Derdini paylaşmak, ama kiminle?

Zehra Sarı

UZUN ZAMANDAN sonra buluşmuşlardı okuldaki arkadaşışla. Beraber ders çalıştığı, konuşup, gülüştüğü... Onunla buluşmak kendisine iyi gelecek sanıyordu. Ama tam anlamıyla öyle olmadı. Gördüğüne mutlu oldu tamam ama, arkadaşının illâ ki kendisinden bazı şeyleri anlatmasını istemesi onu sıkmıştı. Farketti ki, anlatıkça anlatmak istiyordu ama, anlattıkça rahatlayacağı yerde içindeki sıkıntılar daha da artıyordu. “O kadar kişinin ismini andın, hepsinden helallik dilemelisin” diyordu vicdan. “Hem her noktayıda doğru anlatmadın, kendi işine geldiği gibi aktardın bazı şeyleri...” diyordu.

Eve geldiğinde yorgun mu yorgundu. Temiz bir yerde gezmiş, baharın yeni yeni kıpırdamaya başlayan çiçekleriyle buluşmamış gibiydi ne gözleri, ne ruhu... Çiçekleri görmüştü belki ama, çiçeklerin manasına dokunamamıştı kalbi, hisleri, latifeleri... Ve yattı uyudu. Bildik koşuşturmalarla hafta sonu geldi tekrar. “Biraz yalnız gezmek bana iyi gelecek, çıkıp baharın tadını çıkarayım, içimdeki tüm hasselerimle baharla hoşamedi yapayım” derken; gittiği yerde bir arkadaşıyla karşilaştı. Ve yine bir önceki hafta sonundaki bildik sahneleri yaşadı. Arkadaşı ona, o da (mecburen) arkadaşına; hayatlarında birbirlerinın gıyabında yaşanmış sahneleri anlattılar. Birçok kişi ismi ve birçok hayat olaylarıyla birlikte... Ve yine rahatsız bir vicdan, huzursuz bir kalpti geride kalan...

Vapurla yapılan birkaç saatlik yolculuk ona bazı şeyler düşündürdü. Geçen hafta ve o gün anlattığı şeyler doğru olsa da—tamam, kendi açısından gördüğü gibi anlatıyordu—neden rahatsızlık hissettiğini, neden içerisindekiler dışarıya çıktığında ferahlayacağı yerde ruh âleminde dalgalanmalar olduğunu anlayamadı. Denizi seyre daldı. Dalgalar bir yükselip bir alçalıyordu. Sanki dolu olan içlerini bir yerlere boşaltıp boşaltıp rahatlıyorlar ve duruluyorlardı. Âdeta sükunet buluyorlardı. Gelen her yeni dalga bir öncekinin aynısı değildi. Yeniden yaratılmıştı. Sonra yeni bir dalga, yeni bir imtihan... İnsan baktığı gibi görüyor herşeyi. O an durulan her bir dalga kendisine gülümsüyor gibi geldi. Onu da sanki bir davete çağırıyorlardı. “Gel sen de bizim gibi Asıl Sahibi’ne akıt tüm sıkıntılarını... Ve rahatla... Aslına dön, Kaynağını bul ve durul” diyorlardı. Bir an böyle yaparsa arkadaşıyla, eşiyle, dostuyla değil de, Hakîm-i Rahîm ile paylaşırsa; diğerleriyle paylaştığı halde rahatlayamadığı hususlarda rahatlayacağını, adeta yeniden doğacağını hissetti.

O an İhlas sûresi denizin üstünde parıldadı adeta. Adeta denizin yüzeyinde “De ki: O Allah Ehad’dir, Samed’dir, doğmamıştır doğurulmamıştır, hiçbir şey O’nun dengi değildir” yazıyordu. Tüm kainatla ilgilenen Rabb-ı Rahîm onunla da özel ilgilendi. O kainatla ya da içindekilerle bir sıkıntısı, bir sorunu olduğunda çözecek güçte, kudrette olandı. Hiçbir dost, arkadaş O’na benzeyemezdi. O’na anlatıp rahatlayan, sükun bulan duyguları bir başkasında bunu tam anlamıyla hissedemezdi. Hem O’na anlattığında “Benim için ne düşünmüştür? Ya da acaba bu söylediklerim ileride karşıma çikar mı?” tarzı şeyler düşünmesi mümkün değildi. O Settar’dı, O Gafur’du, O Tevvab’dı, O Kadir’di, O Rahîm’di... Anlattıkları O’nda kalacaktı. O, anlattıklarına çözüm sunacaktı. Manen bunları duyup hissetti ve rahatladı. İşte asıl Halil olan, dost olan O idi.

Geçen hafta ve bu hafta arkadaşlarına anlattığı herşeyi Ehad, Samed, Alim, Kadir, Rahman, Rahim, Mucib, Settar, Tevvab olan Rabbine anlattı tek tek. Hissetti ki, insan Allah’a teslim olunca, Allah’a teslim olarak kendisi olunca rahatlıyor. Kendi kendisiyle olunca değil.

Aslında anlattığımız her olayda, o olayı anlatırken tüm kainata yayılmış hislerimiz var; yıldızlardan, denizdeki balıklara kadar... Başkalarıyla girdiğimiz iletişimde sadece kendimizi değil, bizimle beraber tüm kainatı, tüm sevdiklerimizi, tüm tanışıklıklarımızı bilen, gören, himaye eden, evirip çeviren bir Zât’ın varlığını hissedersek, rahat, hatta mutlu olabiliriz. Benim gibi aciz, sınırlı, muhtaç bir kişiye anlatarak bu rahatlığa kavuşmak çok zor, hatta mümkün değil. Biz de, arkadaşımız da hiçbir sorunumuzu kendi başımıza çözemeyiz; ne yaratılmış bir varlığı değiştirebiliriz, ne bir kişinin kalbini, hareketlerini istediğimiz gibi yapabiliriz. Bu noktada (aslında her noktada) fakiriz, aciziz. Ama tüm bunları yapabilecek güçte, kudrette olan Ganiyy bir Zât var. Fakirliğimize kızmak, başimıza gelenleri, canımızı sıkan hadiseleri ona buna anlatmak yerine, Asıl Sahibi ile paylaşıp, O’nun esmasına ayna olmaya çalışmak... İşte hayatın anlamı...

HER olay, her şey bir vesile... Kalbimiz, ruhumuz Rabbi ile sonsuz buluşmalar yaşasının vesileleri... Özellikle olumsuz gibi gelen hadiseleri Asıl Sahibi ile paylaşmak yerine, Asıl Sahibini, sonsuz hikmetlerle o hadiseleri bize Göndereni şikayet edercesine diğer insanlarla paylaşmak kalbe, ruha, duygulara ağır geliyor. Hedef dünya değilse, dünyadaki herşeyin hedefi ahiret ise; şikayetlerle, offlayıp puflamalarla, ona buna derdimizi anlatıp, kendimizi haklı gösterip, adeta “Ben böyle bir kulum, ama Rabbime bak bana neleri reva görüyor, neler veriyor, nelerden mahrum ediyor?” demelerle, kalbimizin O’nunla doğru bir tarzda muhatap olmasının yolunu kesiyoruz. Akabinde de çoğunlukla yolumuzu şaşırıyoruz.

Sözün kısası, Bediüzzaman’ın dediği gibi, madem hayat Esma-i Hüsna’nın nukuşunu gösterir, hayatın başına gelen herşey hasendir.


Not: İstişare tarzındaki paylaşimlar değildir yazıda bahsedilen. Hatta istişare adı altında yapılan gıybetler de değildir. Sadece dertli bir kulun derdini paylaşacağı adresi şaşırmasıdır.

  01.04.2008

© 2021 karakalem.net, Zehra Sarı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut