İyi insanlar, kötü zanlar...

Mona İslam

KABE’DEYİM. NAMAZ saatini küçük kızımla bekliyorum. Yanıma bir genç kız geliyor. Oturuyor ve Kur’an okumaya başlıyor. Sesi öyle içli, öyle yanık ki, “Acaba nereli?” diyorum içimden. Öksürüyor. Yeniden okuyor. Öksürüyor. Hasta belli ki, ama yılmıyor devam ediyor. Hastalığın aczi içinde daha da içe dokunuyor okunan ayetler. Dinliyorum kızı. Bir ara duruyor. Dinleniyor. Ona selam veriyorum. Arapça hasta olup olmadığını soruyorum, Geçmiş olsun diyorum. Kız selamdan sonrasına yanıt vermiyor. Anlamıyor söylediklerimi. Devam ediyorum konuşmaya, nereli olduğunu soruyorum, Arapça, İngilizce, Türkçe peş peşe. Anlıyor dediğimi. Üç dilin karışımı kelimeler sonunda muhatabıma ulaşıyor. İranlı olduğunu söylüyor. İşaret diliyle sorumun aynını bana tevcih ediyor. “Yarı Arap, yarı Türk” diye cevap veriyorum. Kızımı seviyor. Ona çantasından bir paket şekerleme çıkarıyor veriyor. İçinde de kızımın hala “Bir gün İran’a gidersek harcarım” diye sakladığı İran parası. Ezan okunuyor, ayağa kalkıyoruz. Kızımı soluma almak istiyorum, ama o İranlı ablanın yanında kılmak istiyor namazı, o tarafa geçiyor. İranlı genç kız kızımın da, benim de gönlümü fethediyor.

Tavaftayım. Kızımı babasının yanına bıraktım. Tek başına umre zamanında bile tavaf etmek bir kadın için zor. Ama çocukla iyice zor. Bu yüzden yalnızım. Tavafları eşimle nöbetleşe yapıyoruz, sırayla çocuğa bakıyoruz. Yanımdan bembeyaz giysilerle bir grup geçiyor. Genç kızlar, başlarında hocaları olduğu belli bir kadın hepsi baştan topuğa bembeyaz çarşaflar giymişler. Kızların arkalarında Fars alfabesiyle geldikleri şehrin adı yazıyor. Kum. Yanımdalar, onlara sokularak yürüyorum. İslam harflerini okuyabildiğime yeniden şükrediyorum. Güvenli dairelerine sığınıyorum. Aralarına alıyorlar beni gülümseyerek. Artık yalnız değilim. Hocalarını müteakip bir Farisi dua okuyorlar, sıkça Arapça kelimeler geçiyor içinden duanın, tıpkı bizim dualarımız gibi, anlamama yetiyor bu kelimeler. Biliyorum Rahman’dan ne istediklerini. Bırakıyorum duamı, iştirak ediyorum onlara, cemaatte bereket sırrıyla tekrarlıyorum onlarla, amin diyorum tekrar edemediklerime. Gülümsüyorum, dualarımız benziyor.

Medine’deyiz. Namaz saatine daha var. Ama yine de Mescid-i Nebevinin çatısı altındaki cennet bahçesinde olmak arzusundayız. Kadınlarla erkeklerin ayrıldığı bölüme geliyoruz. Eşim bana sarıklı cübbeli İranlı erkekleri gösteriyor. Belki onlar imamlar, belki mollalar bilemiyorum. Ama yeryüzüne inmiş melekler gibi görünüyorlar. Eşim “İslam’ın kıyafeti ne şerefli bir kıyafetmiş, biz neye benziyoruz böyle üzerimizdeki pantolon ve tişörtlerle” diyor. “Namaz kılmaya bile müsait değil bu pantolonlar, adamı daraltıyor” diye ekliyor. Gıpta ile bakıyor onlara. “Bence üzerlerindeki sadece elbisenin değil, ruhlarının da izzeti” diye fikrimi beyan ediyorum. “Evet” diyor “haklısın, ruhani bir farklılık var bu insanlarda.”

İyi bir müslüman her yerde kendini belli ediyor. Takva, bir melek halesi gibi dolaşıyor başlar üzerinde. Sizi çarpan bir rüzgar oluyor insanların giydikleri takvadan elbise, açık ki elbiselerin en güzeli. Şii müslümanlar kahir ekseriyetle güzel insanlar, güleryüzlüler, duada içtenler, gözyaşları çok, size ikramda bulunuyorlar. İmamlarına bağlılar. Ehl-i Beytten gelmiş tüm sünnetlere sadık olmaya çalışıyorlar. Hataları vardır elbet, onlar da bizim gibi insanlar. Nefis taşıyorlar. Ama bana izzetli müslüman nasıl olur dersini verecek kadar emin basıyorlar ayaklarını Allah’ın arzına. Onlardan öğreneceklerimiz var. Muhakkak ki onların da bizden…

Ötekileştirmenin en çirkini, kanaatimce müminlerin birbirlerine yaptıklarıdır. Neler söyleniyor bu insanlar hakkında. Hiçbir şekilde imamlarının söylemediği, kitaplarında olmayan abuk subuk iftiralar atılıyor onlara. Üstelik kendilerini savunamayacakları yerlerde. Bu kabil sözler içimi burkuyor. Evet farklılıklarımız var. Pekala tartışılabilir şeyler bunlar. Ama “Hak sadece bizim, biz en güzeli hem bilir hem yaparız” deme türünden çirkin bakışlar, kendini ayırmalar, ötekini hakir görmeler ne bize ne onlara yakışmıyor.

Batılı bir yorumcu şöyle diyordu: “Hakikatte İslam dünyasında daima iki devlet olmuştur. Türklerin ve İranlıların devletleri. Tarih boyunca bu hep böyle olmuş, diğer devletcikler rotalarını bu iki büyüğe bakarak ayarlamışlardır.”

Büyük olana tevazu yakışır. Büyük olana kendi gibi büyük olanı tanımak ve musafaha etmek yakışır. Küçümsemek, ötelemek, hakaret etmek, bir küçüklük emaresidir. Bırakınız herkes kendi kalsın. Rekabet hayırlı şeylerde olsun. Ama ötekine muhakkak saygı gösterilsin. Üstadın sıklıkla vurguladığı, bizi kuvvetten düşüren, gayrın eline silah veren, şahs-ı manevî-i İslamiye’yi incitmeyelim. Aynamızı kırıp küçük küçük parçalanmış, çok kişilikli, hasta bir bünye olmaktan vazgeçelim. Biz hepimiz tek bir aynayız, ayrı ayrı aynacıklar değiliz, bu yanılgıdan kurtulalım. Gayrimüslim toplumlardan esirgemediğimiz muhatap olma, tanıma, anlama ve hatta sevme çabasını İranlı kardeşlerimizden esirgemeyelim.

Bırakalım farklılıklarımıza Allah hükmetsin, gönüllerimize de muhabbet girsin…

  31.05.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut