BEN BİR anneyim. Gördüğünüz, bildiğiniz annelerden biriyim. Kızımla kendimi ayırt etmem epey zaman aldı. Bunda etkili olan tıpkı bana benzemesi değildi, onu uzun zaman karnımda, sonra da kucağımda her yere birlikte götürmem de değildi. Bir gün kızım bana “Anne ben Beşiktaşlı olacağım bundan sonra” dedi. Ve ben büyük bir şaşkınlıkla farkettim ki o ben değildim, bir başkasıydı.
Bunu kaba bir takım tutma olayı sanmayın lütfen. Ben aslında futboldan anlamam, tuttuğum takım da öyle hasbelkader dedeme tebaiyetle tuttuğum bir takım. Ömrümde bir yahut iki maç ya izlemişimdir ya da onu bile izlememişimdir. Olsa olsa Avrupa kupası maçları. Yaşadığım hayal kırıklığının futbolla zerre kadar ilgisi yoktu. Beşiktaş’la da sorunum yoktu, eşim fanatik bir Beşiktaşlıydı zira. Bu o ana kadar benden, bedenimden, ruhumdan bir parça sandığım kızımın başka bir varlık olduğunu idrak ediş şokuydu. O bunun farkında değildi ama, ben hala ona sanki hiç tanımadığım bir varlığa bakar gibi bakıyorum.
Benim de bir annem var elbette. Yıllarca bir gizli savaş yaşadık onunla. Bu savaşa “Ben benim, sen de sen” adını veriyorum. Annem hala karşısında koskoca bir kadın durduğu halde, evi ayrı, hayatı ayrı, fikri ve hissi ayrı bir varlık olduğumu kabullenmekte güçlük çekiyor. Zaman zaman en şiddetlisini buluğ çağında yaşadığımız büyük kavgaları ediyoruz. Ben alttan almaya ve yine de bildiğim gibi hareket etmeye çalışıyorum, o ise gizli gizli tembihlerinin yapılıp yapılmadığını kontrol ediyor. Beni yakaladığında da hırçınlaşıyor, küsüyor. Annelik haklarından başlayan, ‘sen ne kötü evlatsın’da son bulan uzun vaazlar veriyor. Belki de biz sonsuza dek böyle kalacağız. İkimiz de pes etmeyen türde dişli tipleriz zira.
Kızım sadece onun başka bir varlık olduğunu anlamama yardımcı olmadı, aynı zamanda anneme ne kadar da benzediğimi de öğretti bana kendi farkına varmadan. Ben de onun gibi korumacı, kontrol edici, titiz ve fazlasıyla kendine inanan bir karakterdim. Ben doğru olanı bilirdim. Doğru olanı yapardım. Kızım sözkonusu olduğunda hiç kimseyi dinlemez, hatta annemle bile tartışırdım. Mutlak otoriteme, mevhum rububiyetime, hiçbir ortak kabul etmezdim. O küçük kız benim egemenlik alanımdı, benim elime bırakılmış bir hamurdu ve ben onun üzerine titriyordum. Onun nasıl yoğrulacağını ben bilirdim. Ne kadar şişmiş bir egom varmış.
Bugün “Acaba keramet Beşiktaş’ta mı?” diyecek kadar gülerek fark edebiliyorum ki annelik, yahut Lisanu’l-Arab’da denildiği gibi “rabbetu’d-dar” olmak, bana verilmiş bir krallık değil. Ben ancak o alanda seçilmiş bir halifeyim. İşlerim var, sorumluluklarım var, iktidarımın yetmediği, aklımın ermediği, elimin yetişmediği meseleler var. Benlik bana da, anneme de, tüm annelere de böyle bir rububiyet oyunu oynuyor. Ne kadar kontrol eder, ne kadar sahiplenirsek, o kadar çuvallıyoruz. Ne kadar sıkı yapışırsak, o kadar itiliyoruz. Gösterdiğimiz lüzumsuz ihtimam, her şeyi çocuğumuz adına yapıp etme, bize sevgi ve minnettarlık olarak değil öfke ve isyan olarak geri dönüyor. Kendi başına adım atmasına izin vermediğimiz, onun yerine düşündüğümüz her an, onu sakat bırakıyoruz aslında.
İş çocuğumuzun da diğer insanlar gibi bizden ayrı bir varlık alanı, ayrı bir hayat, ayrı bir kişilik olduğunu, bizim kadar karar verme, hata yapma, düşünme ve seçme hakkına sahip olduğunu anlamakta bitiyor. Bunu anladığımızda fakına varıyoruz ki, bir zamanlar aynı bedeni paylaşmış olsak da, bizim aradığımız sonsuz yakınlık, iç içe geçmişlik, mutlak birlik ne çocuğumuzla, ne eşimizle, ne de başka bir varlıkla aramızda mevcut.
Bütünleşme arzumuz, benlik alanımızı genişletme arzumuz fıtri olabilir. Ama, bunu bizim gibi bir varlığa yönelterek hata ediyoruz. Bu ancak fenafillahla gerçekleştirilebilir bir arzu çünkü.
Kimse kızmasın, iğneyi kendime epeyce batırdım. Biz anneler haklarımızı bildiğimiz kadar haddimizi de bilsek ne iyi olur…