“Sizin hiç babanız öldü mü?”

Mona İslam

BEN MEKTUP yazmayı çok severim. Artık mektup yazılacak insanlar da kalmadı ya hayatımda. Yine de duygularını bir insan için, sırf onun için kağıda dökmek, onun için özel bir kağıt ve zarf seçmek, postaneye kadar yürüyüp, o bu zahmete değer diyerek postalamanın, sevgiyi anlatmanın çok değerli bir yolu olduğunu düşündüm hep. Sarılmaktan, öpmekten daha latif bir yol. Belki uzakta çok sevdiğim olduğu içindi kimbilir…

Hayatımda en çok mektup yazdığım adam babamdı. Tuhaf değil mi, çoğu insan babasına tek bir mektup bile yazmamıştır. Ben hayatım boyunca babamdan uzakta yaşadım. Onu arada sırada gördüm. Onunla tek iletişim biçimim o harikulade elyazısıyla bana yazdığı mektuplardı. Bana göre babam Latin harflerini bu kadar güzel yazabilen tek Arap’tı. Ben de ona çok yazdım. Belki bu yüzden hala kırtasiye ve kitapçılara girdiğimde, mektup kağıtlarına, cicili bicili kartlara bakar, bir-iki tane almadan duramam. Maalesef artık onları yollayabileceğim biri yok.

Dört yıl önce ona bir mektup yazdım. Bu yazı o mektuba bir istiğfardır. Yahut melekler tercüme etmeye niyetlilerse, babama bir özür. Çünkü ben ona hep İngilizce yazardım. Rüyalarımda bile hala onunla İngilizce konuşurum. O mektupta ona tüm sitemlerimi yazmıştım; tüm teessüflerimi, tüm ayrılık acılarımı. Bana küsmedi. “Kalbim sıkıştı, ama Mona benim kızım. Ona kızamam” dedi. İçten içe haklı olduğumu biliyordu elbette. Ama ben bu olaydan sonra bir daha ona elime kalem alıp yazmadım. Cesaret edemedim. Bir yıl içinde de babam öldü. Hep yüzyüze konuşmak için bir şansımız daha olur sanırdım. Bazen en sevdikleriniz size tek kelime etmeden terk ederler sizi. Vedanın en acıtanı da budur. İşte tam da bu yüzden insan en sevdiklerini en zor affeder. Veda etmeden bir çift güzel söz söylemeden çekip gittikleri için. Kimbilir belki de mecburdurlar…

Bugün ölümünün üçüncü yıldönümü. Ben hala pişmanlık gözyaşları döküyorum. Tüm çabamı, onun hayatını devam ettirmek için gösteriyorum. Her gün aynaya baktığımda onun yüzünü görüyorum. Gözlerim onunkilere benziyor. Onunkine benzeyen tüm gözlerle beraber seviyorum gözlerimi. Onun gibi bakıyorlar mı? Sanmıyorum. O bana baktığında olağanüstü bir varlığa baktığı gibi bakardı. Sanki gökten inmiş bir melek, yahut bir peri kızıydım onun gözünde. Kusursuz, büyüleyici. Sanırım tüm babalar kızlarına böyle bakarlar. O gittiğinden beri hiçbir ayna güzel göstermiyor beni. Onun aynasında görünen gerçekten ben miydim, benim ruhumu mu görüyordu bilemiyorum. Ama gözleri ışıldardı üzerimde dolaşırken. Ondan sonra kimse öyle bakmadı bana.

Tüm sözlerimi dikkatle dinlerdi. Her hareketimi incelerdi. Böyle insanlara hayran olmuşumdur daima, pürdikkat gözleyebilen insanlara. Ben bunu pek başaramam. Sanırım çok konuştuğumdan. Babamla da çok konuşurdum. Bazen bozuk İngilizcemi tek tek düzeltirdi. Keşke bana Arapça öğretseydi derdim zaman zaman. Ondan sonra biraz öğrendim ama, onunla anadilinde hiç konuşma şansım olmadı. Bunu çok isterdim. Çünkü onun sesi en güzel bir edip edasıyla konuştuğu Arapça’da çıkardı. Asla sokak dili konuşmadı. Bunun Arapça üzerinde bir İngiliz oyunu olduğunu söyler dururdu. Dile, kelimelere aşıktı; özellikle Arapça’ya. Bana Arapça ve İngilizce kelime oyunları, uyaklı fıkralar, şiirler, şarkılar öğretirdi—Mısır Amerikan Kolejinde (Victoria College) anasınıfında öğrendiği. Dile çok önem verirdi. Keşke dili onun gibi şiirsel kullanabilsem. Babamdan ötürü hala Arap aksanıyla İngilizce konuşanları içim titreyerek dinlerim.

Annem ellerin babana benziyor der. Ama baktığımda klavyeye dokunan eller onun elleri. Hayatımda gördüğüm en güzel erkek elleriydi babamın elleri. Belki bu yüzden insanların önce ellerine bakarım. Eller belirli bir biçimdeyse bana güven verir o insan. Ofisinde evde çalışırdı babam. Güzel dolmakalemleriyle yazığı Arapça yazılara bakardım. O zamanlar daktilo ile çalışırdı meslektaşları. O elleriyle yazmayı severdi. Bir yazardı, şairdi, editördü. Uzun yıllar bir gazete ve bir dergi için editörlük ve yazarlık yaptı. Anneme yazdığı şiirler vardı. Amcamın tarifiyle iflah olmaz bir romantikti babam. Kağıt tomarları, çeşit çeşit kalemler ve babam. Onlarda kaybolmayı severdi.

Sessizce odasında onu izlediğim, kitap okurmuş gibi yaptığım zamanlarda, bazen başını kaldırır, bana bakardı. Uzun uzun bakardı, “Yazmalısın Mona” derdi. Yapabileceğime hiç inanmadım. Yıllar sonra babam gibi evinde çalışmayı seven başka bir yazar beni cesaretlendirinceye kadar. Kendisine müteşekkirim. Bazen onu babama benzetiyorum. Kuşkusuz o kadar yaşlı değil. Ama bana yazıp çizme konusunda babalık yaptı. Dilerim babamın da bundan haberi vardır. Dilerim ismini de, kalemini de devam ettirmeyi başarabilirim; zira bu yüzden yazarken babamın soyadını kullanıyorum, başka bir dilde, başka bir ülkede de olsa. Onun devamı olmak tüm çabam.

Uzaktaki sevgiliyi babamdan öğrendim ben. Arada ne kadar mesafe olursa olsun, görmesem de, konuşmasam da sevgimi taze tutmayı. Özlemle başa çıkmayı. Bir bakışa, bir cümleye bir senelik anlam sığdırmayı. Küçük zamanlara, birkaç sözcüğe sığdırılmış latif manaları ebediyete yolladım her sevgiliyle. Bir gün babam gibi hepsini karşımda bulma dileğiyle.

Kur’ân’ı bana o sevdirdi, özellikle Vâkıa suresini. Okur ve İngilizce’ye çevirirdi. Geniş bir hadis bilgisine sahipti, ravileri tek tek sayardı; utanarak söylüyorum, çok sıkılırdım. Ama bugün bile sünnette ittiba edebildiğim herşey onun bana küçükken öğrettiği şeyler. Bana küçük not kağıtları gönderirdi. Üzerinde “Pray five times a day, pray for baba habîbetî” (Beş vakit namaz kıl, babana da dua et sevgilim) gibi notlar yazan. Tek “habîbetî” bendim, anneme böyle hitab etmezdi. ‘Sevgili’ benim ünvanımdı, hiç kimseye de babama olduğum kadar sevgili olmadım. Kızardım ona daha uzun yazmadığı için, sürekli namazı hatırlattığı için. Seni özledim, seni seviyorum yazmasını isterdim. Şimdi biliyorum ki, bana bıkıp usanmadan yolladığı namaz notları bir tür “Seni çok çok seviyorum” demekmiş. Gördüğüm bir rüyada bana o not kağıtlarını gösterdi. “Bunlar bana şefaat etti” dedi. İnanıyorum ki öyle de oldu.

Uzun uzun tarih sohbetleri yapardı benimle. Kocaman bir haritası vardı ofisinin duvarında. Sözcükleri bugün bile kulaklarımda. Cümlelerini bu kadar iyi hatırladığım, her kelimesini ezberlediğim iki kişi oldu hayatımda, sözlerinin muhakkak doğru olduğuna inandığım iki kişi; biri babamdı. Ne çok severdim anlattığı peygamber kıssalarını. İlkçağ tarihi hikayelerini. Uzun uzun namaz kılardı. Secdede çok kalırdı, hıçkırıklarını duyardım. Hiçbir hafızın sesi beni babamın okuduğu Kur’ân kadar etkilemedi. Hala onun Kur’ân’ından okuyorum. Üzerinde yazılı Arapça şerhlerde parmaklarımı gezdiriyorum. Bir kere, bir kere daha okuyorum babam için. O okumuş sayılsın istiyorum. Hâlâ onun seccadesinde namaz kılıyorum. O seccadede yanıma oturduğunu, bana bazı tesbihleri öğrettiğini gülümseyerek hatırlıyorum.

Araplar isimlerini devam ettirmek, maddi manevi miraslarını bırakmak için genellikle oğullarını seçerler. Babamın iki kızı, bir oğlu vardı. Ama o içlerinden beni seçti. Bu kardeşlerimi sevmediğinden değildi şüphesiz. Ama ona tüm sülalenin şehadetiyle en çok ben benzerdim. Şimdi o gitti, ben onun yerine yaşamaya devam ediyorum. Yaşlandıkça daha da babama benziyorum. İlgi alanlarımla, hoşlandıklarımla, zaaflarımla, romantik ve kırılgan kalbimle. Hayatın içinde donandıkça babamı daha iyi anlar oluyorum. Sanırım bu benim sevme şeklim, sevdiğime benzemeye çalışmak; ben bunu hep yapıyorum.

Kahire sokaklarında babamın gençliğinin izlerini aradım, Cidde sokaklarında soluğunu duydum. Bugün oturduğu dededen kalma ev, bir zamanlar eski Cidde’nin en çok misafir ağırlayan, önce Sefir dedemin, sonra gazeteci babamın konuklarıyla dolup taşan o ev, harabe durumda. Çocukluk fotoğraflarımda kalmış tüm mobilyalar sadaka dağıtılmış. Babamın Arapça, İngilizce, Osmanlıca, Almanca kitaplarla dolu kütüphanesi amcamın evinde. Ben sadece Osmanlıca olanları aldım. Diğerlerini zaten Türkiye’ye taşıyamazdım. Eve girmek istedim. Eşim ve kızkardeşim ağlamamı durduramamaktan endişe edip izin vermediler. İyi de etmişler. Zira çocukken koşup oynadığınız bahçeyi, babanızla mango topladığınız ağacı, benim odam dediğiniz odayı ıpıssız ve metruk görmek çok can yakıcı.

Hiçbir özlem baba özlemine benzemiyor. Hele söylenmemiş çok sözünüz varsa. Ama ben ölümün ayrılık olmadığına inanırım. Zira sevdiklerimden dünya hayatında daha çok ayrı kaldım. Babamı ölümünden sonra, sağlığında gördüğümden daha sık görür oldum. Ölümün serbest bıraktığı ruh, dünyevi şartlardan, mesafelerden azade olunca görüşmeler sıklaşıyor. Artık biliyorum ki, ölüm sevdiklerimden ayırmayacak beni, bilakis daimi bir kavuşma olacak. Bana bıraktığı, üzerinde “Ya Sabır” yazan yüzüğü parmağıma büyük gelse de yanımda taşıyorum. Tüm ayrılıklara sabrediyorum böylece Sabur ismine tutunarak. Babamın çokça söylediği şu cümlesini tekrar ediyorum ben de: “I may not be totally perfect, but parts of me are excellent”. Hakikaten de, mükemmel değildi ama çok özel yönleri olan bir adamdı o.

Bana hiçbir şey bırakmadıysa, Vâkıa sûresini miras bıraktı. Bu yüzden, herkes ölmüşlerine Yasin okurken ben babama Vâkıa okuyorum, her seferinde ‘Ashhabu’l-yemîn’den olması duası ile. Benim için berzah babam gittiğinden beri çok tanıdık, çok enis bir yer artık. Çocukluğumda her yaz gittiğim Cidde şehri kadar yakın, onun kadar baba yurdu. Onun kadar ılık, sevecen, sımsıkı kucaklayan.

“Sizin hiç babanız öldü mü?” Gözlerinizin önünde bir dağ çöktü mü? Yıldızlar tek tek başınıza döküldü mü? Hiç güneş doğmayan bir sabaha uyandınız mı?

Rica etsem siz de babama bir fatiha gönderir misiniz?


Not: “Sizin hiç babanız öldü mü?” cümlesi bir Cemal Süreyya şiirinden alıntıdır.

  22.05.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut