Büyük cihad

Mona İslam

EFENDİMİZ(SAV)’İN SAVAŞTAN dönerken mü’minlere “Küçük cihad bitti şimdi büyük cihada gidiyoruz” dediğini, insanın nefsiyle yaptığı cihadı “Büyük cihad” olarak adlandırdığını hepimiz biliriz. Küçük cihad ara sıra olmakla beraber, büyük cihad içimizde süreklidir. Hiç uyumaz, pes etmez, yorgun düşmez bir şeytanla ve onun oynattığı vesvese sinema kulübünün baş seyircisi, en önce bilet kapanı, en önde oturanı, kıyasıya alkışlayanı nefs-i emmaremiz. Bizi mahvetmeye and içmiş iki müttefik.

Bir yönetmen arkadaşım insanların sinema perdesinde gerçeği değil, hayallerini izlemeyi sevdiklerini söylemişti. Bu yüzden insanları hayallerine yaklaştıran filmler daha çok izleyici buluyordu. Romantik filmlerde herkesin gıpta ile baktığı bir adam sizi seçer. Aksiyon filmlerinde düşmanlarınızı bir tekmede duvara yapıştırırsınız. Bilim kurguda ideal geleceğinizi yaratırsınız. Fantastik filmlerde ise cennetin resmini çizersiniz. Korkularımızı, kaygılarımızı, acılarımızı sinema perdesine yansıtmak da onlardan bir arınma biçimidir. Film biter. Korku sona erer. Şeytanın sinema kulübünde de vizyonda daima hayallerimiz vardır. Senaryosunu nefsimizin yazdığı, ah keşke olsa dediğimiz, idealimizdeki dünya. Tek izleyicili ama daima kapalı gişe tek sinema hayal perdesinde oynamaktadır. Başrol de bize aittir.

Gerçek hayatta durum hiç de böyle değildir. Hayat istek ve ideallerimizi kovalamakla geçer. Bazen bir rüya görürsünüz. Sevgili babanız karşınızdadır, siz ona yaklaştıkça sizden uzaklaşır, elini tutmaya yeltendikçe kaçar, konuşmaya çalıştıkça sesinizi daha da az işitir olur. Çünkü aranızda aşılmaz bir berzah vardır. Hayallerimiz de böyledirler. Onlarla aramızda da aşılamaz bir engel vardır. Hayaller, idealler olsa olsa berzah alemine aittir. Orada gerçekleştirilebilirler. Onlara rüyalarda dokunabilmemizin de sebebi budur. Rüya alem-i berzahtan bir şubedir. Tıpkı uykunun ölümün küçük kardeşi oluşu gibi.

Karşınızda duran en büyük sorun gerçekle yüzleşmektir. Hayatımızın senaryosunu yazmak bize bırakılmamıştır. Nefsimiz bunu hazmedemez. Kendi doğru bildiğinden vazgeçemez. İçinizdeki kendinizle gerçek kendiniz, idealinizdeki dünya ile gerçek dünya, isteklerinizle verilenler kıyasıya çarpışırlar. Elindeki üçgen prizmayı daire biçimindeki bir deliğe sokmaya çalışan bir bebek gibi sinirlenirsiniz, ağlarsınız, oyuncağı fırlatıp atmak istersiniz. Kendinizden, dünyadan elinize verilen nimetlerden bıktığınız anlar olur. Sürekli sağdan ve soldan çekilmekten yorgun düşersiniz. Kalbiniz ikiye ayrılacakmış gibi acır. Ruhunuz cesedine sığmak istemez.Yardan vazgeçemez, sonunda serden vazgeçmeye karar verirsiniz. Ölmek istersiniz. Ya da en azından uyumak. Uyuduğunuz anlar hayallerinize en yakın olduğunuz, yahut soğuk gerçekle yüzleşmediğiniz zamanlardır. Şimdilerde buna depresyon diyorlar. Bense savaştan yorulup sığınağa çekilmek diyorum. Bu tanım insana kendini daha az kötü hissettiriyor.

İstediğimiz şeylere ulaşabildik diyelim. O zaman da ateşkes edebiliyor muyuz şeytanla? Hayır. Bu kez vizyona yeni bir film geldi diyerek bize yeni hedefler gösteriyor. Elimizdekilerin değerini düşürüyor, bizi yeni bir bilet almaya zorlamak için. Onları ele geçirmek için harcadığımız onca emek boşa gidiyor, sahne değişiyor ve biz yine eli boş kalıyoruz. Hiçbir zaman mutlu son olmuyor. Daima bir sonraki gösterimde tamamlanmak vaadiyle hikaye devam ediyor. Hayali yaşamın peşinde, sahici olanı harcıyor, tüketiyoruz. Biz mezara kadar kesretin peşinden koşuyor, tavşan kovalayan tazılara benziyoruz. Şeytana da buradan eğlence çıkıyor.

Bundan çok usanmıştım. Biraz dinlenmek istiyordum. Arzularımdan vazgeçebilmek yahut onları kalıcı bir biçimde gerçekleştirebilmek mümkün olmalıydı. Ama olmuyordu işte. Pratikte bunu hiç başaramamıştım. Hiç beyaz bayrak çekmiyordu nefsim, gece gündüz saldırıyor, ok yağmuruna tutuyordu beni. Fırtınada sığınacak liman yoktu. Birilerinden yardım alsanız da bu sığınmak, dinlenmek olmuyor olsa olsa sırt sırta savaşmak düşmanı paylaşmak oluyordu.

Bir gün sırt sırta savaştığım arkadaşlarımdan birinden, derste şu hadisi işittim. “Kişinin nefsiyle cihad ettiği bir an için ona bir sene gündüzleri oruç tutmuş, geceleri ibadetle geçirmiş sevabı verilecektir.” Ne güzel bir müjde, ne kutlu bir teselliydi bu. Demek ömrümün kayboldu gitti dediğim anları kaybolmamış, aksine hiçbir ticaretle kazanamayacağım biçimde bir yerde, güvenli bir kasada saklı, beni bekliyorlardı. Döktüğüm her damla tere, gözyaşına, kana şükürler olsun dedirtiyordu bu müjde. Elden kaçtı denilen nimetlere, koşup da yakalayamadığımız arzulara bir gün kavuşacağımızı söylüyordu. Hüzünle geçen saatlere, ebedi neşe doğurdu gözüyle baktırıyordu.

Anladım ki insanın cihadı razı olmaktı. Rıza makamında durmaktı. Oradan düşmemeye gayret etmekti. Yaratan’ın senaryosunun bizimkinden iyi olduğunu kabul etmekti. Eski bir dostumun daima tekrarladığı gibi, verili olana razı olmak, arzuları erteleyebilmek, onları el-Emin olan Rasulullah’ın kucağına bırakabilmekti. Bir küçük kızın her istediğini babasına söylemesi ve bir gün vereceğine güvenmesi gibi. Unutulmayacak, kaybedilmeyecek, korunacaktı her dileğiniz. Yükünü Rasul’ün kucağına bırakınca, savaşmak da, onunla Medine’ye dönmek de, sabretmek de kolaylaşıyordu. Tüm hayal kırıklıklarına iyi gelen ilaç ondaydı. Tüm isteyip de kavuşamadıklarımıza bedel ona sarılmalıydık. Ağlayacaksak onun omuzundan daha şefkatlisini bulamazdık. Saklanacaksak onun evine saklanmalı, ehl-i beytinin arasına karışmalıydık. Sahabiler de daima savaşta onun ardına sığınıyorlardı. Ondan iyi bize babalık edecek bulamazdık.

Sığınak uyku değil, hayaller yahut rüyalar değil Rasulullah’tı. Tabii Rasulullah sizi uykunuzda ziyaret ediyorsa ona bir şey diyemem.

  16.05.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut