Söyleşiler

“Asıl Görev Gençlerde Değil, Yol Göstericilerde”

Metin Karabaşoğlu ile söyleşi

Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın editörümüz Metin Karabaşoğlu ile yaptığı ve Genç Dergisi'nin Nisan 2008 sayısında yer alan söyleşiyi yayınlıyoruz..


KUR´AN´LA HALLENMİŞ yani Kur´anî bir tefekkür pırıltıları gördüğümüz bir genç görsek de biraz irdelesek, onun hayatında bu noktada ona güzel yol göstericilik yapmış bir büyüğünün, bir ağabeyin, bir yol göstericisinin olduğunu görürüz. Bunu şunun için söylüyorum, işin bu noktasında asıl görev gençlerden ziyade onlara yol gösterici olabilecek, Kuran´la buluşmalarına vesile olabilecek kişilerde. Ve bu buluşturmada Kuran´ı hayatı içerisinde okumak, hayatın içerisinde Kuran´ı anlamak gerekiyor.

Gençlerin aramaları gerekiyor, ama bulmaya da vakit bulacak şekilde aramaları gerekiyor. Buldukları yerde sebat edebilecekleri şekilde aramaları gerekiyor. Arama bir vesile olmalı, bizzat amaç haline getirdiğimizde, hayatımızı bir belirsizliğin ve tatminsizliğin esiri haline getirebiliyoruz. Kendimizi de o belirsizliğin kurbanı haline getirebiliyoruz. O yüzden açık yüreklilik ve dürüstlük, hem soru sormak için gerekli, hem de cevabı bulduğunda o cevabın gereğini yapabilmektir. Doğruya teslim olabilmek için gerekli.



KONUŞAN: Süleyman Ragıp Yazıcılar

Metin Karabaşoğlu´nu kısaca tanıyabilir miyiz?

En zor soru ile başlamış olduk aslında. (Gülümsüyor) Hakikaten böyle bir soru gelince ben hep zorlanırım. Derler ya, en zor şey insanın kendini tanımasıdır. Dolayısıyla, kendini tanımak zor ise, kendini tanıtmak çok daha zor. İzmir´in Tire ilçesinde 1964 yılında doğdum. Allah´ın yarattığı arz içinde bir kul olarak doğmuşuz. Çocukluğumuz ve lise eğitimimiz İzmir´de geçti. 81 yılında üniversite eğitimi için İstanbul´a geldik. İstanbul´u kasten seçmiştim, bunun sebebi de buranın düşünce ve yayın hayatının merkezi olmasıydı. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi´nde öğrenime devam ettim. Günlerimin çoğu Beyazıt ve Cağaloğlu arasında geçerdi. O zamandan beri de, aynı minval üzere, tabir-i caizse okur yazar olarak yaşamaya devam ediyorum. Özetle böyle.

İlk kitabınız ne zaman yayınlandı?

80´li yıllar içerisinde Köprü dergisinde yaptığım bazı çalışmalar telif ve derleme karışımı olarak yayınlanmıştı. Ama ben onu baştan sonra bir telif çalışma olmadığı için saymıyorum. Onları geçersek, ilk kitabım 92 yılında yayınlandı. O´na Doğru Esma-ül Hüsna Yazıları isminde. Daha sonra Kertenkele Çukuru yayınlandı. İkisi de esasen 88 yıllarında yazdığımız yazıların bir araya getirildiği çalışmalardı. Yine aynı yıllarda Bilimin Öteki Yüzü isimli bir çalışmamız vardı.

Gözlemlediğimiz kadarıyla daha sonra giderek arttı çalışmalarınız.

Bazen soruyorlar ne kadar oldu diye. Ben saymıyorum ve saymayı da doğru bulmuyorum. Kitaplarımın çoğu, farklı zamanlarda yazılmış yazıların, aynı havuz içerisinde değerlendirilmesi şeklinde meydana gelen kitaplardı. Fakat hep hayalim şu olmuştur: Baştan sona, müstakil olarak, kitap olarak düşünülmüş, kitap olarak çalışılmış ve bir bütün olarak yazılmış çalışmalar ortaya koymak. Hakiki anlamda kitap budur diye düşünüyorum. Bu anlamda da ilk kitabımı geçen Şubat ayının sonunda bitirdim. O da, 88 yılında düşündüğüm ama meşguliyetlerim sebebiyle vakit bulamadığım bir çalışmaydı. Yirmi yılın sonunda ilk kitabımı yazdım diyorum.

İsmi nedir kitabınızın?

“Peygamberin Bir Günü” isimli kitap. İnşallah bu ay yayınlanmış olacak.

Kitaplarınızda en çok neyi dert ediniyorsunuz?

Öncelikle, bu zamanın genel bir problemi olduğunu söylemek istiyorum. Nedir o genel problem? Bize Rabbimizi bildiren, bizim şu dünyada var ediliş amacımızı kavramamızı ve huzur içinde yaşamamızı mümkün kılacak dört vesile var. Rabbimiz bize kendini tanıtmak için bu dört vesileyi sunuyor. O´nu tanıyarak kendi yerimizi, yani O´nun rububiyeti karşısında kendi ubuduyetimizi, kendi kulluğumuzu tanımak. Böylece kendimizi, etrafımızdaki her şeyi yerli yerinde tanımak, tanımlamak için dört vesile var. En başta kelamullah olarak Kur´an-ı Hakim ve bize onu tebliğ eden Efendimiz aleyhisselatü vesselam, O´nun hayatı, sözleri ve sünneti, kainat ve de kendi iç dünyamız yani fıtratımız. Modern dünyanın, modern zamanların, bize Rabbimizi tanıtan ve kendi mahiyetimizi bildiren bu dört büyük vesileye de yabancılaşma zamanları bu dönemler. Kur´an´a karşı, vahye karşı, onu tebliğ eden Efendimizin sünnetine, hatırasına karşı bir yabancılık, kendi kalbine kendi ruhuna karşı bir yabancılık ve kainata karşı bir yabancılık söz konusu. Mesela Japonya´da yapılan bir araştırmaya göre, on bir yaşına kadar gelmiş çocuklar arasında, bir gün için olsun, gündoğumunu veya günbatımını seyretmeyen çocuk sayısı %50´in üzerinde. Yani on bir yıl yaşamışlar ama gündoğumunu ya da günbatımını bir defa olsun görmemişler. Ki bunlar Cenab-ı Hakk´ın kudretinin, sanatının, cemalinin muazzam şekilde gözümüzün önünde olduğu mücizevi tablolardır. Modern zamanlar, kainata karşı insanı nasıl yabancılaştırıyor buradan anlayabiliriz. İnsanın kendi iç dünyasına yabancılaşmasının örnekleri ortada. Kur´an ile ilişkilerimizi düşündüğümüzde, ortalama bir insana baksak, acaba Kur´an´dan kaç ayet nazil olmuştur kendi dünyasına? Bırakalım başka insanları, kendisini dindar olarak tarif eden insanlara dahi sorduğunuzda, çok önemli kısmında bu ayet sayısının çok az olduğunu görebilirsiniz.

Modern zamanların en büyük problemi bu dört kollu yabancılaşmadır bana göre. Bu yabancılaşmanın karşılığında ise tabir-i caizse sanal bir hayat yaşıyor insanlar. Kalıcı olanın değil geçici olanın rağbet gördüğü, ahiretin yerine dünyanın, kalbin ve ruhun ihtiyaçlarına karşı nefsin heva ve hevesinin öne çıktığı ve insanların gerçek hak mabuda ubudiyyet yerine kendi benliklerini, kendi nefislerini -tabir yerindeyse heva heveslerini- ilahlaştırmaya gayret ettikleri sanal bir gerçeklik yaşanıyor. Biz bahsettiğim bu dört vesileye sarılıp sanal olandan gerçekliğe adım atmalıyız diye düşünüyorum. Huzur bulmamız açısından gerekli bu. Ayeti hatırlayacak olursak, kalpler ancak Allah´ın zikriyle mutmain olur. Konuyu bağlayacak olursak, bu dört vesilenin hayatın merkezine konulmasına mütevazi bir katkı olması gayreti içindeyim kitaplarımın.

Kur´an-ı Kerim ile ilişkimizi biraz daha açabilir misiniz?

Bu konuyu çok önemsiyorum. Bahsettiğimiz tablonun tam merkezinde bir yer teşkil ediyor Kur´an-ı Kerim. Çünkü içinde yaşadığımız kainatı ve bizi yaratan Zat´ın kelamıdır. Kur´an hayatımızın vazgeçilmezidir. Zamanlar ve mekanlar üstü olması itibarıyla da tüm insanların kalbinin, ruhunun huzur ve sükun bulacağı adrestir. Kur´an ile her halükarda bir temas içinde olmalıyız. Sürekli bir hemhal oluş söz konusu olmalı.

Buradan mana ve dava arasındaki ilişkiye geçmek istiyorum. Sizce mana ve dava arasında nasıl bir ilişki var? Mana mı dava mı diye sorulsa ne derdiniz?

Açıklıkla ben mana derdim. Elbette dava kelimesini küçümseme anlamına gelmiyor. Bir dava, bir gaye, bir ideal peşinde olmak güzeldir ama bu davanın bir manası varsa güzeldir. Yoksa sırf bir dava uğruna, hatta ondan da öte bir iddia uğruna tüketilmiş hayatlar, heba edilmiş yıllar ve enerjiler çıkabiliyor karşımıza. O bakımdan, iki aşamalı bir cevap vermek gerekirse: Dava sahibi olmak lazım, iddia sahibi olmamak lazım. Kendimce bir hayat prensibi olarak buna dikkat etmek gerekiyor diye düşünüyorum. İddia sahibi olmak biraz daha nefsani, biraz insanın sanki kainatın merkezine kendini oturtması ve hadisata ve her şeye kendisini merkez alarak bakması gibi bir durum demek. Nefsini fazla önemsediği bir durum. Dava sahibi olmayı ise, kendini aşan, kendinden üstün bir değere, bir ölçüye, bir hakikate yaslanma, dayanma ve onun için kendi benliğinden feragat edebilme çabası olarak görüyorum. Öncelikle bunu söylüyorum, iddia sahibi değil dava sahibi olmak lazım. Elbette ki o davanın da içinin dolu olması lazım, yani manalı olması lazım. Bu davayı irdelediğimizde, bir öz taşımakla birlikte bir asla, kalıcı bir hakikate dayanıyor olması da lazım.

Yetmişli yıllardan günümüze gençliğe şöyle bir nazar ettiğimizde giderek artan kariyer ve ideal kaygısını görüyoruz.

Gayelerin şahsileştiği bir atmosfer söz konusu. Dünya gençliği tek kalıba indirgenmeye çalışılıyor gibi. Bu konuda neler paylaşmak istersiniz?

Bahsettiğiniz tablo apaçık ortada. Zaten bizlerden daha çok küçük yaşlardan itibaren, inisiyatif alan ve irade sahibi insanlar olmamız değil, iradesini önceden yaşamış olan kişilerin belirlediği hazır şablonlara teslim eden kişiler olmamız isteniyor. Belli bir müfredat dahilinde kendi kabiliyetlerimiz şekillendiriliyor. Oysa çocuklar ve gençler bu dünyada kendi biricikliğini hissetmek istiyor ve ona ezberletileni değil kendi keşfettiği hayatı yaşamak istiyor. Hep şunu söylerim “proje çocuklar” ve “proje gençler” olmamız isteniyor veya bugün bizden olmamız istendi bundan sonrasında da bugünün gençlerinden de olunması isteniyor. Böyle bir tablo. Ben bu tabloya rağmen, yani gençlerin iradelerinin bu kadar da sıfırlandığı, bu kadar böyle tek bir doğrultuda sürüklenmek istendiği ve üstelik kapitalizmin reklamlar vs. diğer araçlarla onları tam bir tükettim objesine dönüştürmeye çalıştığı bir zeminde, yine de gençlerin işte o fıtratlarındaki safiyetle bütün çabalara rağmen bozulmamış öz değerleri içlerinde saklayarak iyi direndiklerini düşünüyorum. Yani o anlamda çok ciddi bir tasallutun ortasında, bence gençler hakikati bulma ve kendi iradeleri ile hakikate ram olma noktasında iyi bir performans sergiliyorlar.

İslam ümmeti en çok neye muhtaç?

Bu çerçevede düşünürsek imana ve ümide muhtaç diyebiliriz. Şeytanın genel anlamda insanlara özel anlamda müminlere karşı kurduğu tuzakların birincisi olarak ümitsizlik tuzağı çıkar karşımıza. Cenab-ı Hakk´ın Zümer Sûresi´nin ilgili ayetinde “Allah´ın rahmetinden ümit kesmeyin.” diye bize beyan buyurması şeytanın bu tuzağına düşmeyelim diyedir. Çünkü ümitsizliğe düştüğünüz andan itibaren artık kendimizi şartların kurbanı haline getiriyoruz. Afrika doğumlu bir İngiliz yazar var, onun çok hoşuma giden bir sözü vardır. Der ki: “Cansız nesneler akıntı ile birlikte sürüklenir. Ancak canlılardır ki akıntıya karşı yüzebilirler.” Şimdi şeytan bizi ümitsizliğe düşürerek kolumuzu kanadımızı kırıyor. Ve bizi şartların mahkumu, şartların kurbanı haline getiriyor. Yani bizi kendisinin elinde şuursuz bir alet haline getiriyor. Bu manada ümitsizlik alameti sözleri çevremizde hep duyarız. Bu zamanda şöyle yapılmaz, bu zaman şartlarında böyle olması mümkün değil. Baksak hep moderniteye yenilen, o hakim gözüken -küresel yerel- küfrani unsurlara karşı yenik düşen, teslimiyet gösteren kişilere ve gruplara baktığımızda hepsinin sözlerinin ve davranışlarının arkasında muhakkak bir ümitsizlik görürüz. Halbuki ümittir bizi hakikaten hayatdar kılıyor, ayaklarımızı sabit tutuyor ve direnmeyi sağlıyor.

Tabii bu kuru bir ümit anlamında değil sadece değil mi?

Az öncede ifade etmiştim, bu kainaata hakkıyla bakabilmekten, Kur´an´a hakkıyla muhatap olabilmekten gelen, yani O´nun rahmetinin ve kudretinin her şeyi kuşatmış olduğunu görmekten kaynaklanan bir ümit. İmandan ve imandaki emniyetten hasıl olan bir ümit. Kendimize güvenmekten kaynaklanan değil yani. Bir de şöyle bir ümit var: Kendinize güvenin, siz yaparsınız, içinizdeki devi uyandırın vs. gibi sözlerle şişirilen, bu tarz gerçekliği olmayan ham bir ümitten söz etmiyorum. Bizi ve kainaatı yaratan bir zatın kudretine ve rahmetine itimaddan gelen bir ümit. Ki Hz. Peygamber (sav) in sahabelerini cahiliyeden Asr-ı Saadet´e çıkartan ve sebatla donatan böyle bir iman, böyle bir ümitti.

Genç nesil ile Kur´an-ı Kerim arasında bir kopukluk var gibi. Sanki Kur´an büyüyünce ele alınabilecek bir kitap gibi algılanıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Sahabe efendilerimizin hayatlarına baksak, ilk müminlerin büyük bir kısmı gençlerdi. Onlar otuz yaşında, kırk yaşında elli yaşında Kuran okumaya Kur´an´la hemhal olmaya başlamadılar. İşte on üç, on dört, on beş, on altı, on yedi, on sekiz yaşlarındaydılar. Zeyd Bin Sabit, Muaz Bin Cebel gibi Mekke sahabelerini görüyoruz ki Hz. Peygamber (sav) onları “Kuran´ı en iyi bilenleriniz” diye tarif ediyor. Onların Resulullah vefat ettiğinde yaşları yirmi beş yirmi altı gibiydi. Enes Bin Malik Resulullah vefat ettiğinde yirmi yaşında idi. İlk O´nunla muhatab olduğunda on yaşındaydı. Böyle bir tablo var ortada yani bu da gösteriyor ki yaş bir engel değil. Ne kadar genç yaşta Kur´an´la hemhal olmaya başlarsak, Kur´an´la dostluğumuz Kur´an´la yoldaşlığımız o kadar sağlam ve derin bir şekilde hayatımız boyunca devam eder diye düşünüyorum. Sahabe efendilerimizin hayatlarında da gördüğümüz gibi. Ama burada bir noktayı önemli görüyorum.

Az önce sahabelerin örneğinde de belirtildi; hepsi Kuran´a muhatap olmuşlardı ama Resulullah´ın birlikteliğinde ve Kuran´ı ondan işiterek ve ders alarak. Hangi ayet hangi manaya karşılık gelir ve hangi durumda kalbimizin, ruhumuzun şifası olur öğrenmişlerdi. Müşahhas bir örneğin ve bir yol göstericinin rehberliğinde, beraberliğinde Kuran´la hemhal oldular. Aynı şekilde bugün bir gence, al oku Kuran´ı, bu senin Rabbinin kelamı, düşün üzerinde demekten öte, yaşı daha ileri olan ve Kur´an ile hallenmiş, Kur´an ahlakı ile ahlaklanmış örneklere ihtiyaç var. Hz. Peygamber (sav) o gençlerin nasıl fıtratlarını, mizaçlarını reddetmeden, bilakis onların fıtratlarına ve mizaçlarına tevafuk şekilde onları Kuran´la tanıştırdıysa, mümkün mertebe elinden geldiği kadar bu şekilde onları Kuran´la tanıştırabilecek ve Kur´anî bir tefekkür yolunu, yordamını diliyle ve haliyle onlara gösterebilecek örneklere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Buyurgan olmayacak, arkadaş olabilecek ama o arkadaşların içerisinde onlara bir yol göstericilik de yapacak olan örneklerin de olduğuna inanıyorum ve sayıca daha da olması gerektiğini düşünüyorum. Zaten bakarsak bunu tecrübe halinde görebiliriz. Mesela Kur´an´la hallenmiş yani Kur´anî bir tefekkür pırıltıları gördüğümüz bir genç görsek de biraz irdelesek, onun hayatında bu noktada ona güzel yol göstericilik yapmış bir büyüğünün, bir ağabeyin, bir yol göstericisinin olduğunu görürüz. Bunu şunun için söylüyorum, işin bu noktasında asıl görev gençlerden ziyade onlara yol gösterici olabilecek, Kuran´la buluşmalarına vesile olabilecek kişilerde. Ve bu buluşturmada Kuran´ı hayatı içerisinde okumak, hayatın içerisinde Kuran´ı anlamak gerekiyor. Şu yaşadığımız zamanda, şu hayata ve özellikle kendi içlerindeki sorulara ve sorunlara karşılık gelecek cevap sunabilecek şekilde Kur´an´la hemhal olma noktasında bir örneklik sunabildiğimiz ölçüde yaşı bizden daha genç olan kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın Kuran´la buluşmasında daha ciddi bir katkımızın, yardımımızın olacağını düşünüyorum.

Bir yazınızda hayatımızı haya ile hayatlandıralım diyorsunuz, sizce nedir haya?

Hz. Osman´ın hayatı bana çok manidar gelir. Biz kahramanı tarif ettiğimizde, zihnimizde ilk canlanan nedir? Hz. Ömer gibi dünyevi hiçbir şeyden korkusu olmayan, keza Hz. Ali gibi yeri geldiğinde sekiz kişinin sökemediği bir kale kapısını tek başına sökebilen kişiler, sahabiler gelir. Hz. Osman´a baktığımızda Hz. Ömer gibi, Hz. Ali gibi destansı bir şecaati, yiğitliği yoktur. Savaş sahnelerinde Hz. Osman da kılıcı şöyle savurdu, böyle darbe indirdi gibi bir tasvir işitmeyiz. Ama Hz. Osman cennetle müjdelenen on sahabinin içindedir ve onların üçüncüsüdür. Bu bana çok manidar gelir. Çünkü Hz. Osman´ın hayatına baktığımızda hayâsı ön plana çıkıyor. Peygamber efendimiz melekler dahi Hz. Osman´dan hayâ eder buyurarak o mübarak sahabiyi taltif ediyor. Gariptir ki bu zamanda hayâ sosyo-fobi diye tanımlanıyor. Modern zamanların bir hastalığıdır bu. Arsızlık bir cesaret göstergesi, alkışlanır bir hal gibi oldu. Hayâdan gelen bir utangaçlık, çekingenlik sosyo-fobi diye tabir edilen bir hastalık gibi tanımlanır oldu. Hz. Peygamberin ateşe su, suya ateş denilecek diye tarif ettiği, değerlerin alt üst oluş vakasının nasıl yaşandığının açık göstergesidir modern zamanlar. İrtibatlandıracak olursak, tüm söylediklerimizi, kahramanlık illa da dışarıda bir şecaatle olmuyor. İçeride nefsin arzularına karşı hayâ yüklü bir duruşla gem vurabilmek şeklinde de gerçekleşebiliyor. Hz. Osman´ın bu halinden bir de şu alınabilir, insanda hayânın bozulmadan durabilmesi ve gelişebilmesi, Allah´ın Âlim, Semi, Habir, Basir, Latif gibi isimlerinin manalarının kalbimizde yerleşmesiyle doğrudan ilişkili. Yani arzu ettiğimiz bir hayâ kıvamında olabilmek için bir Esma-ül Hüsna taliminde olmamız gerekiyor. Ve meleklere iman noktasında bir talimde bulunmamız gerekiyor.

Bir gencin heybesinde neler olmalı sizce? Birkaç madde sayacak olursanız ne söylerdiniz?

Açık yüreklilik derim en başta. İçtenlik. Dürüstlük. Soru sormaktan korkmamak. Ama cevabı gördüğünde, onun doğru cevap olduğuna inandığında o cevabı da sahiplenebilmeli. Bunu özellikle açıklamak isterim çünkü bazen soru sormanın yüceltildiği ama cevabı bulduğunda o cevaba razı ve teslim olmanın ise küçümsendiği bir çağda yaşıyoruz. Postmodern dönemin belirleyici unsurlarından biri bu, izafilik, görecelik. Hakikati adeta buharlaştıran, sana göre, bana görelere dönüştüren bir şey. Özet olarak, gençlerin aramaları gerekiyor, ama bulmaya da vakit bulacak şekilde aramaları gerekiyor. Buldukları yerde sebat edebilecekleri şekilde aramaları gerekiyor. Arama bir vesile olmalı, bizzat amaç haline getirdiğimizde, hayatımızı bir belirsizliğin ve tatminsizliğin esiri haline getirebiliyoruz. Kendimizi de o belirsizliğin kurbanı haline getirebiliyoruz. O yüzden açık yüreklilik ve dürüstlük, hem soru sormak için gerekli, hem de cevabı bulduğunda o cevabın gereğini yapabilmektir. Doğruya teslim olabilmek için gerekli. Olmazsa olmazlarımız bunlar.

Son olarak, Metin Karabaşoğlu en çok neyin özlemini duyuyor?

Neyin özlemini duyduğumuz aslında besbelli: Hz. Peygamber aleyhisselatü vesselamın yanımızda olmasının özlemini duyuyoruz en fazla.

  06.04.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu ile söyleşi



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut