Bir karenin hatırlattıkları

Sinay Avşar*

MAİL KUTUSUNA GÖNDERİLEN bir resim karesi... Bir kare ki, mezar taşları, bir de ağaçtı resme eşlik eden. Ancak öyle bir mezartaşı vardı ki, insanı uzun süre sadece kendine baktırıyordu. Öyle sağlam kök salmış bir çınar ağacı ve ortasında duran ağaca yerleşmiş bir mezar taşı... Dünyaya ve ahrete bakan iki ayna gibiydiler sanki; birbirlerine sağlam bağlarla bağlı.

Her iki aynada kendimi gördüm. Daha önce öğrenmiştim; bir ağaç görünen hacmi, yüzeyde kapladığı alan kadar bir hacme, toprak altında da sahipti. Bu gerçek ağacı daha güçlü kılıyordu. Gerek dış yüzeyde kapladığı alan açısından, gerekse kökleriyle kapladığı geniş alan ile.

Çınarın görünen hacmi sanki dünyaya olan bağlarımıza işaret ediyordu. Güçlü gövdesiyle ve sağlam duruşuyla, güçlü görüntüsü ile bırakamadığımız ve her geçen anla kuvvetlenen nefisle beslenerek büyüyen bağlarımızdı… Sağlam duruşu ise tüm geçiciliğine rağmen hiç bitmeyecekmiş gibi sımsıkı sarıldığımız hallerimize ve halime bakıyor olmasıydı.

Ve ağacın içine sıkışmış berrak duran görüntüsü ile adeta konuşan bir bilge misali duran mezar taşı ise; ölümü hatırlatması cihetiyle ahiretimize bakıyordu. Adeta bu dünyada kazanılmış diğer alemde neticesi alınacak ders notu gibiydi bu görüntüsüyle ağaç. Bu haliyle onu güçlü yapan beslendiği damarlardı; yani nefis karşısında güçlendiğimiz hallerimize bakıyordu. Etrafını saran taş duvarlara rağmen gücünü kuvvetini hiç kaybetmeden, zamana eğilmeden kaderini yaşıyordu. Kader arkadaşı ise mezartaşlarıydı; hiç unutmaması gereken, her daim hatırlamaya ihtiyaç duyduğu ve hatırlaması ile hayatın her soluğunda anlam kazanan bir nefesti bizim için...

Bu resmi bana gönderen kişi, uzun seyrimin sonunda aynada kendimle yüzleşmeme sebep olacağını nereden bilebilirdi ki! Resme baktıkça beni hâlâ bir yönü ile inciten ve baktıkça hüzünlendiğim asıl husus, dünyaya ait nefsanî bağlarım olmalıydı. Çınar ağacın nezninde gördüğüm, esasında kendi yansımamdı. Dahası, kaçamadığım, bir gün gerçekleşecek olan, hayat ile bağımı koparacak ölümümdü. Ayette bize haber verildiği gibi: “Her nefis ölümü tadacaktır” ve “O’ndan geldik, dönüşümüz yine O’nadır.”

Ölüm belki de insanın evren ile olan ilişkisinin bir boyutu. Mevlana Hazretleri ne güzel ifade etmiş: “Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen ölümünden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun. Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün çehresi değil, senin kendi çirkin yüzündür. Senin ruhun bir ağaca benzer. Ölüm ise ağacın yaprağıdır. Her yaprak ağacın cinsine göredir.”

Bununla beraber, sonsuz isteklerimizin, bitip tükenmeyen arzularımızın, hırslarımızın, tüm acizliğimizin, sınırlı cüz’î irademizle sınırsızı istemenin, tüm bunlarla daha bir mutsuz, daha bir yalnız hale gelmenin, hatta karanlık yalnızlıkların da sahibi oluvermiştik.

Teşekkürler mezartaşı! Ancak canlı gerçekliğinle hayat gerçeğimiz anlamlı olabilirdi. Çekilen sıkıntılar, yaşanılan pişmanlılar ve defalarca neden diye sormalarımız, sahte yüzlere öfkelerimiz, birçok defa maruz kaldığımız haksızlıklar sıkça içine düştüğümüz ümitsizliklerimiz; tüm bunlara dayanma gücünü ancak ölüm hakikati anlatabilirdi. Çünkü ölüm varsa verilecek bir hesap vardı. Bir büyük Mahkeme-i Kübra, terazisi hiç şaşmayacak olan Hesap Günü ve rahmet sıfatının Sahibi vardı.

Demek ki, insanın Rabbi ile ilişkisini belirleyen ve sorgulatan, kaçamadığımız bir gerçeğimizdir ölüm. Ölümün hakikati ile beslediğimiz, aslında kendi gerçekliğimizdir. Kalblerimizi, zihinlerimizi sukünete erdiren budur. Mezartaşının hatırlattıklarına yüklenen anlam daha bir parlak şimdi; artık biliyordum, ölüm bir yokoluş değildir, ölüm terhis olmaktır bu âlemden ebediyete.. Yaşadıklarımız ise imtihan sırrı ile gönderilen birer mektup değerindedir; doğru okunması gereken mektuplarımızdır… Tohumdur onlar aynı zamanda, filizlenmek üzere ahiret yurduna gönderilen...

Bunları biliyor olmakla birlikte dünyaya sımsıkı sarılmak, güzellikleri buradaki sınırlı halleriyle güçlü bir sevgiyle sevmek; işte buydu sıkıntılarımızın kaynağı, yaşadığımız bu gelgitler olmalıydı bize acı veren… İnsandık ve nisyandı tarifimiz. Diğer taraftan da hayatı çok seviyor olmamız bu gerçeği örtemezdi. Evet hayatı çok seviyorduk; bazı şeyler var ki vazgeçemeyecek kadar bağlıydık. Kalbim sevdiğim şeylerden şu görünen âleme ait ne varsa bırakmak istemiyordu.

Dünya tatlıydı, ama susuzluğumuzu artırıyordu. Dünyayı, yani hayatın kendisini seviyorduk. Hayat ile gözüken herşey güzeldi ve insan devam etsin istiyordu. Aynı anda da biliyordum, şefkati ve rahmeti nihayetsiz bir Yaratıcı vardı O var edendi var etmişti tüm güzelliği ile kainatı. Muhatap olduğumuz her bir güzellik O’nun sonsuz esmasının yansımalarıydı. Burada görebildiğimiz ve sevdiğimiz her bir şeyi ebediyete göndermemesi hiç mümkün müydü? Gördüğümüz, bağlandığımız, sevdiğimiz her bir şeyi ebedi hayatımızda da aynısıyla görmek istiyorduk. Biliyorduk; aslında burada görünen tüm güzellikler bekaya akıyordu, burada var edilmiş olmaları aynı zamanda ebedi alemimizde de gönderilecek olmasının bir deliliydi. İleriye doğru yol alan ama arkada bıraktıklarına bakan şaşkın yolcuya benziyordu hallerimiz.

Ölüm ve hayat Rabb-ı Rahîm’e olan yolculuğumuzdu. Yolculukta hazırlanmak önemliydi; azığımız ne kadar planlı düşünülmüş olsa o kadar sıkıntısız geçerdi…

Tüm bunları biliyordu nefsim, zihnime defalarca kazımıştım bunu. Yine de, insan nisyanla mâlûldü. Ve bu dünya bir terhisti. Ebedî olana bir yolculuktu.

Bunu sık sık unutsa da, sonra tek bir karede okuyabiliyordu insan gerçeği. Bir kare ki, her iki alemimize bakan, birbiri içinde birbirine bakan. Hayata ve ölüme beraberce bakan.

Mevlana’nın dile getirdiği gibi, “Hiçbir ölü, öldüğüne yanmaz, hayıflanmaz. Azığın azlığına yanar. Yoksa aslında o dar bir yerden bir kuyudan kurtulmuştur. Bir ovaya düşmüş, bir devlete kavuşmuş ferahlığa ermiştir.”

  31.03.2008

© 2021 karakalem.net, Sinay Avşar



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut