Denemeler

Amerika Dedikleri

LUFTHANSA HAVAYOLLARINA ait devasa uçak Atlas Okyanusunu geçip önce Kanada’nın kıyı adalarını, sonra Boston’u geride bırakıp yavaş yavaş alçalmaya başladığında, Allah’ın arzındaki yeşille mavinin buluştuğu, ormanlar ve küçük göllerle süslü bir diyara adım atmaya hazırlanıyor olduğumuzu anlamış durumdaydık. Uçağımız yüzelli, belki de ikiyüz kilometre uzunluğundaki Long Island üzerinden gitgide yollardaki arabaların renginin seçileceği kadar alçalarak New York’a yaklaşırken, Amerika’ya dair ilk izlenimlerimi edinmiş sayılırdım. Altımızda uzanıp giden Long Island, biri biterken diğeri başlayan geniş bahçeli, havuzlu, kimbilir kaç odalı lüks yazlıklar, malikâneleriyle, bu ülkenin zenginlik derecesine dair bir fikir veriyordu insana. Ötelerde Connecticut’un muhtelif bölgelerini tepeden de olsa tanımaya çalışırken ise, Amerika’da, Türkiye’de alışık olduğum türden bir yerleşim beklememem gerektiğini az-çok anlamış sayılırdım.

Ayağımız yere bastığında ‘Amerika gerçeği’ adına gözümüze ilk çarpanlar ise, 11 Eylül sonrası bu ülkeye ilk inen uçaklardan birinin yolcuğu olmamıza karşılık, geldiğim ülkenin sittin senedir alışık olduğum üniformalı ve silahlı insan manzaralarından uzaklığıydı. ABD’ye giriş anındaki kontrollere dair önceden duyduğumuz söylentilerin, gerçek bile olsalar, ‘genelgeçer’ olmadıklarını anlamış haldeydik bu arada. Zira, ne zaman ‘sıkı kontrol’den geçeceğimizi merak eder halde ilerlerken JFK havaalanının çıkış kapısında bulmuştuk kendimizi.

Oradan gerisi, ihtimal ki Amerika’ya her gelenin ilk anda yaşadığı türden izlenimlerdi. Geniş yollar, işaretlerle başarılı bir şekilde yönlendirilmiş bir trafik sistemi, yüzde doksanı içinde tek kişi barındıran arabalar, New York banliyölerinin yüksek ama bakımsız gökdelenleri, soluk çehreli apartmanlar, ama onlardan da fazla, iki katlı, bahçeli müstakil evler, ormanlar, göller. İlk saatlerin bu izlenimlerinin ardından ise, ilk günlerin taze izlenimleri gelecekti: ağaçlı ve geniş sokaklarda her yaştan ve renkten koşu yapan insanlar, bahçesinde çim kesen insanlar, rastladığı hemen herkese tebessüm dağıtıp selam veren insanlar...

Bu ilk günlerin bende bıraktığı en derin iz, gözümle gördüğüm Amerika ile ‘filmlerdeki Amerika’ arasındaki farktı. Filmlerdeki Amerika da, bir Amerika gerçeğiydi muhtemelen. Ama koca Avrupa’dan daha geniş bu ülkenin, filmlerde görülenden ibaret olmadığını anlamış durumdaydım. Filmlerde görülen Amerika ile gözümün gördüğü arasındaki en önemli benzerlik, şehir merkezleri hariç, bu ülkenin evlerinin gerçekten bahçeli, ahşap, iki katlı, geniş evler olduğu gerçeğiydi. Ama, geldiğimiz şehirde, Amerika’nın filmlerine hakim olan açık saçık sokak manzaralarına rastlamış değildim. Öyle ki, geldiğimiz şehrin İstanbul’dan daha mazbut olduğu dahi söylenebilirdi.

Bu diyarda insanı ilk anda sarsan bir diğer olgu, insan olarak ‘kendisine değer verildiği’ni hissettiren düzenlemelerdi. Trafik ‘yaya’ya öncelik tanır şekilde düzenlenmişti meselâ. Sokak başlarında karşıya geçerken yayanın ‘önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa’ bakması değildi kural sözgelimi; araba sahibinin durması, yol kenarında yaya varsa beklemesi, o geçtikten sonra yola devam etmesi kuraldı. Hemen her yerde, yaşlılar ve sakatlar için özel park yerleri ve tuvaletler vardı. İnsanlar arası diyaloglarda ‘selam,’ ‘iyi sabahlar’ ‘iyi günler,’ ‘teşekkür ederim,’ ‘özür dilerim’ gibi sözler, tanıdık yabancı hemen herkese karşı çokça kullanılmaktaydı.

Dünyanın en büyük askerî gücüne sahip bu ülkede üniforma, silah, askerî araç, kışla gibi sürekli ‘izlendiğinizi’ hatırlatan unsurlara gündelik hayatın içinde rastlanmayışı da dikkat çeken bir vâkıaydı. Bir polis yüzü görmeden geçen haftalarım oluyordu meselâ. Doğup büyüdüğünüz diyarda silahlı insanların gölgesinde gizli bir ‘otokontrol’ yaşadığınızı, burada farkediyordunuz.

Bir başka husus, kablosuz izlenebilen en büyük TV kanallarının, bütün müptezelliklerine rağmen, kendi ülkemizdeki fütursuzluğun gerisinde olmalarıydı. Öte yandan, şehirler arasında dolaşırken, kiliselerin, sayıca zannettiğinizin çok çok üstünde olduğunu görüyordunuz. Zaman içinde, sivil toplum kuruluşlarının çok güçlü olduğu ve çok iyi örgütlendiği bu ülkede, kilisenin ‘sivil toplum’ içindeki gücünü de farketmeniz mümkün oluyordu.

Diğer taraftan, her bir Amerikan şehri, dünyanın özeti gibiydi sanki. Filmlere hakim olan sarışın uzun boylu Agnlo-Sakson görüntüsünün aksine, şehir merkezleri siyahların ve Hispaniklerin ağırlıkta olduğu; ve hemen her ırktan insanın buluştuğu mekânlar gibiydiler. Her dilin konuşulup her türden dinî inancın tatbik imkânı bulduğu bu ülke, insana ‘çeşitlilik’ ve ‘çoğulculuk’ mesajı taşıyordu insana.

Velhasıl, edindiğim ilk izlenimler, bu ülkenin, yeşillikler içinde kâinatla başbaşa olan insanların özgürce yaşadığı bir ülke olduğuydu. Özgürlük, farklılığa tahammül; zihnimize ilk kazınan özellikler bunlardı.

İhtimal ki, bunda, öz vatanında ‘öteki’leştirilmiş insanlar olarak, ‘bizi ayıran duvar’ın hüznünü onca senedir yaşarken çekegeldiğimiz gönül acılarının da rolü vardı.

* * *

Gerçi, gelirken, artı veya eksi özel bir önyargıya sahip olmadan bu diyara gelme konusunda kendime defaatle telkinde bulunmuş durumdaydım. “Yahu bizim gibisi yok” demek için de, “Adamlar bir başka canım!” demek için de bu kadar yol tepmeye gerek yoktu doğrusu. Hem, kibir ve tezellül, ikisi de mü’mine yakışmayan duygulardı. Birinci elden Amerika gözlemlerine, Amerika’nın benim gördüğümden ibaret olmadığını da unutmadan, önyargısız bir gözle başlama niyetindeydim.

Maamafih, günler ilerledikçe, ilk elden izlenimlerimi ya tadil, ya tashih etme ihtiyacını hissettiren gözlemlerim yahut tecrübelerim sözkonusu olacaktı. Bir de, yeni, yepyeni gözlemler eklenecekti hafıza arşivime.

‘Amerika’da hayat’a intibak sürecinde ilk karşılaştığım, hemen her işiniz için büyük, çok büyük, birçoğu Amerika çapında yüzlerce, binlerce mağazası bulunan firmaların devasa mağazalarına müracaat mecburiyetinde kalmanızdı sözgelimi. Bu kadar büyük işlerin yürümesi için yüz milyonlarca, belki de milyarlarca dolar sermayeye ihtiyaç olduğu ortadaydı. Bu sermaye ise, öyle herkeste ve bir çırpıda bulunamayacağına göre, filmlere konu olan ‘Amerikan rüyası’ makyajını kolayca silmem mümkün olmuştu. Amerika’da, gündelik hayata da deyim olarak yerleşmiş bir ‘corporate America’ gerçeği vardı kısacası. Üç gencin elindekini avucundaki az miktar parayı azimleri ve yetenekleri ile mezcedip bir iş kurması gibi şeylerin bu diyarda yürüme şansı, bizdekinin çok çok altındaydı. Zira, gitgide Amerika’nın küçük ve silik bir kopyası olmaya meylettiğini gördüğüm diyarda da küçük teşebbüsleri yutmaya başlayan büyük mağazalar, şirketler, ortaklıklar zinciri içinde, bu büyük şirketlerin her türlü fiyat oynaması imkânı varken, küçüklerin yaşama imkânı neredeyse hiç yoktu. Anlamıştım ki, gerçekçi bir Amerikalının en büyük hayali, olsa olsa, büyük şirketlerden birinde iyi, sağlam bir iş edinmek olabilirdi. Yahut, bir şirketten diğerine iyi atlamalar gerçekleştirebilmek. Ortalama bir Amerikalının hayali bu iken, Amerika’yı ‘filmlerdeki rüya ülkesi’ zannedip ‘rüya’sını bu ülkede gerçekleştirmeye niyetlenenlerin büyük çoğunluğunu burada bekleyen ise, kâbustu; bunu birinci elden gözlemlerle de görebilirdim. Bunun istisnaları, ‘beyin göçü’nün ürünleri olarak buralara gelen yetenekli, yetişmiş insanlardı. Ama, bu ülkeye göçen insanların yüzde on-yirmisi bu durumda ise, geri kalanı bu ülkede bu ülke insanının yapmak istemediği işleri düşük ücretlerle yapıp ancak geçinme durumundaydı.

Mücavir alanıyla birlikte bir milyona yakın nüfus barındıran yaşadığım şehrin İspanyol mahalleleri de; Polonyalı, Ukraynalı, Bosnalı, Filistinli, Pakistanlı, Hindistanlı göçmenlerin yoğunlaştığı kesimi de bir örneğiydi bunun. Zenci mahallelerini her dolaşmamda yüzlerde okuduğum ise, mutsuzluk ve tükenmişlik duygusuydu zaten.

Velhasıl, kapital-izm makbul birşey değilse benim nazarımda, ‘Amerikan hayat tarzı’nı sevmem mümkün olamazdı. Zira, ABD kelimesi, handiyse, kapitalizmle eşdeğerdi.

* * *

Kapitalizmin Amerikan hayatında dini bile dönüştüren bir gücü olduğu aşikardı. Ortalama bir Amerikalı, birebir muhatabiyetlerden anladığım kadarıyla, kendini ‘dindar’ gören veya ‘dindar’ görülmekten memnun olan insanlardı. Hıristiyanlığın tarih içinde yaşadığı değişimle geldiği noktada kiliselerdeki ibadetin aldığı ‘suyunun suyunun suyu’ biçim bir tarafa, ‘dince kutsal sayılan’ şeylerin nasıl kapitalizme kurban gittiği Amerikan sahnesinde apaçık görülebiliyordu. Meselâ, bir Şükran Günü, arkaplanında dinî bir saikin yer aldığı bir zamandı. Noel de öyle. Ama, bugünün Amerikan toplumunda, bu gibi olayların ‘dinle ilgili’ tarafının kalıp kalmadığı, bu iki dönem arası alışverişe taşınan, büyük mağazaların önündeki binlerce arabalık parkyerlerini dolduran insanların iş o günün kutlaması için kiliseye gitmeye gelince fire vermesinden anlaşılabilirdi. Velev ki fire verilmesin; o kadar alışverişin Şükran Günü yahut Hz. İsa’nın doğumuyla alâkası neydi ki?

O yüzden, Amerikan ‘ibadet’ tarzını ifade için, ilgili iki İngilizce kelimeyi, ‘worship’ (ibadet) ile shopping’i (alışveriş) birleştirip ‘worshopping’ kelimesini bu dile kazandırma gibi bir denemem dahi sözkonusuydu.

Öte yandan, kiliselerde de, kapitalizmin soğuk yüzünün izlerini, ihtida öykülerini okuduğum birçok muhtedinin Pazar ayinlerinin ‘kimin ne kadar iyi giyindiği’ne dair bir dedikodu vesilesine dönüşmesinden duydukları rahatsızlığı ifade etmeleri dolayısıyla önceden bildiğim gibi; artık ‘ayin’in bir parçası olmuş ‘para toplama’ ritüelinden, yahut Allah indinde diz çöküp secdeye kapanamayanların oturduğu sıraların çekmecelerine konmuş ‘isim-adres-paranın miktarı...’ zarflarından da anlayabilirdim.

* * *

Dini dahi dönüştüren ve kendine râm eden kapitalizmin merkezî rolünü keşfettikten sonra, kapitalizm eksenli bir gizli hegemonyayı ‘özgürlükler’ alanında da farketmeye başlıyordu insan. En temel ihtiyaçlar için dahi, kimisi binlerce, kimisi onbinlerce çeşit mal içeren mağazalara gitme durumunda kalan; bu arada, almayı planlamadığı şeylere planladıklarından daha fazlasını ödeyerek eve dönen insanlar, zahirde, bunu ‘özgür seçimleriyle’ yapıyorlardı; ama, en temelde, durum bu muydu gerçekten? Hem, bu ‘özgürlük’ ortamı nasıl birşeydi ki, insanlar siyasal alanda iki partiden birini seçmeye mahkum oldukları gibi, hayatın sair alanlarında da, birkaç seçenekten birini seçmek zorundaydılar. Canı meşrubat çektiğinde Pepsi ile Coca Cola arasına, katıksız meyve suyu çektiğinde Tropicana ile Florida Natural, çorba çektiğinde Campbell ile Pillsbury arasında sıkışmış, çikolata dendiğinde ise Hershey’s’den başkasını düşünemez hale gelmiş insanlar—bütün bu markaların ürettiklerinin gerekliliği bir yana—gerçekten özgür müydüler? Televizyon reklamlarıyla ve raf dizaynlarıyla azdırılmış bir tüketim ortamında sağlıksız, dengesiz ve fazla yiyen bir toplum; insanların zayıflamak isteseler de yemeden duramaz hale geldiği bir toplum; nüfusunun yüzde 61’i şişman olarak kayıtlara geçen bir toplum ne kadar özgür bir toplumdu ki? Meyve yerine suyunu içer hale gelen, herşeyi ‘zaten hazır’ halde almaya alıştırılmış, hesap makinesi bağımlılığıyla beyni en basit aritmetik işlemler karşısında bile donuklaşmış bir toplum ne derece ‘açık’ bir toplum olabilirdi ki? Daha da vahimi, kıvırcıkların saçlarını düzleştirdiği, siyahların saçlarını sarıya boyadığı bir toplumun, gereğince çoğulcu, yeterince demokrat olduğu söylenebilir miydi?

* * *

Amerikan toplumunun ‘özgürlük’ makyajının çözüldüğü bir diğer alan ise, medya, özellikle de televizyon ve büyük gazeteler olsa gerekti. Bir toplum ki, dünyanın sair kısmında, özellikle İslâm ülkelerinde kendilerine yönelik öfkeyi anlamaktan aciz, “Biz onlara bu kadar iyilik yaptığımız halde?” diye soruyordu. Bir toplumun medyası ki, bütün yönlendirilmişliği ile içinde yaşayageldiğim ülke medyasının saklayamadığı veya saklamadığı haber ve görüntülere sansür koyabiliyor; meselâ Filistin’e dair bir haber verirken ekrana yalnız ve yalnız bir İsraillinin cenaze törenini, buna karşılık taş atan veya silah atan Filistinli görüntülerini getiriyordu. Sonuç, tam da bunu özellikle böyle yapanların arzuladığı gibiydi: ‘terörist Filistin halkı’na karşı kendini savunmaya çalışan ‘masum İsrail askerler’! Elbette bütün vicdanların bu zokayı yuttuğunu söylemek mümkün değildi, iyi ki yutmuyorlardı, iyi ki yutmadıklarını ifade etme özgürlükleri vardı, ama bu sesin kendini duyurabildiği zeminlerde duyurması özgürlüğü olmakla birlikte, birilerinin, meselâ ‘corporate Amerika’nın yedek lastiği büyük medyanın duymazdan gelme özgürlüğü de vardı!

* * *

Böylesi olumsuzluklarla birlikte, ortada işleyen ve yürüyen bir yapı varsa, bu yapının işleyişinin kökü ‘âdetullah’a dayanan tarafları olduğunu da inkâr edemezdik elbette. Bunlardan ilki, uzun zaman içinde oturmuş, oturtulmuş, işleyen ve işlemesi için de bireylerin uygun davranış sergilediği bir sistemin, dolayısıyla bir ‘sistem mantığı’nın varlığıydı. Bunun izlerini en yoğun biçimde trafikte, ve de gündelik hayatın sair veçhelerinde görebiliyordu insan. Bizim ‘kolay ederiz’lerle zorlaşan hayatlarımıza bedel, onların, kısa ve uzun vadeli planlarla ve verilen sözlere riayetle yerleşen bir düzen anlayışları ve bu anlayıştan dolayı da bir ‘zaman tasarrufları’ olduğu aşikârdı. Türkiye’de tatillerin çokluğuna, Türk halkının tenbelliğine dair sözleri dinleyip başka bir diyar görmediği için bunu tartma imkânı bulamayan bir insan olarak, Amerikan toplumunun tatillerinin daha az olmadığını gördüğüm gibi, duyduklarımın aksine ‘Amerikalılar’ın ‘daha çalışkan’ olduklarına şahit olmuş değildim. Ama, sistemli bir çalışma dolayısıyla, Amerikalıların daha az yorulup daha fazla verim elde ettikleri bir vâkıaydı. Bu, olumsuzlukları içinde Amerikan hayat tarzının takdir edilmesi gereken taraflarından biriydi.

Takdir edilmesi gereken bir diğer taraf ise, bununla da bağlantılı olarak, ‘bilgi’yi hem çoğaltmaya, hem de bilgiye ulaşmaya yönelik çabalarıydı. Bir ülke ki, altıbin civarında üniversitesi vardı. Bir ülke ki, bazı şehirleri, esasen ‘üniversite şehri’ hüviyetinde idi. Bir ülke ki, halk kütüphanelerinin bir ağ içinde yaygınlığı ve ulaşılırlığı bir tarafa, üniversite kütüphanelerinin büyük kısmının herkese açık olduğu bir diyardı; herkese açık olmayan bazı kütüphaneler ise, insanın dudağını uçuklatacak kadar çok kitabı ve sair bilgilenme vasıtasını barındırmaktaydı. Kitaba veyahut bilgiye ulaşmanın olabildiğine kolay olduğu bir ülkeydi burası.

Bilgiye verilen bu değerle ilgili olsa gerek ki, lise dahil temel eğitimde, kitaptan deftere, kalemden silgiye, kahvaltıdan öğle yemeğine öğrenciye ait her ihtiyacı üstlenen bir eğitim anlayışı vardı. Tekdirin değil takdirin, dikte etmenin değil yol gösterip ufuk açmanın, ürkütmenin değil teşvik etmenin hakim olduğu bir eğitim anlayışından söz etme durumundaydık. Öğrencilerin askerî usulde ‘sıra’ya dizildiği bildik sınıf dizaynına karşılık, öğrencilerin yuvarlak masalar etrafında toplandıkları bir sınıf dizaynı görmüştük meselâ.

* * *

Bu kabil gözlemler dahilinde, Amerika’ya dair kısa bir söz söylemem gerekse, söyleyeceğim, Amerika’yı tarif edecek en güzel kelimenin ‘çift taraflılık ve ‘müphemliği’ ifade eden ‘ambiguity’ olduğuydu. Büsbütün kötü demeniz de mümkün değildi ona, büsbütün iyi demeniz de.

Amerika; açık sözlü ve ikiyüzlü insanlar diyarı.

Amerika; rüya ve kâbus ülkesi.

Amerika; fırsatlar ve hezimetler beldesi.

Amerika; insanların özgür ve esir, yönetiminin demokrat ve zorba, çoğulcu ve bencil olduğu diyar.

Açıkçası, tek bir ‘Amerika’dan söz etmek dahi kolay değildi; bir Amerika’da kaç türlü Amerika vardı.

Ancak, bu ‘Amerika’lar’ toplamını ele aldığında, bir medeniyet mümessili olarak, bugünün Amerikasının temsil ettiği medeniyete sıfır veremese de, ‘geçer not’ vermekte zorlanıyordu insan.

Bir medeniyet ki, insanlarına herşey veriyor, herşeyi alacak parayı başka ülkelerin gözyaşına bedel de olsa temin ediyor; ama mutluluk veremiyordu.

Bir medeniyet ki, fakirlerinin çektiği sıkıntı bir tarafa, zenginlerine de felah sağlamıyordu.

Bir medeniyet ki, insanları, rahatlamak için barların, pub’ların, biranın, içkinin, uyuşturucunun veyahut Prozac gibisinden masum hapların kullanıcısı olma durumundaydı.

Bir medeniyet ki, bize dünya insanla tanışalı beri sosyal hayatın en yalın gerçeği ve temeli olan anne-baba-çocuklar tablosunu sunamıyordu bize; bir medeniyet ki, oğlumun okuldaki arkadaşlarından gözlemlediği biçimiyle, ‘çocuklar ‘ya annelerinin evinde’ydiler ya ‘babalarının evinde.’

Bir medeniyet ki, bilgiyi bu kadar yığıp biriktirmesine, bu kadar sistemleştirip geliştirmesine karşılık, hayatlarına anlam arayışı içinde insanlarının gözü dışarılardaydı. Nobel kazanmış bilginlerinin vermediği, topunun birden vermediği anlamı ve mutluluğu bulmak için insanları ‘yollarda’ydı.

Bir medeniyet ki, en güçlü mümessili olan ülke içinde ‘geçmişte kaldığı’nı ve ‘tarihe mal olduğu’nu düşündüğü İslâm medeniyetinin değerlerine koşan milyonlar vardı, ‘Batılı’ olmayan sair dinlere yönelenler de hesaba katıldığında bu sayı ikiye katlanmaktaydı.

* * *

Fertlerine hayatı kolaylaştıracak her türlü teknolojik araçla birlikte bunları alacak parayı da veren, buna ilaveten bilgiye yaptığı muazzam yatırıma rağmen, insanların hayatta aradığı en temel şeyleri, ünsiyet duygusunu, feragat hissini, içten dostlukları, mutluluğu ve hayatın anlamını veremeyen bir medeniyet tablosuydu işte karşımdaki.

Bu tablo karşısında, keşfettiğim iki temel değerden biri, İslâm’ın sosyal hayata getirdiği rengin, âhengin, anlamın ve muhabbetin gücü ve önemiydi. Yokluğunda farkettiğim bir diğer değer ise, ‘bireysel hayatlar’ üzerindeki vurguyla önemini yeterince kavrayamadığımı farkettiğim ‘medeniyet’ paradigmasıydı.

O yüzden, dünyanın her tarafından, bu arada İslâm diyarından ve Türkiye’den gelmeyi kafaya koyup gelenlerin ‘yeryüzü cenneti’ olmadığını anladıkları, bu sözümona ‘rüya ülkesi’nde ben gerçekten bir rüya gördüm. Bir kayıp medeniyetin rüyasıydı bu; dünyanın en müreffeh beldesinin dahi iyileştirici nefesine muhtaç olduğu bir medeniyetin, Kur’ân medeniyetin rüyası...

Biliyorum; hâzır medeniyetin maddî manevî her türlü ağırlığı altında ezilen mü’min kardeşlerimin aklına, ‘olmayacak rüya’ gibi gözüküyor bu belki de...

Olabilir; ama bilinmelidir ki, bizi biz yapan rüyalarımız ve hayallerimizdir.

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut