Hayatla ölüm arasında bir çizgi: Nil

Mona İslam

UZAKLARA GİTMEK ölmek gibidir. Bulunduğum şehirden çıkıp başka şehirlere, dilini bilmediğim başka coğrafyalara gitmek bana her zaman ölmüşüm hissi verir. Yaşam koşulları içerisinde olmazsa olmaz zannettiğiniz şeyler burada anlamsızlaşır.

Yatağınızdan başka yerde uyuyamayan huysuz nefsiniz burada homurdanmaktan vazgeçer. Anlarsınız; üzerinize giydiğiniz kıyafet örtme ve ısıtma işlevi görüyormuş, sizin kimliğinizin, imajınızın bir göstergesi değilmiş. Adını bilmediğiniz, hatta telaffuz edemediğiniz yemekler yersiniz. Memlekette burun kıvırdığınız şeyler orada size tatlı gelir. Nimeti fark edersiniz. Dört-beş günlük seyahatte ne yediğinizin bir önemi yoktur. Maksat doymak ve hastalanmamaktır. Yeme içmeyle, televizyonla, internet sörfüyle zaman kaybetmez, kaldığınız otelin kaç yıldızlı olduğuna aldırmazsınız. Çünkü oraya gece geç saatte gider, sabah erkenden dışarı fırlarsınız.

Gezilecek görülecek yerler vardır. Dinlenecek hikayeler vardır. Alınacak ibretler vardır. Takip edilecek tarih izleri vardır. Sizin maksadınız budur, orada bulunuş sebebiniz de öyle. Bunu aklınızdan çıkarmazsınız. Az uyur, çabucak yer ve tüm enerjinizi maksadınıza temerküz edersiniz. Aslında tüm hayatınızda yapmanız gerektiği gibi.

Herkes seyahatlerinden kendine özel semboller seçer. Ben Nil’i seçtim. Eski Mısırlılar Nil’e taparlarmış. “Hayatın kaynağı Nil’dir.Yaşam Nil’de başlar” derlermiş. Bu arada büyük tanrıları güneşi de unutmaz; Nil’in doğusunu, yani güneşin doğduğu yeri hayata, batısını, yani battığı yeri de ölüme ayırırlarmış. Nil’in doğusuna şehirlerini imar etmişler, tarlalarını buraya yapmışlar, batıyı da mezarlıklara ayırmışlar.

Ölüm vadisi Sakkara öyle bir vadi ki, insana hakikaten ölümü hatırlatıyor. Bir çöl ki, üzerinde ne bir ot, bir diken bitiyor, ne yılan, ne de akrep yaşıyor. Kül rengi gri bir toprak, göz alabildiğince uzanan sonsuz grilik insana boşluk , hiçlik hissi veriyor. Tüyler ürpertici. Bir korku filmi platosunu andırıyor adeta. Piramitler ve sıradan insanların mezarları. O zamanlar ölüme hayattan daha çok önem verilmiş olsa gerek ki, kalan tüm eserler ölülere ait, tüm izler de ölümün izleri.

Mezarlarına neler koymamışlar ki: erzak, silah, at arabası, mücevherler, parfümler, duvarlarda mevtanın hayat hikayesini anlatan kabartmalar. Ölüme hayat rengi verebilmek, son bulan göz nuru cana nefes aldırabilmek için herşeyi denemişler. Çabalamış, insan eliyle yapılabilecek olan herşeyi yapmışlar. Ama yine de ölümün egemenliğine direnememişler. Yenilmişler. Hem de birer birer değil, tüm bir medeniyet olarak ölmüşler. Belki de onlar bu piramitleri Haman’a yaptırırken, Allah’a ok atıp meydan okurken zaten ölmüşlerdi. Sanki Allah Firavun’a “Bugün senin sadece cesedini kurtaracağız” derken bunu kastediyor. Sadece maddi olanın korunduğu, materyalizmin zirvesi bir medeniyet. Herşey taş kesilmiş. Yahut ben o cesetler medeniyetinde bunu hissettim.

Nil’de ismi Hayy öyle cıvıl cıvıl tecelli ediyor ki... Cennet nehirlerinden denilmesi de bundan herhalde. Bütün Mısır topraklarının sadece yüzde sekizi yerleşime açık, o da sadece Nil kıyısından ibaret. Ona “Cornice al Nil” diyorlar. Nil sahili. Muhteşem bir sahil. Nil, yeryüzündeki nehirlerin sultanı olsa gerek.

Hayran olduğum Nil kıyısında, Nil deltasında portakal yetişiyor. Araplar için portakalın önemi büyük. Portakallar her yerde, her öğünde yeniyor, her köşe başında portakal satılıyor. Seyyar arabalar portakal taşıyor. Yaz kış portakalla haşır neşir olmaktan fıtratları da portakala benziyor. Rahatlatıcı, ferahlatıcı, ve sağlıklı ve renkliler.

Efendimizin portakal benzetmesini Kuran okuyan mümin için yapıyor. “Kur’an okuyan mü’min portakala benzer, kokusu da tadı da güzeldir.” Mısırlılar çok güzel Kur’an okuyorlar. Çok da iyi insanlar. Neşeliler; fakirliklerine aldırmıyorlar. Güleryüzlüler. Misafirperverler. Sizi bildikleri tüm Türkçe kelimelerle ağırlamaya, hoşamedi etmeye çalışıyorlar. Trafikleri tam bir keşmekeş, arabaların tamamı vuruk olmasına karşın, trafikte bile hiç kavga etmiyorlar. Portakalları, kahveleri ve Nil’leri onlara yetiyor. Dünyanın en zengin insanları gibi davranıyorlar. Keşke biz de bu kadar tok gözlü olabilsek…

En çok hoşuma giden de bize, yani eşlerimize Osman Bey demeleri oldu. Onlar için Türkler Osman Bey. Bunu hem Osmanlı Devletine, hem de Hz, Osman’a bizi nisbet ettikleri için söylüyorlar. Mısır’da ism-i Hayy sadece Nil’de değil tüm şehirde, tüm insanlarda tecelli ediyor; herkes erkenden kalkıyor, büyük bir hareketlilik, büyük bir telaş, büyük bir devinim var tüm Kahire’de. Şehir sizi biraz dağınık, oldukça bilge ve alabildiğine şen şakrak bir hatun gibi karşılıyor. Mısırlı kızlar gibi. Herkes sürekli bir yerlere koşuyor. Ama koşarken size gülümsemeyi ve “Ya Sadiyk Türki” demeyi unutmuyorlar: “Türk arkadaşım” demeyi yani.

Elbette gördüklerimiz arasında sona bırakılması gereken, ağzımızda onun isminin tadıyla veda etmeyi istediğimiz biri vardı. Biraz buruk, biraz kanlı bir tad, ama yine de güzel bir tad bırakıyor Hazreti Hüseyn ağızlarımızda. Kahire’nin merkezinde El-Ezher’in karşısında İmam Huseyn mescidini görüyorsunuz tüm vakarıyla. İmamın kabri burada. Mübarek bedeni burada yatıyor, başı hariç. Onun Şam’a gönderildiği söyleniyor, adı büyük İmamla aynı sayfada anılmaması gereken mel’unun görebilmesi için. Orada defnedilmiş mübarek başı. Dua ediyoruz mübarek İmamın mübarek ağabeyine, canımızdan aziz babasına, cennet sultanı anasına ve dedelerin en güzeli Efendimize.

Burada Efendimizi ilk kez bir dede olarak tasavvur ediyorum. Hep genç hayal ettiğimiz O İki Cihan Serveri dedelerin en şirini oluyor gözümde. Bir yönünü daha öğreniyoruz Efendimizin.Ve her güzel şeyin bitimi gibi Mısır’a da ona salat u selamla veda ediyoruz.

Bir gün bu hayata da aynı şekilde veda edebilme umuduyla...

  04.05.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut