BİR TOPLUMSAL hareketin iki türlü temsilcisi olur: Biri, onu üretenler, temsil edenler, tebliğ edenler. Diğeri, onu tüketenler, ondan beslenenler, ona ayna değil, perde olanlar.
Toplumun her kesiminde olduğu gibi, İslami hizmetlerde de bu durum bariz olarak göze çarpmaktadır. Biz bu kısa yazımızda ikinci tür insan tipinin tarifini yapacak bir şablon çizmeye gayret edeceğiz.
Bu ikinci gruba “yürek katilleri” diyorum ben. Bunlar kaba, ham ve bağnaz kişiliklerdir. İçinde bulundukları tarikin, cemaatin, grubun veya bağlı oldukları zatın meziyetlerini pazarlayan, ama bunlardan bir hisseyi kendi üzerine almayı es geçmiş kişilerdir. Bu yönleriyle berrak bir ayna olmaya bedel, üzerinden geçenlerden bir hisse almayan bir yol olmayı tercih etmişlerdir. Malum olduğu gibi, bir yoldan günde bir sürü insan geçer, ama o bunlardan bir kemalat, bir güzellik kapamaz.
Bu tipler bütün kuvvetlerini çenelerine teksif etmişlerdir. İyi demagogdurlar. Devamlı konuşurlar. Okudukları bilgi kalbe intikal etmediğinden, ilme dönüşüp feyz saçamaz. Onun yerine, ağızlarında malumat olarak kabuklaşır.
Fransız şair Mallarme’nin şu sözünü bihakkın temsil ederler: “Biz devamlı konuşuruz. Yaşamak mı? Kölelerimiz ne güne duruyor?” Bu insanlar temsilin önemini kavrama nimetinden maalesef mahrumdurlar. Bir güzelliğin mirasyedileridir. Bir insan için emek, ter, gözyaşı dökmedikleri için insan kazanmayı ve de onu kaybetmeyi idrak edemezler. Böyle bir haybete düştükleri için de, insan harcamayı çok güzel becerirler. Zaten tek becerdikleri de budur.
Şefkatleri göstermeliktir onların. Tebessüm iğreti kalmıştır dudaklarında. Dışarıdan bir insana—özellikle de varlıklı ve nüfuzlu ise—gösterdikleri ilgi ve alakanın zekâtını kendi hizmet arkadaşlarından esirgeyen cimrilerdir onlar.
Ve kılıç gibidir dilleri. Ağızlarında pelesenk ettikleri “dava, hizmet, itaat, disiplin” gibi kelimelerle ne çamlar devirirler, ne canlar yakarlar ve ne körpe dimağları ezer geçerler. Oysa Sâdi ne güzel der: “Bu merdi ki, mülki seraser zemin/ Ne yerzed ki, huni çeked ber zemin.” (Yani: Baştanbaşa bütün dünya bir damla kanın yere dökülmesine değmez.)
Fikre tahammülleri yoktur bu yürek katillerinin. Çevresinde bulunan insanların düşünen bir özne değil, itaat eden bir nesne olması gerekir onlar için. Şahsiyet sahibi fertler yerine, kendilerinin gölgeleri olan ezik ruhlar, onlar için daha makbuldür. Aklını kullanmayı, fikri herhangi bir açılımı öne sürmeyi “bid’at” addeder ve hemen geliştirdikleri karşı refleksle, bunun mahzurlarını sıralamaya başlarlar “Var mı bizde böyle birşey?” yollu kızgın öğütlerle...
Ve yine onlardır ki, istişare etmek ile gıybeti birbirine karıştırırlar. Şeytan çoğu zaman gıybet etmeyi “istişare” kılıfında yutturur onlara...
Etrafındakiler onlara “ağabey” derler. Aslında onlar tam bir “ağa” “bey”dirler. Altındakilere emirler yağdırmak bu kasıntı tiplerin en zevk aldıkları işlerdendir. Ciddiyeti somurtmanın eşanlamlısı olarak bilirler. Gözlerinden çakan şimşeklerle çevresindekileri etkilediklerini vehmederler. “Fırça atmak” ağabeyliğin şanındandır kendilerince...
Bu insancıklar cemaati kutsal bir sunak bellemişlerdir. Ona arasıra kurban adamak gereklidir zavallı mantıklarınca. “Cemaatin selameti için fert feda edilir” onların tek şaşmaz düsturudur. Ve sıkı sıkıya yapıştıkları bu Emevî düşüncesi, onları umarsızca insan harcamaya sevkeder. Bizans oyunları çevirmeyi hizmet bilirler. Kuyu kazmada üstlerine yoktur. Hüsnüzan semtlerine uğramamış bir kelimedir. “Giden gitsin, kalan sağlar bizimdir” teranesini bir ömür boyu seslendirir dururlar.
Hâlbuki müesseseler, kurumlar, hizmet yuvaları insan içindir. O halde insan için kurulan bu şeyler için insanımızı hovardaca harcamak niye? Birisinin dediği gibi, “Ayağı ayakkabıya, eli eldivene, başı takkeye feda eden bir hareketin encamından korkulur.”
O halde yapılacak iş, evvela insanları “ağa” “bey” yapan ortamı kurutmaktır. Bunun da yolu, insanlara değer, paye ve makam verirken iş becermesinden önce gönül fatihliğine, insanı sevmesine, mü’minlere refik ve şefik olmasına öncelik vermektir. Yoksa bir ömür boyu ‘Ah yıkılası ağabeylik, ah yıkılası saltanat!” der, inler dururuz. Dururuz da, bu samimi inkisarımız bir aks-i seda bile yapmaz ölü ve mürde gönüllerde...
Sözü yine Sâdi Şirazi’ye bırakalım:
|8“Riyaset ber dest-i kesmi hatast
Ki ez destişan-ı destha ber hudast”|9
Yani: “Zalimliğinden halkın Allah’a sığındığı kimselerin devletin başında kalmaları doğru değildir.”