Bir tutam muhabbet dilerim

Mona İslam

BAKARA 165: “Ama hala Allah’a rakip gördükleri varlıklara inanmayı tercih eden ve onları yalnızca Allah’a özgü olması gereken bir sevgi ile seven insanlar var: Halbuki imana ermiş olanlar, Allahı başka herşeyden daha çok severler…”

166: “(O gün) kutsananlar, kendilerine tabi olanları tanımazlıktan gelecekler ve onlara tabi olanlar, bütün ümitleri paramparça olmuş bir şekilde azap çekeceklerdir.

168: “Ey İnsanlar! Yeryüzünde meşru ve iyi ne varsa ondan nasibinizi alın ve Şeytan’ın izinden gitmeyin: zira o sizin apaçık düşmanınızdır. “

32. Söz Üçüncü Mevkıf 2. Nükte: “Tâdât ettiğin sevdiklerini ‘sevme’ demiyoruz. Belki ‘Onları Cenabı Hakkın hesabına ve O’nun muhabbeti namına sev’ deriz.

İşte bütün tâdât ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem muhabbet-i İlahiyeyi ziyadeleştirir. Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.”

Etrafımda sıkça duyduğum, sohbetlerde, seminerlerde, kitaplarda rastladığım bir bahisti muhabbet bahsi. Söz, yeme, içme, dostlar, akrabalar, yıldızlar, evliya ve enbiya medarı bahsi açıldığında bir hadd-i vasatta seyredebiliyordu da, bir adamı yahut bir kadını sevmek sözkonusu ise akılları yorucu, kalpleri acıtıcı, moral bozucu bir hal alıyordu. Yıllarca öğrendiklerim ve hissettiklerim arasında kendimi sivri burunlu, sert tabanlı, yüksek topuklu, gösterişli ama ayağınızın canına okuyan bir ayakkabı giymiş gibi hissettim. Bu halet-i ruhiye beni çok bunalttı. İhtiyacın en derin noktasında söken şafak misali Kur’ân imdada yetişti. Üstadım gönlüme su serpti.

Yukarıda sıraladığım âyetlerde en çok dikkatimi çeken, “En çok Allah’ı sevmek” ibaresiydi. Orijinal metne baktım; “vellezîne amenu eşeddu hubben lillah” diye geçiyordu. Nâkıs Arapçamla meallendirmem mümkünse, en şiddetli sevgi Allah’adır/en şiddetle Allah için severler gibi iki mana anlıyordum. Demek ki, bizden istenen, en şiddetle Allah’ı sevmemiz, yahut en şiddetle Allah için sevmemizdi. Ehl-i tasavvuf buradan aşkı anlarlar.

Aşk ve muhabbet arasındaki ince nüansa girmeksizin şunu söyleyebiliriz ki, Allah için olduktan sonra, şiddetle sevmek meşrudur; hatta istenen, mü’minlerden talep edilen bir haldir. Şiddetli muhabbette kınanan, kutsama tavrıdır. Yani o varlığı bizatihi değerli, bizzat mükemmel, kusurlardan azade görmek ve tapınırcasına sevmektir. Onda yansıyan isimlerin gerçek sahibini tanımadan bu vasıfları bizzat ondan bilmektir. Allah’a özgü olan vasıfları ona atfetmektir çirkin olan.

Oysa bugüne dek karşıma çıkan ve muhabbet bahsinde kalem oynatan insanlar “Allah bize yeter” âyeti ile bakmışlardı meseleye. Bu zevat-ı muhterem bir insanı sevmenin, aşık olmanın, yanlış, sapkın, takıntılı bir hal olduğunu, karşımızdaki insanın bize Allah’tan gelen bir mektup yahut bir ayna olduğunu ve görebildiğimiz isimleri alıp el’an o aynayı kırmak ve o zarfı yırtmak gerektiğini, aksi takdirde hafazanallah sebebe takılmak, tevhide halel getirmek, aşık olduğumuz adamı mabud ittihaz etmek hatasına düşeceğimizi anlatıp durmuşlardı. Bu Allah’a sadakatimizin gereği idi. Herkes ayna kırma yarışına girmişti. Kim daha çok ayna kırarsa takvasını o denli isbat edecek, nefsine karşı cihadını kazanacaktı. Bu sırada kırılanın kalbimiz olduğu kimsenin aklına gelmiyordu…

Haklı oldukları taraflar vardı elbet. ”Sen benim herşeyimsin,” ”Sensiz bir hayat anlamsız olur,” ”Sensiz yaşayamam” cümleleri benim de vicdanımı rahatsız ediyordu. Ama bundan kurtuluş “Biri gider biri gelir,” ”Sensiz de pekâlâ yaşarım,” ”Varlığının benim için bir önemi yok,” ”Gitsen ne yazar kalsan ne; bana vız gelir” cümleleri mi olmalıydı? ”Sen benim için çok değerlisin,” ”Hayat seninle daha güzel,” ”Sen bana verilmiş en büyük nimetsin” cümlelerini artık kimse söylemiyor muydu? “Sana ihtiyacım var” demek, illa “Sen benim tapınma nesnemsin” mi demekti? Âdem’in Havva’ya ihtiyacı yoksa yaratılış abes değil miydi? Burada nefsini öldürür, yahut beceremesem de onu evimin bodrum katına tıkarım diye çabalayanlar, bana kalırsa nefsin elinde oyuncak olup kalbin canına okuyorlardı. Burada, olmamız istenen “ümmeten vasaten” mânâsı var mıydı?

Üstadımdan ödünç aldığım tabirle, “ism-i Vedud imdadıma yetişti”. O ismin penceresinden bakınca, varlık âlemini birer ayna, birer mektup yapan Zat’ın, her birini de çok sevdiğini gördüm. O bize bir sevgilinin sevdiğine gönderdiği mektupları gönderiyor; mektubu, zarfını özenle seçiyor, her birine binbir mana nakşediyordu. O bizim kendi başımıza bir hiç olduğumuzu biliyor, ama yine de bizi seviyordu. Hiç sevgilinin gönderdiği gül atılır mıydı? Bilakis solsa bile kurutulup saklanır, hürmetle okşanır, baş tacı edilirdi.

Oscar Wilde der ki: “Bize sevgi gösterildiğinde, aslında buna layık olmadığımızı unutmamalıyız. Kimse sevilmeye layık değildir. Tanrı’nın insanı sevmesi, ideallerin ilahi düzeninde, sonsuz sevginin, sonsuza dek değersiz şeylere gösterileceğinin yazılı olduğunu kanıtlar. Eğer bu sana ağır geldiyse şöyle diyebiliriz: Herkes sevgiye layıktır, layık olduğunu düşünenler dışında. Sevgi diz çökülerek yapılan bir ayindir, sevgiyi alan kişinin dilinde ve yüreğinde “Domine, non sum dignus” (Yâ Rab, ben layık değilim) sözleri olmalıdır.

Hele kadın ve erkeğin Allah’ın celali ve cemali isimlerini ayrı ayrı yansıttıklarını hatırlarsak, onların birbirine olan aşkının her insanın kendinde olmayan yahut eksik olan isme azam derecede mazhar olma aşkından başka bir şey olmadığını anlarız. ”Biri beni çok seviyorsa ne olmuş; o da, ben de ölecek olduktan sonra” sözü tek hayatlı insanlar için anlaşılabilir ancak. Onların Allah’ı bilmemekten açılmış yaralarını aşkla tedavi etme çabaları bizim için aşkı tu-kaka etmemeli. Biz adil olmalı, her duyguyu yaradılış amacına uygun yere koymalıyız. Yeryüzünde meşru ve iyi olan şeyleri insanlara haram etmemeli, her sevdalının peşinden “Azrail geliyor ama” çığırtkanlıkları yapanlara dua etmeliyiz. İnsanin sevilmeye dağdan, taştan, denizden, çiçekten, kediden, güneşten, aydan, melekten daha çok ihtiyacı vardır. İnsan kainatın gözbebeği, Allah’ın biricik habibidir. Bu nimeti insanın elinden almak, hele bunu Allah adına yapmak bir zulümdür, Allah hakkında bilmediğini söylemektir.

Nehir sel olup taşmadan yahut kurutulmadan mecraında akıtıldığında gürül gürül akmasında beis yoktur.

Allah’ın kalplerinizde muhabbet ateşini hiç söndürmemesini dilerim. O mühim bir hediyedir. İçinde bir tutam sevgi olan bir kalp hem yıldızlardan daha parlaktır, hem de size onlardan daha güzel göz kırpar.

  25.03.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut