HEDİYE ADABI

Zehra Toprak*

ERTUĞRUL BEY, Asım Bey, Sinan ve Sadık Beyler, üniversite yıllarında katıldıkları bir girişim projesinde tanışmışlar, çok ortak yanları bulunduğundan kısa zamanda iyi birer dost olmuşlardı. Dostlukları üniversiteye has kalmamış, tevafuken aynı iş yerine başvurmuşlar ve başvuruları kabul edilmişti. Artık, bütün hafta içi birbirlerini görebildikleri gibi, hafta sonları da dostluklarını ebedileştirme yolunda Cenab-ı Hakkı tefekkür için bir araya geliyorlardı. Kurdukları aileler de bu dostluğa engel olmamış, hatta onlar da bir arkadaş grubu oluşturmuşlardı. Ta ki birkaç ay öncesine kadar. İşyerinde çıkan ufak bir pürüz Ertuğrul ve Sinan Beyleri karşı karşıya getirmiş, ciddi anlamda birbirlerini incitmişler, uzun bir süre de konuşmamışlardı. Bir-iki ay sonra Ertuğrul Bey, küslüğün kimseye fayda getirmediğini düşünerek ilk adımı atıp konuşma sürecini başlatmıştı.

Ne var ki, her şey eski hale dönüvermedi. Sinan Beyin kırgınlığı geçmemiş olacak ki, hâlâ Ertuğrul Beye soğuk davranıyor, onun her söylediğine ters cevaplar veriyor, haklı haksız onu eleştiriyordu. Bu durum sadece Ertuğrul Beyi değil, diğer gurup üyelerini de üzüyor, rahatsız ediyordu. Birkaç kez durumu yumuşatma girişimlerinde bulunmuşlar, ama başarısız olmuşlardı. Ertuğrul Bey de yerli yersiz Sinan Beye övgülerde bulunuyor, Sinan Beyin yumuşamayan kalbine ciddi anlamda merhemler sürmeye çalışıyor, nedense olumlu sonuç alamıyordu. Gün geçtikçe iş ortamında bulunmaktan ve hatta hafta sonları manevi âlemlere birlikte yaptıkları yolculuklardan bunalır olmuştu. Dörtlü dost ortamının bozulmasına sebebiyet verdiğinden de kendini ciddi anlamda suçlu hissediyordu. Bu huzursuz hali ev hayatına da yansımış; eşi, çocukları ağzından kelimeleri kerpetenle alır olmuşlardı. Sonunda eşi müdahale edip yol göstermek istedi:

“Böyle işin içinden çıkılmadığı durumlarda hadis-i şerifleri izlemekte fayda var. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ‘Hediyeleşmek muhabbeti arttırır’ diye buyuruyor ya, bir de bu yolu denesen, ne dersin?”

Bu güzel öneriye ne denirdi? Hemen hediye vermenin uygun zamanını aradı. Hikmet-i İlahi, yakın bir zaman üniversiteden mezuniyetlerinin onuncu yıl dönümüydü. Hediye için iyi bir bahane... Her şeyi ince düşünmüş, durumdan Sinan Bey rahatsızlık duymasın diye, diğer grup üyelerine de hediyeler almıştı. Fakat Sinan Beyin hediyesini özenle seçmiş, seçerken de oldukça vakit harcamıştı.

Beklediği gün gelmiş, içi heyecan doluydu. Erkenden işyerine gelip herkesin hediyesini masalarının üzerine koydu. Üstlerine küçük birer de not eklemişti. Acaba Sinan beğenecek mi, nasıl karşılayacak, aradaki buzlar eriyecek mi? Bu tür binbir endişe ve düşüncelerle yerine oturup beklemeye başladı. Dostları gelmişler ve hediyeleri fark etmişler, bu ilginç duruma biraz da şaşırmışlardı.

“Ertuğrul bu ne yahu, bizden habersiz ikramiye mi aldın, yoksa mirasa mı kondun?” dedi Asım Bey. Sadık Bey durumu farketmişti ki, işin aslını kurcalamadı: “Üzümünü ye bağını sorma oğlum, aç hediyeni haydi.” İkisi de hediyelerini açmışlar, oldukça memnun olmuşlardı. Sadık Bey hediyesini hemen üzerine takmış, teşekkürlerini canı gönülden sunmuştu. Fakat Ertuğrul Beyin gözü sürekli Sinan Beydeydi. Sinan Bey diğerlerinin ısrarı üzerine hediyesini isteksizce açmış, açar açmaz hediyesine göz ucuyla bakıp, yüzünü buruşturarak masaya bırakıvermişti. Ancak on-onbeş dakika sonra Ertuğrul Beyin yüzüne dahi bakmadan “Ne gerek var, zahmet etmişsin” dedi. Ertuğrul Bey ciddi analmda durumdan rahatsız olmuş, yüzü asılmış, ne diyeceğini nasıl davranacağını şaşırmış, durumun ağırlığından hafifçe gözleri dolmuştu. Sadık Bey gergin ortamı yumuşatmak için “En fiyakalısı da seninkiymiş Sinan, götürdün malı” dedi. Sinan Bey hala inadında kararlıydı: “Beğendinse bunu sen al istersen, ben zaten böyle şeyleri kullanmam.” Ertuğrul Bey, duruma daha fazla tahammül edememiş, kendini dışarı atıvermişti.

O gün nasıl geçti, eve nasıl geldi, hiç bilmiyordu. Evde de tüm akşam konuşmamıştı. Bu suskunluğunun sebebini de ne çocukları ne de eşi sormaya cesaret edemedi. Bütün hafta boyunca işe gelişleri gidişlerinde sanki üzerinden silindir geçmiş gibi ezik, kırgın, durgundu. Hafta sonu programlarına gitmeye cesaret edememiş, kendini bir parka, aslında düşüncelere atmıştı. Ne umarken ne bulmuştu. Böyle olmamalıydı. Durumu hazmedemiyordu. İnsan nasıl bu kadar katı olabilirdi, hediyeye karşılık böyle mi olurdu, hediyenin büyüğü küçüğü, güzeli çirkini olur muydu? Hediye adabına göre, bir hediye alındı mı memnun olunur, memnuniyetle teşekkür edilir, mümkünse hemen kullanılırdı. Bütün bunlar bir yana, adeta hediye yüzüne çarpılmıştı. Gururu o kadar incinmişti ki, bu düşüncelerden sıyrılamıyordu. Keşke bu işe hiç girişmeseydi.

“Olur mu böyle düşünce? Sen halis niyetle bu işe giriştin, zararlı çıkmazsın. Hadis-i şerifle yola çıkan yolda tökezlemez. Biraz sabırlı ol, mutlaka iyi sonuçlar elde edersin. Yaptığı hatayı er geç anlar, dile getirmese de mutlaka kalbi yumuşar” diyen eşi haklıydı. Sünnete uyan mutlaka feraha ererdi, bu işin bir hikmeti olmalıydı. Ama incinen gururu bu düşüncede yoğunlaşmasına izin vermiyor, sürekli arkadaşını eleştirme yolunda ilerliyordu. Televizyon izlerken, gazete okurken, yemek yerken, yatarken sürekli uğradığı haksızlığı düşünüyor, acıyan kalbini soğutamıyordu. O hafta sonunun hiç bitmesini istemiyor, bu düşünce ve kırgınlıkla işe nasıl döneceğini bilmiyordu. Pazartesi sabahıydı. “Allahım, ben iyi niyetle hadis-i şerifi önüme önder bilip yola girdim sen kalbimi ferahlat” diye mırıldanarak kalktı yatağından, kahvaltısını yapıp isteksizce işin yolunu tuttu

“Hay Allah, yine tökezledi bu araba. Daha geçen hafta tamirden geldi, şu yaptığına bak. Allah Allah… Sıfır araba alıyorsun, şu başına gelenlere bak, tamirden çıkmıyor, araba değil baş belası…” Zaten sinirliydi, bir de üstüne bu olay… Bir anda durakladı, kızgın yüzü yumuşadı. Beyninden geçen düşünceler, kalbine doğan ışık, ışıktan öte bir nur ve gözlerinden dökülen yaşlar… Arkadaşını eleştirmişti, ayıplamıştı, kırılmış, kırgınlığını atamamıştı. Hediye adabına uymadığı için, bir hediyesini—üstelik ona uyup uymayacağını bilmeden, zevkini bilmeden aldığı hediyeyi—beğenmediği, takdir etmediği için. Peki ya kendisi ondan farklı mıydı, hepimiz farklı mıydık?! Tıpkı bu araba gibi her gün Cenab-ı Haktan gelen, bir değil binlerce hediyenin, ikramın kaçını hediye adabı çerçevesinde kabul ediyorduk? Çoğu kez ikramı dahi fark etmiyor, bencillik edip sahiplenmiyor muyduk? Bırakalım şükranı, şükrümüzü kerelerce ifadeyi; kör nefsimize, at gözlüklü isteklerimize uymayan en ufak bir yönü oldu mu, hemen şikâyetlere, isyanlara başlamıyor muyduk? Halbuki “Yaratan bilmez mi?”* sırrınca bizim için şu an ve gelecekte neyin uygun, neyin doğru neyin hayırlı olduğunu ezelden bilen Halikımızın bize en uygun olan ikramlarına karşı şükran borcumuzu ödüyor muyduk? Aksine küstahça eleştiriyor, beğenmiyor, adeta ikramı çarpıyorduk. “Şöyle olsaydı böyle olsaydı, şöyle olmasaydı böyle olmasaydı…” Şükürsüzlük, Mün’imi görmemek bilmemek, inama karşı isyan etmek en çok yaptığımız şey değil miydi?

Kalbinden zihnine akan bu hikmet dersi Ertuğrul Beyi ferahlatmış ve hatta ağlatmıştı. Hadis yolunda gelen bu hikmet dersi ikramı için “Elhamdülillah”ı ve sonra bunca zaman eksik bıraktığı hediye adabı için “Estağfurullah”ı dilinden düşürmedi.

  21.05.2008

© 2021 karakalem.net, Zehra Toprak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut