yakamı.

Bu, sadece benim tedirginliğim olsa, bir derece, tahammül edilebilirdi yine de. Ne var ki, tanıdığım binlerce insan, ben kendilerini tanıdım tanıyalı, aynı tedirginliğin içindeydiler. Tanımadığım milyonlarca insanın da aynı tedirginliği yaşadığını, tanıdıklarım vasıtasıyla biliyordum.

Hele malum bir süreçle iyice şahikasına çıkan bir vaziyetti bu. İlk kuşak oryantalistlerin sözümona akademik görüntülü küfürnamelerinden fırlayıp Doğulu-Batılı, irili-ufaklı bir sürü mevkuteye veyahut kitaba sıçrayan; oradan zihinlere ve dillere dökülen; ve, tekrarlana tekrarlana inanılır hale gelen 'basmakalıp' düşüncelerdi bunlar. Hele gerektiğinde pireyi deve, habbeyi kubbe yapan; aynı zamanda kubbe kadar büyük güzellikleri habbe gibi, deve gibi ortada iyilikleri pire gibi ufaltmaya çalışan medyanın birkaç olumsuz örneği afişe etmesiyle

gelen beyin yıkama operasyonu da devreye girdikten sonra, halimiz iyice perişandı. Üzerimize öyle bir kara leke, öyle bir yağlıkara sürmüştü ki birileri, ağzımızla kuş tutsak inandıramaz haldeydik. İzleniyorduk, evet; ve bizi izleyenlerin gerçekte içimizi merak ettikleri filan yoktu. Merak etmiyorlardı, zira içimizde olandan emindiler. O kadar ki, ağzımızdan bal damlasa bile, bunun gerçekte zehir olduğunu düşünenler az değildi. Ne de olsa, bir 'takiyye' lafıdır öğrenmişlerdi zira... Ne zaman ki işlerine gelmeyen, zira insan sıcaklığını ve inceliğini taşıyan bir söz veya hareket bizim gibilerden sadır olsun, hazırdı cevapları: 'Takiyye yapıyorlar! Siz bilmiyorsunuz onların içyüzlerini.'

***

Bu durum zaman zaman umutsuz, karamsar, kötümser bir ruh iklimlerine sürüklüyordu beni. Zaman zaman, duvara karşı konuştuğum hissine kapılıyordum. Bir duvar, aşılmaz yıkılmaz bir duvar karşısında hissediyordum kendimi pek çok kez. Anlamadıkları gibi, yanlış anlıyorlardı. Doğru anlamadıkları gibi, yanlış anlatıyorlardı. Öyle diyordum; 'takiyye.' Böyle yapıyordum; 'niyeti başka.' Şöyle davranıyordum; 'ama kalbi temiz değil.'

Kendini, dinden ve dindardan gelen her güzel şeye karşı kapatan bir zümre vardı nedense aramızda. Ve en acısı, sayıca az da olsa, bu zümrenin nice çokları kendi iddialarının doğruluğuna inandırmasıydı. Çocuklarını öldürmekle suçlanan bir ailenin anlatıldığı bir filmden aklımdan kalan cümleyle, 'Doğru henüz pabuçlarını giyerken, yalan dünyayı dolaşır'dı ne de olsa. Siz daha kendinizi savunmaya başlamadan, üçüncü, dördüncü parti cevaplar zaten hazır halde çıkılıyordu karşınıza.

Sonuçta, olsa olsa, herşeye rağmen vicdanların sızısına sığınıyordunuz; insaf gibi, adalet gibi, hakkaniyet gibi duyguların herşeye rağmen ayakta olacağı ümidine sarılıyordunuz en fazla. Bir yandan bu ümit sizi ayakta tutarken, öte yandan yüreğinizdeki engini anlatamamanın ıztırabıyla yanıyordunuz.

O yüzden, meselâ eşimle dışarıda dolaşırken hakkımızda düşünülen olası şeylerin sözünü etmiştik zaman zaman. Şurada gazeteyle örttüğü gözünün ucuyla bizi süzen hanım, ötedeki denize bakıyor edasıyla gözünü bizden ayırmayan bey, berideki hiç sakınmadan dik dik ve ezici bakışlarla bize odaklanmış yaşlı kadın.. derken az mı konuşmuştuk meselâ bir vapur yolculuğunda bizi süzen bakışların evliliğimize ve aile hayatımıza dair neler düşündüklerini? Kaç göz, 'tipi pek göstermiyor' kaydını düşse de, gerçekte eli sopalı bir canavar olduğumu düşünmüştü acaba? Bizi süzen bakışların sahiplerinden kaç tanesi eşime acıyarak bakmıştı kimbilir? Bana ne kabalıklar, eşime ise ne ıztıraplar yakıştırmışlardıki? Şu karşıdaki matruş bey, şu az ötedeki at kuyruklu delikanlı, şu beride askılı elbiseli kız şu an acaba ne düşünüyorlardı bizler için? Bizim de bir yüreğimiz olduğunu kaç kişi biliyordu? yüreğimizin ucu cennete çıktığına inandığımız yoldan yürüyüp iki cihan saadeti tatmaları için gördüğümüz insanlar için hidayet duasında olduğunun kaç kişi farkındaydı? Kaç kişi insan' duyarlılığı elden bırakmayan bir agnostik yazarın yapabildiği şekilde, 'Onlar gibi olmayı düşünmesem de, benim için hidayet duası etmelerini takdir ediyorum. Kendi mutlu oldukları yola benim de girip mutlu olmamı istemelerini, kendileri dışında bir insanı ve onun mutluluğunu düşünmelerini seviyorum' kabilinden sözler söyleyebiliyordu iç dünyasında? Hem, bir otobüste veyahut otobüs durağında bizi gözetleyenlerin kaçı, durağın kenarında veya otobüsün yanında acı sirenlerle geçip giden ambülansın içindeki kim olduğunu belki hiçbir zaman bilemeyeceğimiz hasta için hayırlı şifalar dilediğimizin, bunu her ambülans sesi duyduğumuzda yapıyor olduğumuzun farkındalar mıydı? Oğlumuzun adını 'Abdurrahim,' kızımızın adını 'Sehle' koyuşumuzun ardındaki tercihin farkındalar mıydı? Bu tercihin rahmete, merhamete, suhulete, şefkate, kolaylığa ve yumuşak huyluluğa yönelik bir tercihin yansıması olduğunu biliyorlar mıydı?

Bizim çocuklarımızı bizden daha fazla düşündüklerini ima eder müdahalelerden anlaşıldığı kadarıyla, hayır. Yolda, vapurda, otobüste veyahut çocuk parkında aldığımız ikazlar neyin nesiydi ki... Aman çocuğu öyle tutmayın, aman ayağına dikkat edin koltuğa değmesin, aman elini bırakmayın, aman elini bileğinden tutmayın, aman sıkmayın, aman gevşetmeyin derken.. her birine uyacak olsak sirk maymununa döneceğimiz öğütler varyetesi nasıl bir arkaplandan beslenerek geliyordu üzerimize? Kıyafeti ve görünümü benden farklı olan biri yaptığında 'rahat adam,' 'ne kadar özgür,' 'çocuğuyla ne kadar da ilgileniyor' denilen hareketleri ben yaparken parkta, yolda, şurda burda duyduğum 'herife bak,' 'adam çocuğu düşürüp sakatlayacak,' 'manyak mı bu adam?,' 'hey, dikkat etsene çocuğa!,' 'aptal bu adam, aptal' gibi sözler nereden kaynaklanıyordu sahi?

Haydi, bırakalım İstanbul gibi bir büyük şehrin belli muhitlerini, bir malum sürecin yedeklediği medyatik bombardıman eşliğinde doğduğum küçük şehrin kenar mahallelerine kadar yayılan bir basmakalıpla yüzyüzeydik açıkçası. Üzerimizde bir yağlıkara, sırtımızda bir yafta, omuzumuzda bir manev' pranga vardı. Öyle olmasa, asaletinin aslını gizlemesi de asaletinden kaynaklanan hanımımın mütevaziliğini tamamlayan tesettürüne karşılık, 'İstanbul'da gecekonduda mı oturuyorsunuz?' diye sorabilir miydi yüzü şehrimizin asr' mezarlığına dönük bir evde oturan birileri. Yahut, şehrin mesire yerinden dönen en yükseği öğretmen emeklisi yaşlı hanımlar, bindiğimiz andan itibaren minibüste beni ve hanımımı süzerler miydi? 'Çağdaşlık'larını yüksek perdeden yaptıkları konuşmalarla dışa vuran bu hanımların kaç tanesi, eşimin master yapmış, kitap yazmış, dahası çoklarının gözünde 'uygarlık adresi' gibi görülen Amerika'dan benimle birlikte 'visiting scholar' davetiyesi almış biri olduğunu akıllarına sığdırabilirler miydi ki? Hem, ancak Amerika'dan davetiye almış olmakla 'temize çıkma' durumunda bırakılmanın bizi ne kadar da yaraladığını, bunun ne kadar ağırımıza gittiğini bilebilirler miydi?

***

Anlaşılamamanın, ama ondan da öte, yanlış anlaşılmanın ızdırabı yüreğimde öyle duruyordu ki, yazdıklarımı aynı dili konuştuğumuz bazılarıyla paylaşabilmek için, bir müstear ismim olsa diye düşünüyordum zaman zaman. Metin Karabaşoğlu olarak yazdıklarımı okumayan kimilerinin, bu yazıların en azından bir kısmını, meselâ Pueblo Cuzza yahut Joseph Altinger diye bir isme ait gözükseler eşe-dosta tavsiye edeceklerini bilebiliyordum. Türkçe olarak yazdıklarımızın bazı duvarların ötesine ulaşmasının bir yolu, bunların bir müstear isimle İngilizce'ye veya başka bir Batı diline çevrilmesi, oradan tekrar Türkçe'ye aktarılması olarak gözüküyordu bana ne yazık ki. 'İslami yayınlar'da bu kadar çok Batılı isminin varlığının bir sebebi bu değil miydi? Meselâ İmam Gazal''ye atıfla söylendiğinde itibar edilmediğini bildiğimiz için, Thomas Aquinas gibi yakışıklı bir ismin söylediği benzer bir sözü tercihe mecbur kalıyor değil miydik? Martin Luther King'e veyahut Blaise Pascal'a atfen söyleneni Muhammed Ibrahim yahut Ahmed Ataurrahman isminde birine atfen aktarsak, biliyorduk, okumayacaktı birileri. İsmi 'faullü'ydü bunların zira. Hayır, bu isimlerden dikkate alınacak bir söz sadır olamazdı. Olsa da, ardında başka niyetler olmalıydı. Nitekim, şu iklimde, sizi beğenmedi mi, 'İslamcı yazar' diye etiketleyip bitiriyorlardı işinizi. Zira, bilirlerdi ki, bu etiket bazıları için bir şifre gibidir; mahzâ aydınlık bir ruh ve duru bir zihin de taşısanız, bu etiketten sonra, kimi kalplerde sittin sene yer bulamazdınız artık.

Doğrusu, şahsen bu kadere çoktan razı sayılırdım. O kadar ki, bu iletişim sorununu aşabilen birileri duvarın ötesinde gözüken bir gazetede bizim gibilerin bir kitabından hiçbir olumsuz yorum ve şifre yüklemeden upuzun bir alıntı yaptığında, ne yazık ki, şaşırmıştım.

***

Aramızdaki bu içsel duvar yüzünden anlatamama-anlaşılamama acısı yaşadığım insanlarla, herşeye rağmen bir iletişim kurabilme arayışı içinde düşündüğüm bir başka yol ise, mü'minâne bir ailenin veya bir mü'minin iç dünyasının dışa vurduğu roman yahut anlatılardı. Nicedir düşünüyordum böyle birşeyi. Makale yahut denemede, herşeye rağmen, belli bir biçimin içindeydiniz, kendinizi tastamam ele vermiyordunuz; bir anlatı-roman, bir mü'minin iç dünyasının veya aile hayatının içtenlik ve derinliğine dair daha başarılı anlatımlar taşıyabilirdi ihtimal ki.

Böyle bir çalışmada birileri sittin senedir 'İslâm'da kadın hakları'nın tartışmasını olumsuz anlamda yapadursun, bir Peygamber sünneti olarak evde eşinize nasıl yardımcı olduğunuzu kendiliğinden dışa vurabilirdiniz meselâ. Anlatı içindeki bir gündelik hayat karesine, eşinizin 'ilim tahsili'ne yardımcı olma duyarlılığıyla çocuklara baktığınız bir gün, Allah'ın ve meleklerinin şahitliğinde yaşanan olayları da yazabilirdiniz. Sahi, meselâ, eşinin dersine çalışabilmesi için bir yanda çocuklara bakarken bir yanda bulaşık yıkayan, bulaşık yıkarken yanına oturmuş çocuğuna Hz. İsa'nın dünyaya gelişini anlatan, sonra da onlarla her bakımdan aynı düşünce ve inançta olmasak da Hıristiyanlarla aramızda Hz. İsa ve Meryem gibi ortak değerlerimiz olduğundan söz eden bir 'dindar baba' portresine zihinler ne kadar hazırdı?

Bu gökkubbe altında ve semavat ehlinin şahitliğinde böyle yaşanmıştı da, yerdekilerin bir kısmı havsalasına sığdırabiliyor muydu bunu?

Yahut, Pazar gününe denk gelen bir bayram sabahı Kadıköy'de otobüs beklerken duyduğunuz çan seslerinin izahını istediğinde o sıralar beş yaşındaki oğlunuza 'Oğlum bu bir ibadet çağrısı. Nasıl biz ezanı duyunca namaz kılmamız gerektiğini anlıyorsak, Hıristiyanlar da çan sesiyle ibadete çağırılıyorlar ve bizim yaptığımız tarzda olmasa da ibadete koşuyorlar. Rabbini hiç tanımayanlara göre onları daha yakın buluyoruz biz kendimize' dediğinizi umabilir miydi birileri peki?

Ne yazik ki, el'an bu duyarlılıkla yaşıyor olsanız da, sizi tahammülsüz, hoşgörüsüz, zahiren hoşgörülü görünse de içten pazarlıklı tanımlayabiliyordu birileri. Bırakın büyükleri, çocuğa dahi asla yalan söylemediğiniz, 'çocuk mu aldatıyorsun?' sözünün doğuş sebebi olan aldatıcılığa çocuklar için dahi rıza göstermediğiniz halde; dürüstlük suretinde dışa vuran duygularınıza 'takiyye' diyerek silip geçiyordu birileri. Ağzınızdan bir söz çıkmışsa, iki eliniz kanda da olsa onu yapmaya çalıştığınızı; bunu da, şaka da olsa, çocuğa söylenmiş de olsa yalana asla müsaade etmeyen Peygamberin izinde yaptığınızı bilmiyorlardı. Maddeten zarar da görseniz doğru sözlülüğü terketmeme çabanızın, 'Emrolunduğun gibi dosdoğru ol' buyuran Kur'ân'la alâkasını da görmüyorlardı. Bir mü'min olarak eşinize, dostunuza, yakın-uzak çevrenize olan ilginizi ve sevginizi görmüyorlardı. Hanımınız için en güzel vakitlerin anlayışla, şefkatle, yardımı da asla ihmal etmeden evde olduğunuz saatler olduğunu bilmiyorlardı. Girdiğiniz bir mecliste insanların yüz hatlarının yumuşayıp gevşediğini bilmiyorlardı.

Eşinizin çocuğunuz için 'kağıtbez' yerine kumaşbez kullanmasının ardındaki hassasiyeti, annenizin veya kayınvalidenizin kağıt peçete yerine kumaş peçete, tuvalet kağıdı yerine tuvalet bezi kullanma yönündeki hassasiyetinin arkaplanını bilmiyorlardı. Medenîlik ölçüsü olarak kullanılan kağıt miktarinı seçen idiyotların ahmaklığına inat, hayata saygı, canlıya sevgi, her canlı şeyin hayatıyla ettiği tesbihat ve tahiyyata hürmet, ve yaratılana Yaratan adına muhatabiyet gibi bir hassasiyetle bunların yapıldığını bilmiyorlardı. Çok istediğiniz halde eşinize sık sık çiçek götüremeyişinizin, o çiçeklerin dalından koparılmışlıklarının sizde uyandırdığı hüzün olduğunu da bilmiyorlardı.

Bilmiyorlardı ki, annesinin babasının görünümüne bakıp 'gerici çocuğu' yaftası yapıştırılan öylesi çocuklar vardı ki, bir sevgili arkadaşımın dört yaşındaki çocuğu misali, 'Kafesleri kapatın, kuşlar içeri girmesin' diyebiliyordu. Evet, 'Aman kafesleri kapatın' diyordu güzel çocuk. 'Kuşlar kafesten içeri girmesinler. Ben onların dışarıda olmalarını istiyorum.' Dikkat edin, 'Kafesleri kapatın, kuşlar kaçmasın!' değil. Çocuğu böyle yaşından büyük sözlere yönelten insan' terbiyenin ardındaki iman' zenginliğin sıcaklığı ve güzelliği kaç kimsenin malumuydu sahi?

Hayır, bir duvar vardı aramızda. Giderek zayıflayacağı halde, gün gelip köhneyip yıkılacağı halde, gün gün tahkim edilen, tamir edilen, kalınlaşıp yükselen bir duvar. Bizi bizden ayıran; bizi aynı dili konuştuğumuz insanlarla konuşup anlaşamaz, konuşsa da yanlış anlaşılır hale getiren bir duvar. Bir şehri ikiye bölen Utanç Duvarı dahi yıkılalı on küsur sene olmuşken, aramızda ve içimizde giderek boy veren bir duvar. Berlin'deki bir utanç duvarına bedel, milyonlarca, on milyonlarca utanç duvarı vardı içimizde!

İnsan insandı, insan konuşa konuşa anlaşırdı, aynı düşünce ve inanca sahip insanlar birbiriyle daha rahat anlaşsa da, her insanda farklı düşünce ve inançta da olsa sair insanları anlamalarını mümkün kılacak ortak insan' değerler her hâlükârda vardı. Hem, Rabbimiz, 'konuşup anlaşalım' diye, yekdiğerimizi anlayalım diye, 'empati' gibi eşsiz bir nimetle donatmıştı cümlemizi.

Ama bu topraklarda, iyinin gizlenip kötünün dışa vurulduğu, ortak noktaların gözardı edilip farklılıkların vurgulandığı, anlamanın tu-kaka edilip yanlış anlamanın yüceltildiği hastalıklı bir halin ufuneti vardı ne yazık ki. İyi örnekler gizlenip kötü misaller öne çıkarıldığı için, insanlar ait olmadıkları gruptan insanları yanlış anlıyorlar, doğru tanımıyorlar, yanlış yargılar ve en kötüsü feci önyargılar ediniyorlardı. Her gruptan az sayıda kötü örneğin öne çıkarıldığı bir hastalıklı hal içinde, çok sayıda iyiler, birbirini anlamaya açık ve yatkın iyiler de birbirini anlamaz hale geliyor; zira insanlar kutuplaşıyorlardı.

İnsanlar yaşıyordu burada; her bir insan ayrı bir âlem olarak yaratılmıştı ve her bir âlemin birbirini anlamasını mümkün kılan ortak değerler vardı. Ama arada bir büyük duvar vardı, içimizde milyonlarca içsel utanç duvarı vardı, bunlar bizi bizden ayıran duvarlardı.

***

Yüreğimi yaralayan bir durum da, bu duvarların, onların varlığından en ziyade zarar gören kesime mensup insanlar arasında da var olmasıydı. Bir diğer yürek yakan durum da, öte tarafın 'duvarcı'larına bu taraftan malzeme sağlayan olumsuz örneklerin varlığıydı.

Evet, 'insaniyet-i kübra' idi İslâmiyet; onunla gelen ölçüler insana insanlığını öğretiyor, insana elindeki hamuru en uygun kıvamda pişirip olgunlaştırma imkânı sağlıyor, insanı insan ediyordu. Vâkıa buydu; bu vâkıanın, en mükemmel örneği Hz. Peygamber olmak üzere binlerce yıldır milyarlarca örneği bulunuyordu. Ama, imanın gerektirdiği inceliklerin uzağında olan, üstelik kabalığına 'dindarâne' gerekçeler bularak onun kabalığını inancıyla özdeşleştirmeye yeltenenlere hazır malzemeler sunan insanlar da bulunuyordu aramızda. Böyle gerekçeler bulmasa da, hamlığından, pişmemişliğinden, olgunlaşmamışlığından kaynaklanan davranışlarla yanlış izlenimler uyandıran insanlar da vardı üstelik. İmandaki sekinet halini, huzur halini hiç mi hiç

aksettirmeyen öfkeli bakışlar, keremkâr olmayı tavsiye eden ilâh' vahye rağmen kaba kalabilen kişilikler, rıfkı ve yumuşak huyluluğu tavsiye eden onca hadise rağmen sergilenen sertlikler bir gerçekti ne yazık ki. Evet, bunlar imanın iktizası olan şeyler değildi, bunlar henüz yeterince olgunlaşmamışlığın neticesiydi; ama, öyle yada böyle, nice güzelliği örten bir kılıf işlevi görüyorlardı işte.Ahde vefa göstermeyen bir dindar tüccar, bu hareketiyle bir Kur'ân' emri çiğnemekle kalmıyor; inancına dair laf söylenmesine imkân hazırlıyordu. Bir Kadıköy-Üsküdar otobüsünde ağlayan çocuğuna nasıl tokatlar vurduğunu utanarak ve yüreğim yanarak izlediğim mesture hanım, bırakın

çocuğa vurmayı, düşmanının dahi yüzüne vurmayı yasaklayan Hz. Peygamber'in istediği davranışa sahip olamamanın ötesinde, o otobüste kaç insanın iç dünyasında olumsuz bir dindar imajı uyandırmıştı Allah bilir.Aile hukukunu ihmal ederek dindarlığın aileye sıcak ve yumuşak davranışın engeli olduğu gibi bir izlenime sebebiyet veren insanlar biliyordum ayrıca; herşeye rağmen 'sıla-i rahmi' kesmeyen Hz. Peygamber'in örnekliği hilafına gerçekleşen bu tutum kaç ailede olumsuz düşünce ve yönelimlere sebep olmuş, en azından olumlu yönelimin önünü kesmişti kimbilir?

Bunlar, ilk elde aklıma gelen birkaç örnekti yalnızca. Böylesi başka örnekleri de herkes kendi hayat tecrübesinden çıkarabilirdi. İmanın iktizası olmadığı, bilakis henüz tam bir iman' olgunluğa kavuşmamışlıktan kaynaklandığı halde, böylesi hallerin bizi ayıran duvarın yükselip kalınlaşmasına katkıda bulunduğu da bir vâkıaydı. Açıkçası, duvarın bu tarafında da, öte taraftaki duvarcıların işine yarayan ve bertaraf edilmesi gereken tuğlalar vardı.

***

Ve ne yazık ki, duvarın bu yakasında da, duvarın öte yakasında üretilene benzer basmakalıp düşünceler ve önyargılar vardı. Meselâ, mesture olana kilitlenmiş bir nazar, mesture olmadığı halde beş vakit namaz kılan bir mü'min kardeşini, iman' bir hayatın çok uzağında zannedebiliyordu ne yazık ki. Henüz namaz kılmıyor dahi olsa, imandan bir şube olarak başkalarına yardım edebilme mahareti gösterebilenleri safdışı görebiliyordu keza. Berber dükkanında tanıştığım bir hacıamca at kuyruğu yaptığı uzun saçından dolayı kızdığı ve hakkında söylendiği bir delikanlıyı camide gördüğünde şaşırıp kalmışsa, bu yüzden şaşırıp kalıyordu. Aynı hacıamca, 'Yakından tanımış olmasam hakkında ileri geri konuşup günahını alacaktım' dediği bu gencin birkaç hafta sonra cenaze namazını kılışlarını hüzünle anlatmıştı bana. Ama bu hacıamca artık geri dursa da, at kuyruğu saçlarıyla nice genç dindarlığıyla bildiği insanların büyük kısmından Hz. Peygamberin 'sadakadır' dediği güleryüz yerine asıksurat görmeye ne yazık ki devam ediyordu. Üstelik, sahabiler içinde de topuz yapacak kadar uzun saçları olan, Peygamber torunu Hz. Hasan gibi güzelim simaların varlığına rağmen!

İçinde Hz. Hasan'ın da yer aldığı o Saadet Asrı ki, bizi ayıran duvarı aşmamızı sağlayan binbir tablo taşıyordu gerçekte. O asır ki, İslâm'dan önce Ömer-İslâm'dan sonra Ömer farkını görmüştü gözler. İslâm'dan önce Mus'ab-İslâm'dan sonra Mus'ab, İslâm'dan önce Hamza-İslâm'dan sonra Hamza, İslâm'dan önce Amr-İslâm'dan sonra Amr.. misali nice farkı da görmüşlerdi. Peki, içkiciliğiyle tanıdığımız kaç insanda, vaktiyle içiciliği ile meşhur Ömer ile Hamza'nın yaşadığına benzer bir büyük dönüşüm umabiliyorduk? Kaç yakışıklı ve de giyimine düşkün delikanlıda bir Mus'ab b. Umeyr potansiyeli arıyor; kaç uyanık genç için Amr b. Ümeyye misali bir dönüşüm duası ediyorduk?

***

Yüreğim yanıyor dostlarım; yüreğim senelerdir yanıyor. Ruhları kardeş, kalbleri yakın insanları alıp uzaklara, kutuplara atan bu kalın duvar, yüreğimi yakıyor ve sinirime dokunuyor. Aşılabilir farklılıklar öne çıkarken paylaşılabilir güzelliklerin gizlenmesi karşısında kahroluyorum. Ve hüznümün orta yerinde, bir zamanların duvarın ayrı yakalarında durduğumuz halde gün gelip sımsıkı arkadaş olduğumuz bir gönül dostumun satırlarına uzanıyorum:

'Duyamıyorum sesini,\

Yanımda olduğun halde uzaklarda gibisin.\

Nerelerdesin?'

  06.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut