BİR GERİLİM ve kutuplaşma ortamında yaşadığımız, aşikâr. Bu gerilimi özellikle tırmandıranların, her ‘normalleşme’ sürecinin ardından bir ‘gerilim’ hazırlayanların bir bildiği var elbet. Türkiye, ‘normal’ yollardan iktidar olamayacak birilerinin ‘anormal’ yollardan hep iktidarda kalmayı hedeflediği bir ülke; ve bu uğurda yaptıkları onlara Shakespeare’in ünlü oyununda tasvir ettiği Lady Macbeth psikolojisini yaşatıyor. Sürekli gerilim politikası, bu psikolojiyi bastırma çabasını da yansıtıyor.
Diğer bir açıdan, Firavun ile Musa ve Harun aleyhimüsselam arasındaki gerilimi de çağrıştırıyor bu durum. Hani, Musa aleyhisselam Firavun’a gitmiş ve ondan sadece iki şey istemişti: (1) haksız yere köleleştirilmiş Benî İsrail’in serbest bırakılması, (2) ‘en yüksek rab’lik iddiasından vazgeçip âlemlerin Rabbine karşı kendi kulluğunu kabul ve idrak etmesi. Bir anlamda, bu iki davet aslında tek bir davetin, bir adalet davetinin iki farklı düzlemde yansıması niteliğindeydi. Benî İsrail’e hür yaşama haklarının iadesiyle yatay düzlemde, kendi rububiyet iddiasından vazgeçip âlemlerin gerçek Rabbini tasdik ile de dikey düzlemde hak yerini bulup adalet gerçekleşmiş olacaktı. Gelin görün ki, Firavun ayak dirediği gibi, bu tertemiz daveti bulandırmaya yeltendi. Tâ-hâ ve Şuârâ sûrelerinden öğrendiğimiz üzere, bu tertemiz davetin aslında kavm-i Fir’avn’ı yerinden yurdundan etmek için kurgulanmış bir fitne olduğunu söylemeye kalkıştı.
Bu topraklarda benzer bir suyu bulandırma ameliyesinin Osmanlının son zamanlarından bugüne biteviye sürdüğünü görmemek için kör olmak gerek.
Kız çocuklarını diri diri gömen bir kavmi bütün dünyaya parmak ısırtan bir medeniyetin banileri yapan; kız çocuğunu diri diri gömmüş İslâm-öncesi Ömer’i adalet timsali Ömer’e dönüştüren İslâm şeriatının bugün gördüğü muamele; ‘şeriat’ kelimesinin bu ülkenin dindarları nezdinde dahi bir yasak kelimeye dönüştürülmüşlüğü, bunun belki de en çarpıcı nişanesi.
Eşimizin tesettürüyle, bizim ise sakalımız veya gümüş yüzüğümüzle ‘emniyet ve asayişi ihlal’ ettiğimiz, ‘toplumsal barış’a halel getirdiğimiz, huzur ve sükûna zarar verdiğimiz bir diyar burası!
Ve bütün bunlar, bütün vatandaşlarının kanun önünde eşit olduğunun; herkesin düşünce, inanç ve ifade hürriyetine sahip olduğunun anayasal teminat altında olduğu bir zeminde gerçekleşiyor.
Böylesi bir diyarda, kendi kişisel yaşayışlarında beş vakit namazı kılmaya çalışan, eşleri ise başörtülü insanların ağırlıklı bir yekûn teşkil ettiği; ama tüzüğü, programı ve hedefi itibarıyla ‘İslâmîliği’ veya ‘İslâmcılığı’ sözkonusu olmayan bir partiye sırf o partiyi temsil eden bazı kişilerin kişisel dindarlığının tezahürü olan birtakım duruşlarından; veya ‘laik ve demokratik bir hukuk devleti’ olmanın lâzım-ı zarurîsi olarak dindar insanların bir vatandaş olarak gözardı edilmiş bazı haklarının kendilerine tevdii yönündeki bazı icraatlarından ötürü hücum edilirken, bir ‘kader ortaklığı’ psikolojisine sürükleniyoruz hepimiz. ‘Normal’ bir zamanda bizi ilgilendirmeyen birçok mesele, böylesi bir gerilim zamanında, bir kader ortaklığı psikolojisi içinde bizi de ilgilendirir hale geliyor.
Aynısı, sosyal hayatın en aşikâr gerçeği olarak ‘cemiyet’ ve ‘cemaat’ ayrımı paralelinde, bir sosyal gerçeklik olarak dinî ‘cemaat’lere yönelik tutumlar için de geçerli. Bu cemaatlerin belli bir anlayış paralelinde bir hizmet hassasiyeti ve çabası taşıdıkları da ortada; eleştiriye açık bir dizi unsuru içlerinde barındırdıkları da. Ama birileri onlara dinî hassasiyetleri dolayısıyla hücum ederken, bu eleştiriyi dile getirme zemini ortadan kalkıyor. Çünkü, aksi takdirde, ‘karşı taraf lehine’ davranıyor damgası yemek peşin bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor.
Bir gerilim atmosferinde hem siyasal hem de sosyal düzlemde gerçekleşen bu ‘kutuplaşma’yı, bir mü’min olarak, sağlıksız ve tehlikeli buluyorum.
Bu kutuplaşma, “Ya bizden tarafsınızdır, ya karşı tarafa hizmet ediyorsunuzdur” yaklaşımını tetikliyor çünkü.
Bir üçüncü duruşa ihtiyaç var oysa. İlkesel bir vaziyet alışı tercih eden; kayıtsız-şartsız bir destekten ziyade, eleştiri ve muhalefet hakkını saklı tutarak destekleme gereği hissettiği noktada siyasal düzlemde belli bir partiyi, sosyal düzlemde belli cemaatî oluşumlara destek veren; ama her hâlükârda kendi ilkesel duruşunu ve bağımsızlığını koruyan bir duruşa...
Siyasî ve cemaatî angajmanları olan dindar aydınlarda bu bağımsız ve ilkesel duruşu ne yazık ki göremiyoruz.
Yeni Şafak yazarı Akif Emre’nin geçen hafta kaleme aldığı; ilki “Alternatif Aydın Sorumluluğu” ve ikincisi “Aydınlar ‘10. Yıl Marşı’nın Neresinde?” başlıklı iki yazıyı bu bakımdan çok önemli buluyorum.
Bu ülkenin derin devletin karşısında durabildiği gibi siyasî ve cemaatî güç ilişkilerine de angaje olmamış; yatay ve dikey düzlemde ‘adalet’ merkezli bir ilkesel duruş sergileyen dindar aydınlara ihtiyacı var.
Ve bir de, onların sesinin kısılmadan duyulabildiği zeminlere...